Ben hâlâ dizlerime kapanmış, içimdeki fırtınayı hıçkırıklarla dışarı kusarken, birden kapı sesiyle irkildim. Sessizliği delen o ani tıklama, önce omuzlarımı sıçrattı, sonra bedenim kendiliğinden toparlandı. Kapı yavaşça açıldı. Ağlamaktan kızarmış göz kapaklarımın arasından baktığımda içeri giren uzun boylu, ince yapılı bir kadını gördüm. Omuzlarına dökülen düz, sarı saçları vardı. Duruşu dik, hareketleri sertti ama yüzünde yapay bir nezaket vardı. Hiç tanımadığım bu yabancı, sanki yıllardır buradaymış gibi kendinden emin adımlarla odaya girdi.
“Elinizde bir kutu vardı,” diye düşündüm içimden, ama ağlamaktan sesim çıkmıyordu. Kadın yatağın kenarına geldiğinde yüzünde zoraki bir tebessüm belirdi.
“Merhaba, İlayda Hanım,” dedi, sesi ne soğuk ne sıcak; duygusuzdu.
Elindeki siyah, deri görünümlü kutuyu yatağın üzerine dikkatle yerleştirdi. Kutunun kapağında zarif ama resmi bir kabartma vardı, belli ki içerisi özenle hazırlanmıştı.
Kadın kutuyu bıraktıktan sonra bana dönmeden konuşmaya devam etti:
“Babanız hazırlanmanızı ve ardından ofise, yanına gelmenizi istiyor. Bu kıyafetleri giymeniz gerekiyor. Hazırlandığınızda hemen dışarıda, kapının ardında sizi bekliyor olacağım.”
Ne dediğini anlayacak hâlde değildim. Başım hafifçe öne düşmüştü, ellerim titriyordu. Gözlerim hâlâ yaşla doluydu, ama ağlamıyordum artık; sadece donup kalmıştım. Kadına karşılık veremedim. Konuşmak istedim, ama boğazımdaki düğüm hâlâ çözülmemişti.
Yalnızca baktım.
Boş, cam gibi bakan gözlerle…
Sanki söylediği her şey kulağımın yanından geçip duvara çarpıyordu.
Kadın, yataktan herhangi bir cevap alamayınca, o yapay nezaketi terk edercesine ayağa kalktı ve kapıya yöneldi. Ancak kapıya vardığında bir an durdu. Omzunun üzerinden bana döndü. Gözleriyle doğrudan gözlerime baktı.
“Acele etseniz iyi olur, İlayda Hanım,” dedi, bu kez ses tonu daha sertti.
“Babanız bekletilmekten hiç hoşlanmaz.”
Sözlerini bitirir bitirmez kapıyı açtı ve dışarı çıktı. Ardında kalan tek şey ise sessizlikti. Yatağın üzerinde duran kutu… gri duvarlar… ve odada yankılanan kendi nefesim.
Ben hâlâ aynı pozisyondaydım.
Ne hareket edebiliyordum, ne de ağlayabiliyordum.
Ama içimdeki huzursuzluk büyüyordu.
Sanki kutunun içinde beni sadece kıyafetler değil… yeni bir hayat bekliyordu.
Ve bu hayat bana ait olmayan bir yerin, ait olmadığım kurallarının parçasıydı.
Dilersen şimdi kutuyu açma anı ve kıyafetleri gördüğünde hissettikleriyle devam edebiliriz. Hazırsan oradan sürdürebilirim.
Kadının çıkışıyla birlikte odada yine tek başıma kaldım. Kapının kapanışı, içeride yankılandıktan sonra her şey yeniden eski sessizliğine büründü. Ama bu sefer farklıydı.
Artık yalnızlık, sadece sessizlikten ibaret değildi.
Artık onun içinde bir ağırlık, bir mecburiyet vardı.
Ve yatağın üstünde duran o kutu… tüm bu mecburiyetin başlangıcı gibi duruyordu.
Gözlerimi kutudan ayıramıyordum.
Sanki içinden çıkacak şey sadece bir kıyafet değil, yeni hayatımın taslağıydı.
Babamın bana biçtiği rol.
Benim onayım alınmadan seçilmiş bir kimlik.
Derin bir nefes aldım.
Ellerim hâlâ titriyordu ama artık duramazdım.
