İçinde olduğum araç biraz sarsılınca gözlerim aralandı. Ne zaman uykuya teslim olmuştum bilmiyorum ama uyandığımda şehir içindeydik. Dar bazı yollardan geçerken oturuşumu dikleştirdim ve göz ucuyla Cihangir’e baktım. Elinde telefon bakışları hiç bana uğramıyordu. Bu korkmama neden oluyordu çünkü burada sadece onu biliyordum. Aslında onu bile bilmiyordum ya neyse. Yanındaki kadına bakışlarım döndüğünde onun dikkatle beni izlediğini izlerken de yüzünün aldığı şekli fark etmemek imkansızdı.
Yutkundum. Büyük duvarlı bir evin önüne geldiğimiz de çevredeki adamlar dikkatimi çekmişti. Araba durduğunda önce onlar indi. Ben arkada kalmıştım. Kimse inmemi beklememişti. Sakince ve korku ile indiğimde kucağımda çantam vardı. İkiye açılan büyük demir bir kapıdan geçtik. Karşımıza çıkan kocaman avlu ve belki de onlarca odası olduğuna ilk bakışta emin olduğum ev bana selam verdi. Evde değildi aslında. Eskileri andıran konak demek daha doğru olurdu. İleri geri kadınlar koşturuyor koca koca leğenlerle bir şeyler taşıyorlardı. Ben şaşkınca tüm o kargaşaya bakarken Vildan Hanım “Beni takip et İnci” dedi.
Onun peşinden giderken kendimi anne tavuğun peşinde olan civciv gibi hissettim. Aynı zaman da kocaman bir rüyanın baş kahramanı gibiydim. Biz yukarı çıkan merdivenleri yarılamıştık ki girişte olduğuna emin olduğum mutfaktan birçok tepsinin devrilme sesi dört bir yana dağıldı. Vildan Hanım Cihangir’e baktığında onun kaşlarının çatıldığını gördüm. Ufak bir baş hareketi sonrası Cihangir yanımızdan geçip geri indiğinde adımları sertleşen kadın “Acele et İnci” dedi emreder gibi ve gözden kaybetmemek için koşar adım ilerledim. İkinci kata çıktığımız da odaların birinden çıkan orta yaşlı bir kadınla durduğumuz da müstakbel kayınvalidem “İnci’yi teras kata çıkar. İki gün orada kalacak.” Dedikten sonra eğildi ve benim duymadığım bir şey daha söyledi.
Her ne dediyse kadının gözleri büyürken bana bakışlarında bariz acıma vardı. bu kaşlarımı çatmama neden olsa da nedenini sormaya cesaret edemiyordum. Kadın gelip kolumdan tuttuğunda bundan kaçınmak istediğimde Vildan Hanım ile bakıştırlar. Elini çekerken “Buyurun gelin hanım sizi odanıza çıkarayım” dediğinde kaşlarım kalktı.
Vildan Hanım ise “İki gün sonra küçük bir eğlence yapılacak. O zaman kocanla aynı odada kalacaksın. O zamana kadar sen götürüldüğün odadan kalıp dışarı çıkmayacaksın. Anladın mı?” deyip cevap dahi beklemeden yanımızdan çekip gitti. Ben şaşkınca ardından baka kalmıştım. Bu çok garipti.
“Hep böyleler mi?”
Sorumun muhatabı yanımda olan kadındı. Sorumu es geçti.
“Hadi odanıza çıkalım” deyip önden ilerletmek adına sırtıma destek verdi. En üst kata çıktığımız da koca şehri görebiliyordum. Diğer evlerden ve konaklardan yüksekti burası belli ki çünkü baya bir manzarası vardı. Odanın önüne geldiğimde kapıda küçük işlemeler vardı. Diğer kapılarda görmemiştim.
Kadına “Bunlar ne?” dediğimde yüzüme bakarken bakışlarını kaçırıp “Cevahir taşı derler. Birçok kıymetli taşın genel adıdır.” Dedi ve içeriyi gösterdi. Kapı açılıp içeri girdiğimde havasız oluşuna inanamadım çünkü sanki aylardır kimse buraya adım atmamış gibiydi.
“Sen otur gelin hanım ben kızları hemen yollarım yarım saate ayarlarlar buraları.”
