DOĞUM GÜNÜ YAKLAŞIYOR

1287 Words
Yaşayacaklarımdan tamamen habersizdim. Günlerdir içimde tarifi zor bir heyecan vardı. 18. yaş günüm hızla yaklaşıyordu ve bu, benim için bir dönüm noktası olacaktı. Çocukluktan çıkıp resmen bir yetişkin olacaktım artık. En çok da bunun getireceği özgürlük fikri büyülüyordu beni. Annemin sıkı kuralları, bana çizdiği sınırlar, her şeyin son bulacağına inanıyordum. Nihayet şehirden ayrılmama izin vermek zorunda kalacak, ben de hayalini kurduğum üniversiteye gidecek, yeni bir şehirde, kendi ayaklarımın üzerinde durduğum yepyeni bir hayata başlayacaktım. Kendi kararlarımı alacağım, kimseye hesap vermeden yaşayacağım o hayatın hayaliyle uyuyup uyanıyordum. Oysa gerçek bambaşkaydı. Hayatın bana ne hazırladığını bilmiyordum. 18 yaşıma girmemle birlikte her şeyin değişeceğini hayal etmiştim ama bu şekilde değil… Ben sıradan bir kız olduğumu zannediyordum. Sessiz, içine kapanık ama hayalleri büyük bir genç kız… Oysa tüm hayatım, sandığımdan çok daha derin ve karanlık bir sırrın üzerindeymiş. yaş günümün sabahı… O sabah her şeyin başlangıcıydı. Uyandığımda içimde tarif edemediğim bir huzursuzluk vardı. Oysa mutlu olmam gerekiyordu değil mi? Bugün benim doğum günümdü. Oysa kalbim sanki olması gerekenden fazla atıyor, ellerim titriyor, tenimde garip bir sıcaklık dolaşıyordu. Aynaya baktığımda gözlerimde bir yabancılık gördüm; daha önce hiç fark etmediğim bir derinlik, içimi ürperten bir karanlık vardı orada. O gün, bana anlatılan tüm gerçeklerin bir yalan olduğunu, aslında bambaşka bir kaderin içine doğduğumu öğrendim. Ne sandığım gibi sıradan bir genç kızdım, ne de önümdeki hayat, benim hayalini kurduğum kadar basitti. O sabah, her şey değişti. Benim hikâyem, dışarıdan bakıldığında her normal kızınkine benziyordu. Evet, babam yoktu hayatımda… Onun yokluğu bazen kalbimde ağır bir boşluk gibi dururdu ama ben bunu dillendirmemeyi öğrenmiştim zamanla. Çünkü annem vardı. Hem annem hem babamdı bana. Hayatın tüm yükünü omuzlarına almış, tek başına mücadele etmişti benim için. Ne zaman düşecek gibi olsam elimden tutan, bir bakışıyla tüm korkularımı dindiren, her başarımda gözleri parlayan tek kişiydi o. Bu yüzden belki de, onun yüzündeki yorgunluğa rağmen hâlâ bana sımsıcak bir gülümsemeyle bakabilmesi, benim için dünyalara bedeldi. Her sabah, güne onun “Hadi kızım, geç kalacaksın,” sesiyle başlıyordum. Gözlerimi araladığımda evin içine dolan kahve kokusu ve mutfaktan gelen tıkırtılar içimi ısıtıyordu. Kahvaltı ederken kısa kısa sohbet ederdik. Onun her sabah aynı heyecanla, aynı sevgiyle uğurladığı ben, sırt çantamı alır, hızlı adımlarla okulun yolunu tutardım. Okulda da tıpkı evde olduğu gibi sessiz ama düzenli bir hayatım vardı. Kalabalığın içinde kaybolan ama öğretmenlerinin yüzünü güldüren, arkadaşları tarafından sevilen ama çok da dikkat çekmeyen biriydim. Okul çıkışı ise gerçek hayat başlardı benim için. Her gün koca bir kalabalığı ağırlayan, sıcacık tarçın kokularıyla dolu o küçük pastane… Annemin göz bebeğiydi. O pastane, sadece bir iş yeri değil; annemin hayalleri, emeği, gecesi gündüzüydü. Bu yüzden okuldan çıkar çıkmaz, yorgunluğumu bir kenara bırakır, soluğu orada alırdım. O gün de