Göz kapaklarım sabaha karşı ağırlaşmıştı. Salondaki koltukta yarı uyur yarı uyanık oturuyordum. Yanımdaki kanepeye uzanmış halde yatan adamın soluk alıp verişini takip ediyordum. Her nefesiyle içimdeki gerginlik biraz daha azalıyordu. Gece boyunca birkaç kez uyanmıştı, ağrısı arttığında kısa inlemeleri olmuştu ama bilinci yerindeydi.
Gözlerini ilk açtığında sabah çoktan doğmuştu. Gün ışığı perdelerin arasından süzülüp salona usulca dolarken, sessizce doğrulmaya çalıştı. Yanına gidip hafifçe omzuna dokundum. “Sakin ol, dikişlerin açılmasın,” dedim.
Gözlerini bana çevirdi. İlk kez net bir şekilde baktı. Karanlıktan arınmış, sabaha karışmış bakışlarında hâlâ sertlik vardı ama bu kez bir şey daha eklenmişti: minnettarlık.
“Teşekkür ederim,” dedi, sesi hâlâ boğuktu ama anlamlıydı.
Başımı hafifçe salladım. “Ne olduğunu sormayacağım ama hayatta kalman için elimden geleni yaptım. Dikişlerin sağlam duruyor, ama en az iki gün hareket etmemelisin. Kan kaybın fazlaydı.”
O başını yastığa yasladı, gözlerini tavana çevirdi. Birkaç saniye sessizlik oldu. Ardından usulca konuştu.
“Adın ne?”
Bir an duraksadım. “Lara,” dedim. Sonunda söylemiştim. Bilmiyordu. Benim kim olduğumu, ne iş yaptığımı, neden yardım ettiğimi… Ama artık adımı biliyordu.
“Demir,” dedi sonra. “Benimki.”
Sadece bu. Ne soyadı, ne mesleği. Sanki isminin yeterli olacağını düşünüyordu. Belki de fazla bilgi vermek istemiyordu. Zaten yüzündeki yarı gizli, dikkatli ifade... kim olduğunu belli etmemek için uğraşan birinin maskesiydi.
Sessizce başını yana çevirdi. “Gitmem lazım.”
Söylediğinde şaşırmadım ama hoşuma gitmedi. Daha iyileşmemişti, yaraları henüz kapanmamıştı. “Daha nereye gideceksin bu halde? Ayakta bile zor duruyorsun,” dedim. Sesimde istemsiz bir öfke vardı.
“Gitmem gerekiyor,” dedi, gözleriyle kaçamak bir şekilde pencereye bakarken. “Burası fazla güvenli… benim için tehlikeli.”
“Benim için de olabilir,” dedim, gözlerine sertçe bakarak. “Beni tanımıyorsun. Ama yine de seni evime getirdim, hayatını kurtardım.”
Gözlerini bana çevirdi. O an ilk kez gerçekten konuşuyormuş gibi hissettim. “İşte bu yüzden gitmeliyim. Daha fazla bulaşma bana. Teşekkür ederim… her şey için. Ama benim varlığım sana zarar getirir.”
Ona yardım ettiğim için pişman mı olmalıydım? Hayır. Ama içimde tuhaf bir sıkışma vardı. Belki de bu adamın taşıdığı karanlık, bende merak uyandırmıştı. Belki de gözlerindeki sessiz acı, yıllardır bastırdığım kendi yalnızlığımı yansıttığı içindi.
Ayağa kalkmaya çalışırken ona yardım ettim. Dirseğinden destek verdim. “Yaraların açılabilir,” dedim uyarı tonuyla. “Bir yere gideceksen en azından yavaş git. Ya da... biraz daha kal.”
Durdu. Gözlerini kaçırmadı bu kez. “Bu teklifin içten olduğunu biliyorum. Ama kalırsam seni dağın altına gömerim. Bunu istemem.”
Sustum. Daha fazla üstelemedim. Sadece kapıya yöneldik. Ceketinin yırtık kollarını koluna geçirmeye çalışırken hafifçe inledi. Kapıyı açtım. Sabahın serinliği içeri doldu. Kuş sesleri, uzaklarda uyanan şehir...
