"Murat! Defol git diyorum sana. Def-ol! İstemiyorum seni ya... Yeter. Çık git hayatımdan, düş yakamdan artık. Anlıyor musun? Düş!"
“Anlamayan, anlamak istemeyen sensin Nisa. Görmüyor musun? Senden son bir şans istiyorum.”
Nisa, Murat’ın bu sözü üstüne, kısa bir süre önce yaptıkları konuşmayı anımsayınca ellerini beline atıp kaşlarını kaldırdı. Murat’ın cesareti ve inadı öfkesini kat be kat arttırıyordu.
“Öyle mi?” dedi Murat’a bir adım yaklaşarak ve devam etti; “Çok sevgili valideciğinin bundan haberi var mı peki?”
“Olması gerekir mi?”
“Bilmem, sence gerekmez mi?” dedi Nisa ve gözlerini gökyüzüne dikip kollarını geriye doğru açarak; “Çattık ya!” dedi. Ardından tekrar Murat’a indirdi sert bakışlarını. “Oğlum, annen sana bizzat benim yanımda, bir daha bu kızla görüşmeyeceksin, dedi mi?”
“Evet ama…”
“Başlatma ama’na! Sana bunu dedi, değil mi? Peki sen ne cevap verdin ona?”
“Ama o…”
“Ama ne ama? Ama yok! Sen de o çok sevgili valideciğine, tamam anneciğim bir daha onunla görüşmeyeceğim, dedin mi demedin mi? Tekrar hatırlatayım; benim yanımda…”
“Evet ama…”
“Eeh! Yeter be! Ama, ama, ama... İlkokul çocuğu gibi… Bu ne be! Yeter! Sıkıldım senden. Git başımdan Murat! Def ol!”
Nisa, son cümlesinde adeta kükremişti eski sevgilisinin yüzüne karşı. Gittikçe katlanılmaz bir hal alıyordu bu durum. Bir insan nasıl bu kadar yüzsüz olabilirdi, anlamıyordu. Tüm o konuşmalardan sonra nasıl hala peşinden koşabiliyordu? Hem, daha kaç kez kovması gerekiyordu onu yanından? Ne yapması gerekiyordu gitmesi için, bilmiyordu. Aşkın gözü bu kadar da kör olamamalıydı. Sözlerinin Murat üzerinde hiçbir etkisi olmadığını fark edince öfkeyle önüne dönüp hızlı adımlarla yürümeye devam etti. Murat ise kararlı adımlarla peşinden gidiyor ve Nisa’nın kulaklarını tırmalıyordu.
"Ben bütün bu sorunları aşabilirim. Sadece seni geri kazanmak istiyorum. Hem, görmüyor musun kızım? Adam aldatıyor seni. Gözünün önünde tokadı yedi. Bir de bana ana kuzusu diyorsun. Bu adam baştan aşağı kılıbık çapkının teki… Görmedin mi, ağzını açıp tek kelime edemedi kıza? Bir de tutmuş seninle buluştuğu yere sevgilisini çağırmış, mal," deyince, Nisa daha da öfkelenerek arkasını döndü ve Murat'ın üzerine yürümeye başladı konuşurken. Konuşmak da değil adeta haykırıyordu.
"Sana ne lan, sana ne?" dedi bir elini kaldırıp paylarcasına ona doğru uzatırken. "Kalp benim, yürek benim. Kimi istersem onu severim. Senin gibi ana kuzusu seveceğime gider Kazanova’nın birini severim. Yeter, ne yüzsüzsün ya… İstemiyorum dedikçe peşimden geliyorsun. Takıntılı psikopat mısın nesin? Çık git artık ya…" deyip öfkeyle önüne döndü tekrar ve hızlı adımlarla yürümeye devam etti. Burnundan soluyordu. Sahildeki kafeden çıktıktan sonra Karaköy'ün dar sokaklarından birine kendini atmış söylene söylene yürüyordu. Murat ise yediği son azardan sonra artık peşini bırakmıştı.