farklı değildi. Okul zili çaldığında çantamı kaptığım gibi hızlı adımlarla pastaneye yöneldim. Caddenin köşesini dönerken vitrindeki tatlılara şöyle bir göz attım; her biri annemin elinden çıkmış küçük sanat eserleri gibi sıralanmıştı. Kapıyı açar açmaz, içeriden yükselen insan sesi ve vanilyalı kekin kokusu yüzüme çarptı. İçerisi her zamanki gibi kalabalıktı. Annem tezgâhın arkasında koşturuyordu. Yüzü yorgundu ama gülümsemesi her zamanki gibi sıcaktı. Göz göze geldiğimizde o kısacık bakışla tüm günün yorgunluğu uçup gitmişti sanki. Hiç vakit kaybetmeden çantamı mutfağın kapısının yanına bıraktım, üzerime önlüğümü geçirip saçlarımı topladım. Sonra derin bir nefes alıp işin içine daldım. Masalar arasında hızlı ama dikkatli adımlarla dolaşmaya başladım. Siparişleri almak, gelen müşterilere yardımcı olmak artık bana hiç yabancı değildi. Herkesi tanıyordum neredeyse. Bazıları beni “pastane kızımız” diye severdi, bazılarıysa üniversiteye gideceğimi duyduğunda gözlerinde gururla karışık bir takdir olurdu. O anlarda içim kıpır kıpır olurdu çünkü geleceğe dair kurduğum tüm hayaller biraz daha yakın hissedilirdi. Boş bir masa bulmak neredeyse imkânsızdı. Müşteriler siparişlerini verirken bir yandan tatlı tatlı sohbet ediyor, annemin el emeğiyle hazırladığı pastaları, poğaçaları yudumladıkları çayla birlikte keyifle tüketiyorlardı. Her köşe sıcaktı, samimiydi. Burası bizim hayatımızdı. Ve ben, bu düzenin içinde küçük ama kararlı adımlarla geleceğime hazırlanıyordum. Bulduğum her fırsatta ders çalışıyor, sınav testleri çözüyor, hayalini kurduğum üniversiteye bir adım daha yaklaşmak için çabalıyordum. Çünkü biliyordum ki bu pastanenin dışındaki dünyada beni bekleyen bambaşka bir hayat vardı. Kendi hayatım… Kendi kararlarım… Belki de kaderim. Ama henüz bilmiyordum. Ne benim kim olduğumu, ne de gerçek kaderimi. Her şeyin değişeceği gün yaklaşıyordu. Farkında bile olmadan, büyük bir sırrın eşiğindeydim. Tüm gün boyunca hiç durmadan çalışmıştık. Ayakta geçen saatlerin ardından ayaklarım zonkluyor, sırtımda hafif bir ağrı hissediliyordu ama içimde tarifsiz bir huzur vardı. Annemle birlikte geçirdiğimiz bu yoğun günlerin bana kattığı sadece yorgunluk değildi; aynı zamanda güçlü hissettiren bir bağlılık, emekle yoğrulmuş bir hayat ve belki de geleceğe dair sağlam bir temel bırakıyordu. Dışarıda gökyüzü çoktan kararmış, sokak lambaları pastel bir sarılıkla caddeleri aydınlatmaya başlamıştı. Pastanede kalan son müşteriler de tatlı bir tebessümle teşekkür ederek çıkmışlardı. İçerisi nihayet sessizleşmişti. Annemle birlikte yavaş yavaş ortalığı toplamaya koyulduk. Bardaklar yıkanıyor, masalar siliniyor, vitrine kalan birkaç pasta özenle streçlenip kaldırılıyordu. Tam o sırada, tam da “bugünlük bu kadar” dediğim anda, pastanenin cam kapısı “kapalıyız” yazısına rağmen yavaşça aralandı. Bir an şaşkınlıkla başımı kaldırdım. İçeri giren kişi en yakın arkadaşım, Defne’ydi. Yüzünde her zamanki gibi kocaman bir gülümseme vardı. “Merhaba, İlayda,” dedi sıcacık sesiyle. Ben de hemen ona doğru yöneldim, “Merhaba kuzum!” diyerek boynuna sarıldım. Sarıldığımız o an çocukluğumuzdan beri paylaştığımız tüm anılar, sessiz bir film gibi gözümün önünden