Ambulans sirenleri yankılanırken kalabalık yavaşça toplanmaya başlamıştı ama ben hiçbirini görmüyordum. Sadece kucağımda hareketsiz yatan Lara’yı… yüzüne düşen kanlı saç tellerini… dudaklarının kenarındaki solgunluğu… ve ellerimin çaresizliğini hissediyordum. Sağlık görevlileri sedyeyi getirdiğinde bağırarak karşı çıktım önce, “DOKUNMAYIN! DOKUNMAYIN!” diye haykırdım. Ama sonra biri, bir kadın paramedik, yumuşak bir sesle elime dokundu: “Eşiniz hâlâ yaşıyor. Onu yaşatabilmemiz için bırakmalısınız.” O söz, bir çığlık gibi beynimde çınladı: Yaşıyor. Yavaşça bırakabildim onu, ama ellerim hâlâ havadaydı, sanki teni avuçlarımdaymış gibi. Sedye hareket ederken bir an bile gözümü ayırmadım. Kapılar kapandı. Ambulansın içine bindiler. “Siz de gelin,” dediler ama ben sadece yürüyebiliyordum, koş