Dudaklarımı birbirine bastırdım ve kocamın evine geldiğim ilk gün bana reva görülmüş oda ile aslında pek de kıymetli olmadığımı anladım. Bir şeylerin ters gittiğini seziyordum ama elimden bir şey gelmezdi. Bir daha amcamların yanına dönemezdim. Burada ise beni bekleyenlere göğüs gerçek zorundaydım. Kendi başıma yaşayabilir miydim bilmiyorum. Kim köyünden çıkmamış ortaokul mezunu ve benim gibi birine iş aş verir bir hayat kurmama yardım ederdi ki. Hiç kimse.
Odaya şöyle bir baktığımda tek kişilik bazalı bir yatak vardı. Yerde yatan birine göre iyiydi. Hemen kapının sağ tarafında dışarıyı gören cam vardı. Sol tarafında üç kapaklı siyah ahşaptan eski tip giysi dolabı ortada duran yatağın sağında duran üç çekmeceli komodin ve cam kıyısında eski bir masa ve sandalye. Yatağın üzerinde beyaz örtü vardı. Mobilyalarsa toz içindeydi. Yerde halı yoktu. Parke bile kirliydi. Kadın beni bırakıp gittiğinde çantamla öylece durdum ortada ve korkuyla etrafa baktım.
Artık evim olan bu konağa gelip böylesine bir odada kalmak buna mecbur bırakılmak benim açımdan hayal kırıklığıydı. Korkuyor muydum? Evet. Yapacak bir şeyim var mıydı? Hayır. Geri dönmeyi düşünemezdim. Hem ben kocama ilgi duymaya başlamıştım. Cihangir’i ilk gördüğümde kalbim kıpırdamıştı.
O benim sığındığım limandı. Kurtarıcımdı. Bana cehennem olan o evden kurtulma şansımdı. En ufacık şeyde isyan edemezdim. O nedenle önce çantamı elimden bırakmadan önce yatağın üzerindeki çarşafı aldım ve kenara koydum. Ardından çantamı üzerine bırakıp içinden bir yazma çıkardım.
Saçlarımı toplayıp yazmayı yaktığımda kapı tıklanmış içeri üç tane kız girmişti. Benden büyük oldukları belliydi. Hiç ses etmeden temizliğe giriştiklerinde bende yardım etme amaçlı bez aldım ve camı silmeye başladım.
“Siz bırakın biz hallederiz.”
“Biliyorum ama ben duramam. Hem beraber daha çabuk hallederiz.”
Bana tuhaf bakışlar atsa da bir daha yaptığıma karışmadı. Kendi aralarında konuşuyorlardı ama anlamıyordum. Kafam çok doluydu. Dördümüz gerçekten de yarım saate hallettik. Malzemeleri alıp giderken bu odanın hemen yanındaki lavaboyu bana tarif ettiklerinde onlara gülümsedim. Terlemiştim ve ellerim leş gibiydi.
Önce ellerimi yıkadım. Ardından yüzümü yıkayıp yazmayı çıkardım ve saçlarımı ıslattım. Burası sıcaktı. Fazla sıcaktı hatta. Yeniden odaya geçmeden önce karnımın gurultusu ile dudaklarımı yaladım. Açtım. Çalışmıştım ve daha fazla acıkmama neden olmuştu. Susamıştım da. Sağa sola bakına bakına aşağıya indim. Merdivenlerin bittiği yemek kokularını takip ettim.
Mutfağa girdiğimde bir sürü kadın iş yapıyordu. Nerdeyse amcamların evinin alanı kadar bir mutfak vardı. Gözlerim büyürken kadınlardan biri geçerken bana çarptı. Kendimi kenara çektim ama sıcak şerbet ayağımın birine döküldü. Acı içinde bağırırken az önce temizliğe gelen kızlar hemen yanıma koştu.
Bir sandalye çekip oturttuklarında ayağıma baktılar. Buz koydular ama çok acıyordu. Gözlerim dolarken “Bir şey mi istemiştiniz?” diye soran odada siz temizlik yapmayın diyen kızdı.
“Şey, acıkmıştım. Bir de susadım. Çok kalabalık işinize mani oldum şerbette döküldü.”
Kadınların hepsi birbirine baktı. Niye böyle yapıyorlardı anlamış değildim. Yaşça diğerlerinden büyük olan kadın yanıma gelip önce ayağıma baktı. Ardından “Fidan sen gelin hanımı odaya çıkar ben yiyecek su bir de merhem yollarım.” değince başını sallayan ve adının Fidan olduğunu öğrendiğim kız koluma girdi. Mutfaktan çıkıp merdivenleri çıkmaya başladığımız da canım çok yansa da ses edemiyordum. Odaya girdiğimiz de yatağın üzerine oturdum. Fidan yüzünü ayağıma bakıp buruştururken “Kötü yanmış” dedi.
