Mahzenin taş duvarları, yılların ağırlığını ve sakladığı sırların yükünü Zeynep’in omuzlarına yüklüyordu. Elindeki çizimlerin uçları terli avuçlarının içinde hafifçe kıvrılmıştı. Taş zeminde yürürken ayak sesleri yankılanıyor, adımları sanki geçmişin izlerini yeniden uyandırıyordu. Aras, birkaç adım gerisinde ilerliyordu. Sessiz, dikkatli, tetikte. Bu, sadece bir yürüyüş değil, savaş öncesi bir hazırlıktı. Aralarında artık kelimeler gerekmiyordu. Sessizlikleri bile konuşuyordu artık.
Mahzenin en dip köşesinde, tuğlaların ardına gizlenmiş dar bir geçit vardı. Aras orayı ilk kez Zeynep’e gösterdi. “Burası, yalnızca iki kişiye açıldı. İlki benim… ikincisi sensin.” Zeynep bakışlarını geçide çevirdi. Karanlık, dar ve neredeyse bir mezar gibi. Ama içinde bir şey çağırıyordu onu. Bir mimar olarak korkmaması gereken şeyler vardı; ama bu geçit, yalnızca fiziksel değil, ruhsal bir sınav gibiydi.
Geçide girdiklerinde Aras cebindeki küçük bir el fenerini çıkardı. Zeynep, elindeki krokiden takip ederek duvardaki eski sembolleri okumaya başladı. Bazıları Osmanlı’dan kalma simgelerdi. Bazılarıysa çok daha karanlık izler taşıyordu. “Bu yapı, sadece ev değil. Bir aktarma noktasıydı,” dedi Zeynep. “Zeminle teması olmayan odalar… gizli geçişler… ve simetrik yerleştirilmiş boşluklar. Bu bilinçli inşa edilmiş.” Aras başını salladı. “Burası bizim ailemizin karanlık kutusu. Sen şimdi onu açıyorsun.”
Zeynep aniden durdu. Duvarın bir köşesine kazınmış tarihleri inceledi. “Bu geçit, 1997’de kapatılmış,” dedi. “Ve aynı yıl… senin kardeşin kayboldu.” Aras’ın gözleri karardı. “Biliyorum,” dedi. “Ama kanıtım yoktu.” Zeynep, elini duvara koydu. “Belki de artık vardır.”
O an arkadan bir ses yankılandı. Derin, tok ve tehditkâr. “Siz hâlâ burada mısınız?” Aras refleksle silahını çıkardı, Zeynep geri çekildi. Geçidin sonundaki gölgelerden biri yavaşça ortaya çıktı. Siyah giyimli bir adam. Yaşlı, ama tehdit saçan bir beden dili vardı. “Sana bu kızla uğraşma demiştim Aras,” dedi. “Ama sen yine duygusal davranıyorsun.”
Zeynep tanımadı onu ama Aras’ın yüzü dondu. “Kemal…” dedi soğukça. “Bizi yıllarca yönlendiren, sonra sırtımızı bıçaklayan sen değil miydin?” Kemal, hafifçe gülümsedi. “Ben sizi koruyordum. Sadece gereksiz parçaları temizliyordum.” Gözlerini Zeynep’e çevirdi. “Tıpkı bunu da temizlemek zorunda olduğum gibi.” Aras ateş etti. Saniyelik bir tereddüt yoktu. Mermi Kemal’in omzuna saplandı. Adam geri sendeledi, yere düştü ama ölmedi. Zeynep çığlık attı. Aras hemen önüne geçti. “Çıkmamız gerek. Şimdi!”
Geçitten geri dönerken Zeynep’in kalbi neredeyse göğsünden fırlayacaktı. Az önce ölümün kıyısından geçmişti. Ama en çok Aras’ın yüzündeki soğukluk canını yakmıştı. “O adam kimdi?” diye sordu. Aras nefes nefese yanıtladı: “Beni büyüten, bana silahı öğreten, sonra kardeşimi alan adam. Ve hâlâ yaşıyor.”
Yukarı çıktıklarında Aras kapıları kilitledi. O gece yalının içi bir hapishane gibiydi. Zeynep odasına çekildi ama uyuyamadı. Artık korkusu, sadece dışarıdan gelen gölgeler değil, Aras’ın içindeki karanlıktı. Sabah olduğunda aşağıya indiğinde Aras mutfağa geçmiş, kahve yapıyordu. Sırtı dönüktü. Zeynep yaklaştı. “Seni ne zaman kaybettim?” diye sordu fısıltıyla.
Aras yavaşça döndü. Gözleri bu kez yaşla değil, yorgunlukla doluydu. “Hiçbir zaman senin olmadım ki,” dedi. “Ama bir kez olsun… öyle hissetmek istedim.”
Zeynep onun karşısına geçti. “Eğer bu savaşın sonunda sen ya da ben kalmayacaksak, şimdi birlikte yanmaya razıyım. Ama bu yol yalnız yürünmez. Beni dışlama artık. Çünkü korkmaktan vazgeçtim.”
O an Aras ilk kez kırıldı. Elindeki fincanı masaya bıraktı, başını eğdi. “O zaman son oyunu birlikte oynayacağız,” dedi. “Son darbeyi vurmadan önce, her şeyi anlatacağım. Kardeşim, o gece, o adam… ve neden ben artık hiçbir şey hissetmiyorum.”