O kutuyu açmak zorundaydım.
Çünkü bu sessizlikte kalmak… o kadının tekrar içeri girmesi… ve bana ikinci kez "babanız bekliyor" demesi, katlanabileceğim bir şey değildi.
Yavaşça kutuya uzandım. Deri yüzey soğuktu. Parmak uçlarım, kapağın kenarlarını kavradığında içim ürperdi.
Yavaşça kapağı kaldırdım.
Kutunun içi, neredeyse cerrahi bir titizlikle düzenlenmişti.
İçeride siyah, vücuda oturan bir elbise vardı. Diz hizasında, dantel detaylı, şık ama sade bir kesime sahipti.
Yanında zarif topuklu ayakkabılar ve aynı tonlarda bir ceket.
Elbiseyle uyumlu bir toka, gümüş rengi sade bir kolye.
Hepsi kusursuzdu.
Ama hiçbir parça bana ait değildi.
Benim zevkimi, benim ruhumu yansıtmıyordu.
Sanki “baba”m olduğunu iddia eden adam, beni bir kalıba sokmak için seçmişti bu parçaları.
Benim kim olduğumu umursamadan, nasıl görünmem gerektiğine karar vermişti.
Parmak uçlarım elbisenin kumaşına dokunduğunda gözlerim yeniden doldu.
Bu, artık dönüşü olmayan bir yoldu.
Kendime ait olan her şey, geçmişte kalmıştı.
Artık üzerime bir başkasının seçtiği kıyafetleri giyecektim.
Onun seçtiği gibi konuşacak, onun izin verdiği kadar nefes alacaktım.
Ama yine de... kalkmalıydım.
Çünkü bu yabancı yerde “hayatta kalmak” gerekiyordu artık.
Savaşmak için önce ayakta durmak gerekiyordu.
Gözyaşlarımı sildim, derin bir nefes aldım.
Ve ağır adımlarla kutudan çıkan kıyafetleri alıp banyoya doğru yürüdüm.
Aynaya bakmak istemiyordum.
Çünkü orada göreceğim yüz, artık bana ait olmayacaktı.
Banyoya girip üzerimi değiştirdiğimde, kıyafetler üzerimde tam olmuştu. Elbise vücuduma tam oturuyor, kumaşı tenime ürkekçe dokunuyordu. Sanki bir kabuğa girmiş gibiydim, bedenim bana ait ama görüntüm başkasına aitti. Aynaya yalnızca bir an baktım. Gözlerim… o gözler… tanıyamadığım bir yüzün içine hapsolmuştu. Dudaklarımı ısırarak gözlerimin kenarındaki yaş izlerini sildim. Güçsüz görünmek istemiyordum. En azından dışarıya karşı.
Yavaşça odadan çıktım. Kapının hemen dışında, sabahki kadın bekliyordu. Beni baştan aşağı süzdü. Ne bir iltifat, ne de bir yorum yaptı. Yalnızca başıyla hafifçe onaylayarak döndü ve yürümeye başladı. Onu sessizce takip ettim. Koridor uzun ve soğuktu. Adımlarımız halıya rağmen yankı gibi kulağımda çınlıyordu. Etraf sessizdi, duvarlarda hiçbir resim yoktu, camlardan süzülen ışık bile renksizdi.
Kadın dar bir ahşap kapının önünde durdu.
“Hazırsınız,” dedi, başını çevirmeden.
Kapıyı yavaşça açtı ve bir adım geri çekildi.
Gözlerimi yere indirdim, derin bir nefes aldım.
Kapının eşiğinden geçerken içerisi loş bir odaydı. Büyük bir masa, arkasında uzun pencereler ve sırtı bana dönük bir adam…
Kapı arkamdan kapandığında, içeri yalnızca sessizlik kaldı.
Ve ben, ilk kez... babam olduğunu iddia eden o adamla gerçekten yalnız kaldım.
Odaya adım attığım anda kapı ardımdan usulca kapandı. Kapının kapanışı bile içimde yankılanan bir mühür gibiydi; geri dönüş yoktu. Arkamı döndüğümde beni buraya kadar getiren kadın yoktu. Sanki varlığı hiç olmamış gibi ortadan kaybolmuştu. Artık yalnızdım. Gerçek anlamda yalnız… ve karşımda, bana hayat veren ama hiçbir zaman hayatımda olmayan o adam vardı.