İç çekip başımı salladım.
“Çok sızlıyor.”
Birkaç dakika sonra bir tepsi yemek ilaç ve merhem geldi. Önce merhemi sürdüm. Ardından yemeği yiyip ağrı kesici olduğunu düşündüğüm ilacı içtim. Yatağa uzandığım da gözlerim kapanıyordu. Üzerimde nikahta giydiğim elbise vardı ve terlemiştim. Uyku halimle bile bunu hissedebiliyordum.
Hoş yengeme kalsa bendeki tezek kokusu kırk yıl kırklansam çıkmazmış. Oysa biraz su biraz sabunun yapamayacağı şey yoktu. Gözlerimi ne ara kapadım tam bilmiyorum ama büyük bir nehrin hemen yanında gözlerim aralandı.
Şaşkınca etrafa bakarken nerede olduğumu anlamaya çalışıyordum. Burası bildiğim bir yer değildi. Hava kapalıydı. Su ise son hız akıyordu. Derken arkamdaki taşlar oynamaya başladı. Heyelan gibi toprakla kayalar olduğum yere doluşmaya başladıkça suyun üzerindeki asma köprünün girişine yaklaşmaya başladım. Yürüme kısımları ahşap yanlarında ise sadece büyük kalın urganlar vardı.
Yardım edin diye çığlık atmak istiyordum ama olmuyordu. Korku her yerimdeydi. Çıplak ayaklarımla ahşaba bastığım an soğukluk içimi ürpertti. Ayağımı çekmek istedim ama sanki biri tutuyor gibiydi. Oysa kimse yoktu. Yeniden adım atmak istediğimde köprü bir beşik gibi sallanmaya başladı.
Nefesim kesiliyor suya gözüm kayıyor ve resmen beni içine çekiyordu. Yavaş yavaş küçük adımlarla biraz ilerledim ama öyle çok sallanıyordum ki suya düşmem an meselesiydi. Üstelik sanki su git gide yükseliyordu. İlk seferde aşağıya baktığımda su çok uzaktı ama şimdi baktığımda sanki elimi uzatsam dokunacak gibiydim.
Kalbim öyle hızlı atıyordu ki altımdan akıp giden suyun o gümbürtülü sesini bastırıyordu. Urganı iki yanımdan tutup “Yapamayacağım. Öleceğim" diye acıyla ve korkuyla inlerken ölümü kabullenmiştim.
Nefesimi verip kendimi bırakacakken bir de arkamda bir beden belirdi. Dönüp bakamıyordum. Kimsin diyemiyordum. Siyah bir kazağın örttüğü kolunu belime sardığında sırtımı göğsüne yasladı. Benden uzundu. Yapılıydı. Güçlüydü. Çünkü bana sarıldığı an ayaklarım tahtadan kurtuldu ve onun ayaklarının üzerine denk geldi.
Benim adımımla beşik gibi sallanan o köprü bir anda öyle bir sabitlendi ki sanki demirdendi ve oynamıyordu. Yürüdük. Daha doğrusu o yürüdü ben de onunla ilerlemek zorunda kaldım. Tam bitişe yakın diğer eli oyuncak bebek kolu gibi iki yanımda duran koluma uzandı. Bedenim oradaydı evet. Hissediyor anlıyordum da ama tam da şimdi bedenim benim istediğim hiçbir şeyi yapmıyordu. Kurmalı oyuncak belki de kukla gibiydim.
Elime uzanan elinin üzerinde dahi siyah bir şeyler çizilmişti. O kadar fazlaydı ki çözemiyordum. Kaldırdığı elimin içine kendi avucundan bir şeyler koydu. Çok küçük değildi. Fazla büyük de değildi ama küçük avucum dolmuştu.
Ne koyduğuna baktığımda gördüğüm şeyler Cevahir taşlarından başkası değildi. Ben taşlara bakarken ayaklarım yeniden ahşapla buluştu. Köprü deli gibi sallanmaya başladı ve su artık köprünün altında değil üstündeydi. Dizlerime kadar ulaşıyordu. Gözlerim büyümüş nefesim kesilmişti. Gitmem imkansızdı. Hareket edemiyordum. Sadece iki adımla kurtulabilirdim ama olmuyordu. Duyduğum gür su sesi ile başımı çevirdiğimde ise artık köprü tamamen suya gömülmüş ben de elimdeki taşlarla üzerime kapanan dalganın içinde kalmıştım.