"Hayır, yani anlamıyorum. Bela mıknatısı mı taşıyorum ben, bilemedim ki? Çekiyor arkadaş, belayı çekiyor bu beden. Her şeyi geçtim de bu ana kuzusunun önünde aldatıldım ya ona yanıyorum. Adama da yazık, kız arkadaşından oldu. Ah Nisa ah! Kendine hayrın yok anladık da, bir de millete sebep oluyorsun."
Yaptıklarına kıza söylene yürürken bir an kendisini yurdun önünde buldu. Onca yolu nasıl yürümüş, ne ara yurdun kapısına kadar gelmişti, farkında bile değildi. Bir hışımla içeri girerken kapıdaki güvenlikçiye selam verip hızlı adımlarla odasına çıktı.
Stresli günün peşinden sıcak bir duş almayı planlamıştı rahatlamak için. Sonra da kantine inip televizyonun karşısına geçecek ve boş olan kantinin tadını çıkaracaktı.
Tek kapılı mavi metal dolabının kilidini açtı. İçinden havlu, lif, şampuan ve sabununu alıp banyo terliklerini ayağına geçirdi ve duş kabinlerinin yolunu tuttu. Kabinlere göz gezdirdi fakat ortalıkta kimsecikler yoktu. İşte bu çok ilginçti. Sıcak su saatinde banyo alanının böylesine ıssız olması görülmüş şey değildi. Şaşkınlıkla etrafına bakınarak boş kabinlerden birine girdi.
Nisa, aklındaki gereksiz soru işaretlerini zihninden uzaklaştırıp üzerini çıkardıktan sonra duşun sıcaklığını ayarlayıp altına sokuldu. Sıcak su bedeni ile birlikte sinirlerini de gevşetmişti. Çıplak vücudundan aşağı süzülen her bir damla, sıkıntılarını da alıp götürüyordu parmak uçlarından yere süzülürken. Bir süre berrak suyun altında zihnini boşalttıktan sonra şampuanını döküp saçlarını köpürtmeye başladı. Ardından tam durulanacaktı ki birden su buz kesildi. Saati hatırladı ama henüz sıcak su saati dolmamıştı, diye düşünürken bir gün önce yapılan duyuruyu hatırladı. Kazanlar temizleneceği için sıcak su yarım saat erken kesilecekti. Tevekkeli değil, bütün kabinler bu yüzden boştu. Aksi takdirde duş almak için en az üç kişilik bir sıraya girmesi ve dakikalarca beklemesi gerekirdi.
Nisa bu önemli ayrıntıyı unuttuğu için kendine ve kaderine küfrederek daha da öfkelendi ve buz gibi suyun altında titreye titreye durulandıktan sonra havlusuna sarılıp çıktı kabinden. Bu lanetli günde bütün aksilikler onu buluyordu. Ya birinden sağlam bir beddua almıştı ya da gerçekten bir kâbusun içinde debeleniyordu.
Şapırdayan terliklerini peşinden sürüyerek odasına döndü ve üzerini giyinip saçlarını kuruttuktan sonra kantine indi. Büfeden bir profiterol alıp televizyonun hemen karşısındaki masaya oturdu. Yemek saatine daha çok vardı ve masalar boştu. Öğrencilerin birçoğu dersteydi muhtemelen. Kendisi de öğleden sonra girdiği laboratuvar dersinde föyünü çalışma odasında unuttuğu için derse kabul edilmemiş ve telafiye bırakılmıştı. Bu ikiydi ve bir kez daha aynı şeyi tekrarlarsa dersten kalacaktı. O da, dersten atılmak kaçınılmazsa zevk almaya bakacaksın, diyerek okulu kırmış ve biraz dolaşmak için İstiklal’e gitmişti ama orada da malum aksilikler peşini bırakmamıştı bir türlü.