“Yine görüşeceğiz mi?” dedim, içimden gelerek. Belki de hiç olmaması gereken bir soruydu ama dilim durmamıştı.
Bir an durdu. Omzunun üzerinden bana baktı. Yüzünde hafif, belli belirsiz bir gülümseme vardı.
“Olur da tekrar yaralanırsam… seni bulurum, doktor hanım.”
Ve sonra gitti.
Sokağın köşesinde kaybolduğunda hâlâ kapının önünde dikiliyordum. Adımlarını duymuyordum artık. Sadece içimde tuhaf bir boşluk kalmıştı. Hiç tanımadığım bir adam… ama aklımda yer eden bir yabancıydı artık.
Demir.
Kimdi? Neden yaralanmıştı? Neden o sokağın ortasında, kimseler yokken ölüme bu kadar yakın haldeydi? Üzerindeki kıyafetlere bakılırsa zengin bir adamdı. Belki de sadece zengin değil, gücü olan biriydi. Ceketin etiketine gözüm kaydığında mideme bir düğüm oturdu.
Benim bir yıllık maaşımla alabileceğim bir markaydı. Üstelik silahı vardı. Kurumuş kanlar, o pahalı kumaşın üzerinde çirkin bir gerçek gibi duruyordu. Bu adamda bir şeyler vardı. Gözlerindeki ifade, konuşma tarzı, saklamaya çalıştığı geçmiş... Bambaşka bir dünyanın adamıydı. Ve sabah olup da arkasında sadece birkaç damla kan ve yorgun bir teşekkür bıraktığında, ben o yabancının adını biliyordum ama kimliğini hâlâ bilmiyordum.
Her şeyi olduğu gibi evde bırakıp işe gittim. Ne Gülce’ye anlattım, ne Elif’e. İçimde bir sır gibi taşıdım onu. Gülce beni görünce her zamanki gibi “Günaydın,” dedi, ben de başımı sallayıp geçtim. Elif dosyalarla boğuşurken bana dönüp, “Uykusuz görünüyorsun sorunmu var " diye sordu. “Yok,” dedim. “Biraz zor uyudum.” Gerisi gelmedi. Hiçbiri sorgulamadı.
Zaten bazı günler sessizleştiğimde susmayı öğrenmişlerdi. Ama o gün içim konuşuyordu. Aklım, gecede, o koltukta sessizce oturan adamda kalmıştı. Her hastaya dokunduğumda, her reçete yazdığımda, gözlerimin önünden onun yorgun ama kararlı bakışları geçiyordu.
İş bitiminde saat altıya yaklaşıyordu. Hava hâlâ aydınlıktı. Arabayı otoparka doğru yürümeye başladım. Telefonum çaldı, ama tanımadığım bir numaraydı. Açmadım. İki adım sonra arkamdan gelen ayak seslerini fark ettim ama dönmedim. Gün boyu yorgundum ve sadece eve gidip uzanmak istiyordum.
Tam anahtarımı çantamdan çıkarırken biri kolumdan tuttu. “Ne yapıyorsunuz?!” demeye kalmadan, biri ağzımı kapattı. Kalbim yerinden çıkacak gibiydi. Çırpınmaya çalıştım ama biri kolumdan tutuyor, diğeri beni sürüklüyordu. Çığlık atamadım. Nefesim kesildi. Gözlerimi çevirdim ama etrafta kimse yoktu. Herkes çoktan çıkmıştı. Otopark bomboştu.
Bir arabanın kapısı açıldı. Beni içeri ittiler. Gözüm karardı.
Soğuk, metal bir zemine çarptım. Başım dönüyordu. Araç hızla ilerliyordu, kasislerden geçerken bedenim savruluyor, bileklerim uyuşuyordu. Gözlerimi açtığımda her yer karanlıktı. Ağzım bantlanmıştı, ellerim arkadan sıkıca bağlanmıştı. Ne kadar süre geçti bilmiyorum ama araç sonunda durdu. Kapı açıldı. Kalın kollar beni dışarı çekti, yerde sürüklendim. Dizlerim yere çarpınca canım yandı. Sonra biri kolumdan tutup ayağa kaldırdı ve sertçe itti.