geçti. İlkokul sıralarından pastanenin mutfağına kadar birlikte büyüdüğüm, en derin sırlarımı bilen, gerçek anlamda kardeşim sayılabilecek tek insandı o. Defne hemen çantasını bir kenara koydu, saçlarını at kuyruğuyla geriye savurdu ve her zamanki gibi bana yardım etmeye koyuldu. Masaların üzerindeki son tabakları topladık, sandalyeleri yerlerine çektik. Sessizlik içinde değil, tatlı tatlı sohbet ederek çalışıyorduk. Günün nasıl geçtiğini, okulda neler olduğunu, üniversite hedeflerimizi konuştuk. Pastanenin içindeki o yorgun sessizlik, bizim fısıltılı neşemizle doluydu artık. İşler bittiğinde saat neredeyse gece yarısına geliyordu. Göz kapaklarım ağırlaşmıştı ama Defne’yle birlikte çalışmanın verdiği keyif, uykusuzluğun bile önüne geçmişti. “Biraz çay koyayım da yorgunluğumuz dağılsın,” dedim ve arka tarafa, mutfak bölümüne geçtim. Küçük semaveri çalıştırıp üç tane bardak çıkardım, her birine taze, dumanı tüten çayları dikkatle doldurdum. Sonra tepsiye yerleştirip salona geri döndüm. Ama o an… O an kalbim garip bir şekilde sıkıştı. Salonun ışıkları sönmüştü. Bir an olduğum yerde durdum. Nefesim kesilmiş gibiydi. Kalbim hızla atmaya başladı, elimdeki tepsi hafifçe titredi. Çünkü ben… küçüklüğümden beri karanlıktan hep korkmuştum. Sessizliği delen tek şey kendi kalp atışlarımdı. Gözlerim bir şey görebilmek için karanlığa alışmaya çalışırken paniğe kapılmam an meselesiydi. Düşüncelerim daha da karışmadan o anda karşımdan bir ses yükseldi. “Iyi ki doğdun İlayda…” Sonra bir ses daha… “İyi ki doğdun canım kızım…” Birden karanlıkta iki siluet belirdi. Annem ve Defne, ellerinde küçük ama özenle süslenmiş bir pasta tutuyorlardı. Pastanın üzerinde yanıp sönen mumlar, karanlıkta umut gibi parlıyordu. Gözlerim büyüdü, kalbim yerinden çıkacak gibiydi. Şaşkınlıkla onları izlerken gözlerimden süzülen yaşlara engel olamadım. Sessizce ağlıyordum. Hem mutluluktan hem de bu kadar düşünülmüş olmanın verdiği minnettarlıktan… Hayatın onca karmaşasının içinde, biri beni unutmamıştı. Hatta iki kişi… Beni gerçekten seven iki kişi… Gözlerimi silip tebessüm ettim, ardından yavaşça yürüyüp pastanın önüne geldim. Mumların titrek ışığı yüzümde dans ediyordu. Bir dilek tuttum içimden… sessiz, kimseye söyleyemeyeceğim kadar özel bir dilek. Ve sonra derin bir nefes alıp mumları üfledim. Tam o anda annem ışıkları açtı, pastanenin içi yeniden ışıkla doldu. Üçümüz bir masaya oturduk. Kutlama için büyük bir hazırlık yoktu belki ama kalbimde kocaman bir sevgi vardı. Pastayı kesmeden, çatalımızı alıp sırayla pastadan küçük lokmalar tattık. Her lokma, içimdeki mutluluğu biraz daha büyütüyordu. Belki dışarıdan bakan biri için bu sadece küçük bir sürprizdi ama benim için… bu an, ömrüm boyunca kalbimde taşıyacağım türden bir hatıraydı. Dışarıda yıldızlar gökyüzünde parıldarken, içimde de sevgi ve huzurdan oluşan kendi galaksim ışıldıyordu. Ve evet, o an dünyanın en mutlu insanı bendim. Ama sadece o an için… Çünkü henüz bilmediğim, çok yakında hayatımın tüm dengesini alt üst edecek gerçekler bana doğru usulca yaklaşıyordu…
Free reading for new users
Scan code to download app
Facebookexpand_more
  • author-avatar
    Writer
  • chap_listContents
  • likeADD