Fırsattan istifade yan masadaki kumandayı kaptı ve televizyonu açtı. Kantinde kumandaya sahip olmak okulun en yakışıklı adamına sahip olmaktan daha da havalıydı belki de. Hemen hemen her akşam izlenecek kanal üzerine kavgalar edilirdi. Kumanda kimdeyse televizyonun hâkimiyeti de onun üzerindeydi, tabii. Genelde bu saatlerde derste olduğu için kanallarda hangi programların olduğunu bilmiyordu. Uzun süren ve kendini tekrar eden bir kaç zapingden sonra bir evlendirme programında durdu. Bu insanlar ne anlıyor da izliyordu böyle şeyleri, anlam veremedi. İki kız bir adam için kavga ediyor, adam da bıyık altından gülerek onları izliyordu ve nihai son, adam ikisini de sepetledi. Bu kızlar tam anlamıyla aptaldı. "Arkadaş daha yaşın on sekiz, gelmişsin otuz üç yaşındaki adama talip olmuşsun. Yahu erkeksiz köyden mi geldin kardeşim? Hiç mi adam yoktu yaşadığın yerde? Onu da geç, bu yaşta acelen nedir ki, evde kalmış kız kurusu gibi kendini evlencem de evlencem diye ekranlara atmışsın? Haksız mıyım Ayşe abla?" deyip arkasına döndü ama Ayşe ablasının yerinde yeller esiyordu.
Nisa yeniden önüne döndü. Bir yandan tatlısını yiyor bir yandan da ekrandaki yüzlere kendi kendine laf yetiştiriyordu. Plastik kâsenin dibini sıyırdıktan sonra su almak için tekrar büfeye yöneldi fakat kasada hala kimse yoktu. Büfenin küçük kare camından içeriye sarkarak seslenmeye başladı.
"Ayşe abla... Orda mısın? Kimse yok mu, huuu ! Su aldım ben, parasını ödeyeceğim."
Nisa, biraz sonra siyah perdenin ardından ağır çekim çıkan adamı görünce okkalı bir küfür savurdu içinden. Artık bir kâbusun içinde debelenip durduğundan hiç şüphesi yoktu ve daha da korkunç olanı hiç kimse gelip dürtmüyordu uyandırmak için. Her şey tamamdı da bu bal gözlü ayının burada da karşısına dikilmiş olması tam anlamıyla kör talihinin anlamsız bir şakası olabilirdi ancak.
Serkan ise kızı karşısında görünce define bulmuş bir avcı edasıyla gerdi gözlerini. Gökte ararken yerde bulmuştu bu cadıyı. Kader onu avuçlarının içine bırakıvermişti. Koskoca İstanbul'da bu kızı nasıl bulurum diye dertlenirken şansı yaver gitmiş ve hiç ummadığı bir yerde onu karşısına çıkarmıştı.
Nisa tam fark edilmemiş olmayı dileyerek arkasını dönüp kaçacaktı ki adam seslendi arkasından.
"Sen! Sakın bir yere kıpırdama, geliyorum. Eğer kaçmaya kalkarsan yemin ederim yukarı çıkar, bütün odaları arar, yine bulurum seni. "
"Aman! Senden mi korkacağım be? Gitmiyorum bir yere, de ne diyeceksen," dedi ve kollarını birbirine bağladı.
Serkan başını küçük camdan dışarı uzatıp kıza iyice yaklaştı ve kulağına eğildi.
"Ben şimdi yan kapıdan geçip oraya geleceğim ve sen de olduğun yerde beni bekleyeceksin. Anladın mı? "
"İyi be! Buradayım işte, bir yere gittiğim yok," dedi ve hapşırdı. Az önce aldığı soğuk duşun ardından gelen kaçınılmaz bir sondu bu. Hasta oluyordu.