Paslı bir kapı gıcırdayarak açıldı. Beni içeri soktular. İçerisi boş bir depoydu. Rutubet kokuyordu. Yere fırlatıldım. Ağzımdaki bantı çekip çıkardılar, nefes almak isterken öksürdüm.
“Konuşma sırası sende doktor hanım,” dedi biri. Sesinden genç olduğu belliydi ama bakışları soğuktu. Yanındaki adam sustu, sadece izliyordu. Üçüncü adam, diğerlerinden farklıydı. Siyah gömleği ütülüyken, bakışları bir kurdu andırıyordu. Yanıma çömeldi. “Demir Yücel nerede?”
Bir an anlayamadım. Yüzümdeki şaşkınlık ifadesini görünce dişlerini sıktı. “Bak. Bize oyun oynama. Onu tanıdığını biliyoruz. Sokağın ortasında bulmuşsun, evine götürmüşsün. Kaçtığını sanıyor ama kaçamaz. Nerede olduğunu söyle.”
“Tanımıyorum onu,” dedim. Sesim titriyordu ama kararlıydım. “Gerçekten… Kim olduğunu bile bilmiyordum. Sadece yaralıydı. Yardım ettim.”
Diğer adamlar sinirle homurdandı. Siyah gömlekli adam başımı geriye itti, saçımı kavrayıp yüzüme yaklaştı. “Bizi salak mı sanıyorsun?”
“Yemin ederim…” dedim, nefesim kesilirken. “Sadece doktorum. O gece… kim olduğunu bile sormadım.”
Bir anda silahını çekti. Soğuk metal alnıma dayandı. “Demir Yücel şu an nerede?”
Tüm vücudum titremeye başladı. Gözlerim doldu ama ağlamadım. Sadece nefesimi tuttum. “Bilmiyorum,” dedim kısık sesle.
“Yanlış cevap,” dedi fısıltıyla.
Silahı kafama daha çok bastırdı. "Güzelliğine yazık olacak. O adam bizden kaçamaz güçlü bir adam ola bilir ama ben daha güçlüyüm"
Korkudan titriyordum galiba buraya kadardı tanımadığım bir adama yardım ettiğim için ölecektim. "Şimdi ya Demirin yerini söyle yada öl" korkuyla adama baktım.
"Bilmiyorum dedim yaa"
"Salak mı sandın lan bizi. Peki bunu sen istedin"
Tam tetiği çektiği anda bir silah sesi yankılandı. Kulağımın dibinde patlayan sesle birlikte her şey bir anda karıştı. Kafama dayanan silah yere düştü, adam arkasını dönmeden önce alnından vurulmuş gibi yere yığıldı. Gözlerim büyüdü. Nefes alamıyordum. Şoktaydım.
Diğer iki adam hemen silahlarına davrandı. Biri “GELİYORLAR!” diye bağırdı. Ardından çatışma başladı. Kurşun sesleri, bağırışlar, çelik kapının ardından gelen yankılar... Kulaklarım uğulduyordu. Herkes panik içinde sağa sola kaçışıyordu. Bir adam saklandığı kutuların arkasından ateş ederken vuruldu, kanlar içinde yere düştü. Diğeri de kapıya yönelmişti ama o da birkaç saniye içinde yere serildi.
Depoda şimdi yalnızca ölü sessizliği vardı.
Sadece kalbimin çarpıntısını duyuyordum.
Sonra ayak sesleri yaklaştı. Kapıdaki gölgeler büyüdü. Siyah botlar, koyu pantolonlar... Sonunda biri içeri girdi. Silahı hâlâ elindeydi. Karanlıkta yüzünü seçemiyordum ama adımlarını tanımıştım.
Demir.
Yavaşça yaklaştı. Gözleri doğrudan benimkilere kilitlenmişti. Yanıma çömeldi. Bileklerimdeki ipleri bıçağıyla kesti. Bedenim serbest kalınca nefesim geri geldi sanki. Dizlerimin üzerine yığıldım ama o beni tuttu.
“İyi misin?” dedi. Sesi hâlâ aynıydı. Sert ama bu kez içinde başka bir şey vardı. Telaş, öfke… ve suçluluk.
Başımı salladım ama konuşamadım. Boğazım düğüm düğümdü.
Neye bulaşmıştım ben