Geniş deri döner sandalyesinde sırtı bana dönüktü. Ellerini masanın üzerine koymuş, pencerenin loş ışığına bakıyordu. Kalbim göğsümden fırlayacak gibi atıyor, ellerim yumruk olmuş şekilde titriyordu. Sonra yavaşça, neredeyse ağır çekimde, sandalyesini çevirmeye başladı. Dönüşü sırasında çıkan deri gıcırtısı kulaklarımı tırmaladı. Sonunda yüzü bana döndüğünde, içimdeki bütün hava çekildi sanki.
“Evine hoş geldin,” dedi.
Sesi buz gibiydi.
Yüzünde en küçük bir gülümseme yoktu.
Bir baba gibi değil… bir yabancı, hatta bir düşman gibiydi.
Göz göze gelmek istemedim. Bakışlarım yere kaydı.
Sonra sesi bir kez daha duyuldu, bu kez daha sertti:
“Gel. Otur.”
Sesindeki ton bir emirden fazlasıydı; tehdit ediyordu sanki.
Ayaklarım yerime çakılmış gibiydi. İçimdeki her şey bağırıyor, ‘Gitme!’ diyordu.
Ama vücudum beni dinlemiyordu.
Kalkmak, yürümek, o sandalyeye oturmak zorundaydım.
İçimden ağlayarak, dışımdan ifadesizce küçük adımlarla ilerledim.
Dizlerim titriyor, ayaklarım istemsizce sürünüyordu.
Gösterdiği sandalyeye yaklaştım ve ağır bir şekilde oturdum.
Onun bu kadar yakınında olmak içimi bulandırdı.
Bu adama… bu yabancıya “baba” demek ne mümkün?
Sanki biri derimin altına dikenler saplıyordu.
Ama her köşede gördüğüm silahlı adamlar…
Koridor boyunca yanından geçtiğim parmaklıklı pencereler…
Her kapının şifreyle açılması…
Hepsi tek bir gerçeği haykırıyordu:
Burada mahkûmdum.
Ve bu adam… gardiyanımdı.
Bir an göz göze geldik.
Gözleri boştu. Ne sevgi, ne pişmanlık, ne merhamet…
Sadece kontrol vardı.
O anda boğazını temizledi.
Karanlık ve yankılı odada sesi uğuldayarak yükseldi.
“Şimdi…” dedi, kelimeleri keskin bir bıçak gibi dudaklarından dökülüyordu.
“Bu seninle ilk konuşmam olacak, kızım. O yüzden beni çok iyi dinle.”
İçimde bir kıpırdanma oldu.
Kızım mı?
Bu adamın dudaklarından çıkan bu kelime midemi bulandırdı.
Yıllar boyunca nerede olduğunu bile bilmediğim biri… şimdi karşıma oturmuş ve beni "kızım" diye çağırıyordu.
“Bu söylediklerimi sana bir daha tekrarlamayacağım,” dedi, gözlerini benden hiç ayırmadan.
Ses tonu artık tehditkârdan öteydi.
Damarlarımda gezen kan bile ürperdi.
“Eğer söylediklerime aykırı bir davranışta bulunursan, cezalandırılırsın.”
Cezalandırılmak kelimesi ağzından öyle bir tonda döküldü ki…
Sanki bu ceza sadece fiziksel değil, ruhumun en derinini de parçalayacak türdendi.
Sonra sustu.
Ama ben konuşmasın diye içimden dualar ederken… son cümlesi kılıç gibi kalbime saplandı:
“Ve annen… Unutma, eğer kuralları çiğnersen… annen ölür.”
Gözlerim büyüdü, nefesim kesildi.
O an zaman durdu sanki.
Odanın içindeki hava daha da ağırlaştı, nefes almak bile acı verdi.
Gözümde annemin yüzü canlandı… bana sarılışı, bana inancı, beni koruyuşu…
Ve şimdi onun hayatı… bu adamın dudaklarından dökülen bir tehdidin gölgesindeydi.
Suskunluğumun içinde çığlıklar atıyordum.
Ama dışarıdan sadece sessizce başımı eğebildim.
Çünkü o anda tek bir şeyin farkındaydım:
Artık hayatımı değil, annemin hayatını yaşıyordum.