"Bari ağzını tut hapşırırken. Bir de bana kibarlık dersleri veriyorsun," dedi Serkan kızın yanına geldiğinde.
"Sen ne arıyorsun burada? Kız arkadaşının intikamını almaya mı geldin?" diye sordu Nisa masasına doğru yürürken. Bir yandan da burnunu çekiyordu. Serkan da önünde yürüyen kızın peşinden gidiyordu. Nisa masaya otururken Serkan görevlileri kontrol etmek için başını kantinin kapısına uzattı ama kimse yoktu koridorda. Zaten bu saatte herkes işiyle gücüyle uğraşırdı ve kimseye fark ettirmeden bu cadıyla konuşup tekrar geri gidebilirdi.
"Onun da sırası gelecek. Ama daha önce yapmamız gereken şeyler var," dedi.
"Bu sorumun cevabı değil," dedi Nisa işaret parmağını sallayarak. "Burada ne işin var?" Her bir kelimeyi tane tane vurgulayarak söylemişti bunu.
"Burada olmamın seninle bir ilgisi yok. Aslına bakacak olursak seni bulabileceğimi sanmıyordum bile. Şans işte. Sadece iş için buradayım."
"Hadi oradan! İş içinmiş. Besbelli beni takip etmişsin işte."
"Bana bak, sana yalan borcum yok Aslında borcu olan biri varsa o da sensin ve şimdi borcunu nasıl ödeyeceğini konuşacağız. Soruna gelince, burada ürün denetleme müdürünün asistanlığını yapıyorum. Yanında staj görüyorum. Buraya da denetleme için her üç ayda bir geliriz. Memnun oldun mu?"
"Bana ne be, ne memnun olacağım? Onu sevgilin düşünsün. Hem şimdi senin çok sevgili müdürünün yanında olman gerekmiyor mu?" derken bu durumdan sıyrılmanın yollarını arıyordu Nisa ama bugün pek şanslı sayılmazdı.
"Evet, ama sigara molası verdi. Ben de yiyecek bir şeyler bulma ümidiyle kantine girince seni buldum. Ne şans ama!"
"Değil mi, değil mi? Ben de bu 'muhteşem' şansıma içten içe teşekkürlerimi(!) sunuyordum kibar bir dille. Peki, benden ne istiyorsun?" dedi ellerini iki yana açarak.
"Ne isteyebilirim? Kız arkadaşımla aramızı mahvettin. Şimdi bozduğun şeyi tamir etmeni istiyorum."
"Nasıl?"
"Gidip ona gerçeği anlatacaksın. Zorla masasına oturdum, senin geleceğini söyleyip beni kovaladı ama ben gitmedim, çünkü inatçı cadının tekiyim diyeceksin."
"Ne diyeceğim, ne? Ruh hastası mısın oğlum sen? Hem bana ne! Kız arkadaşın bunca yıldır seni tanımamışsa ve hala onu aldatacağını düşünüyorsa bu ikinizin problemi. Beni ilgilendirmez." Kollarını bağdaş kurup keyifle geriye yaslandı.
"Bal gibi de ilgilendirir. Sen elimi tutup aşkımlı cicimli konuşmasaydın bütün bunlar olmayacaktı. Zorla masama oturdun, yetmedi kucağıma oturacaktın nerdeyse."
Nisa, Serkan'ın bu son söylediklerini duyunca iyice öfkelendi.
"Sen kimsin be senin kucağına oturayım, öküz. Lafını bil! Hem sen önce bir kızla nasıl konuşulacağını öğren. Zaten o kızı nasıl tavladın, hala şaşırıyorum. Ne bulduysa sende güzelim kız? Var demek onun da bir kusuru. Sana katlandığına göre…"
"Düzgün konuş kızım. Ben o yeni yetme sevgiline benzemem! Pişman ederim seni." dedi ve bir an ekrandaki görüntü çekti dikkatini. Yeniden Döndü Nisa'ya; "Bana laf edene bak hele. Dinime küfreden Müslüman olsa bari… Sende bu çene varken daha çok koca ararsın o evlendirme programlarından," dedi Serkan televizyonu göstererek. Nisa ise iyice sinirlenmişti artık. Plastik sandalyesini gürültüyle geri çekip ayağa kalktı.
