Bir ay geçmişti. Hastane odalarının o solgun duvarları geride kalmıştı. Kurşun yarası tamamen iyileşmiş, dikiş izleri silikleşmişti artık. Ama Demir’in gözlerindeki endişe… o hiç azalmadı. Sabahları hala erkenden uyanıyordu. Benim kalkmama bile fırsat vermeden çayı demliyor, kahvaltıyı hazırlıyor, sonra da kapıya kadar montumu giydirip ayakkabımı bile getiriyordu. Ama en çok da beni tek başıma dışarı çıkarmadığı için iç geçiriyordum. Her sabah aynı sahne: “Demir, aşkım, ben bugün bir şey yapmayacağım. Sadece markete uğrayıp kitapçıya geçeceğim, yürürüm.” O anda kaşlar çatılıyor, gözler büyüyor, sesi kalınlaşıyordu: “Yok öyle yürürüm falan. Nereye gideceksen de ben götürecem, ben alacam. Sen benim karımsın, aklım sende kalacak da ben keyfime mi bakacam ha? Olmaz öyle şey.” Beni arab