"Sana ne be, ne izlersem izlerim. Oğlum! Derdim koca olsa elimi sallasam ellisi. Ama senin gibi öküzlere çobanlık edecek değilim. Hadi git işine. Kızı da nasıl kandırıyorsan kandır. Beni rahat bırak," dedi ve kapıya yöneldi ama iki adım attıktan sonra olduğu yerde çivilenip kaldı. Karşısında yurt müdürünü kendisini izlerken görünce kuvvetli bir küfür daha salladı içinden. Şayet bugün sağ salim biterse iki aylık bursunu biriktirip kurban kesmeye yemin etti. Artık bu kadarı kaderin bile ötesindeydi ve hiçbir anlamı yoktu. Oysa Nisa insanların yaşadığı her ânın bir sebebi ve kaderle bir bağı olduğuna inanırdı. Bu ise sadece kâbus olabilirdi uyanmayı beklediği.
Müdür kaşlarını çatmış gözlerini Nisa'ya dikmişti. Arada da Serkan'a kayıyordu bakışları. Suskunluğu ise uzun sürmedi.
"Nisa! Seni odamda bekliyorum. Serkan Bey sizi de," dedi parmağıyla ikisini işaret ederek. Bu sayede birbirlerinin isimlerini de öğrenmişlerdi tabii. Zira daha önce ikisi de kavga etmekten sormaya fırsat bulamamışlardı.
Nisa, eli mahkûm tıpış tıpış gitmişti müdürün peşinden, başı önüne eğik. Serkan da onun hemen arkasındaydı. Peş peşe odaya girdiler.
Müdür siyah saplı, metal çerçeveli gözlüğünü her zamanki gibi parmağıyla burnundan yukarı ittirdi ve sakince konuşmaya başladı ama Nisa bu sakinliğin ardından fırtına kopacağını da çok iyi biliyordu.
"Nisa! Ben seni daha önce kaç kez uyardım?" Oldukça yumuşaktı sesi, şimdilik! Nisa bunun bir soru olmadığının farkındaydı. Bu yüzden cevap vermedi. Sonra Serkan'a çevirdi bakışlarını adam.
"Hadi buna alıştık," dedi Nisa'yı işaret ederek ve devam etti. "Sizin kız yurdunun kantininde hatta masasında ne işiniz vardı?"
"Efendim, ben bu arkadaşı daha önceden tanıyorum. Aramızda bir konu vardı halletmemiz gereken, onu konuşuyorduk."
"Ben size tanışıklığınızı sormadım. Kızların kantininde ne işinizin olduğunu sordum. Bunun yasak olduğunu bildiğinizi düşünüyorum," dedi. Serkan da müdürü onaylarcasına başını evet anlamında salladı. Müdür birkaç saniye düşündükten sonra Serkan'a döndü yeniden.
"Serkan Bey, sizi az çok tanıyorum. En azından bu durumun ilk kez yaşanıyor. Bu yüzden bu seferlik görmezden geliyorum ve sizi uyarıyorum. Eğer tekrar ederseniz işvereninizle görüşeceğim ve gerekeni yapmasını isteyeceğim. Şimdi çıkabilirsiniz," deyince Serkan teşekkür edip dışarı çıktı. Tam Nisa da arkasından çıkıyordu ki müdürün sesi yankılandı Nisa'nın kulaklarında.
"Sen kal!"
İşte bu hiç iyi değildi. Mecburen iki adım geri atıp eski yerine döndü. Ellerini önünde birleştirip başını önüne eğdi. Biliyordu ki asıl fırtına şimdi geliyordu.