3. Bölüm “Sanrı - Kurtuluş”
Aybige Türkeli…
Çok üşüyorum ve tüm vücudum acıdan sızlıyor. Boğazım kupkuru… Üstelik sadece boğazım değil, sanki içimde kurumuş gibi. Çok susadım; yutkunacak tükürük bile kalmamış sanki ağzımın içinde. Dudaklarım da acıyor; sanırım kuruluktan. Omzuma yine iğne yapıldı ve yeniden karanlığa çekildim.
❤️🩹❤️🩹❤️🩹❤️🩹🖋️🖋️🖋️🖋️
Evimizin salonundayım. Kucağımda Elif’im var; henüz 2 aylık. Gazı olduğu için kucağımda pışpışlayıp sakinleştirmeye çalışıyorum. Yatak odasından annem ve babamın tartışma sesleri geliyor. Babam, annemi bir şeye ikna etmeye çalışıyor ama ne olduğunu bir türlü anlayamıyorum.
Babam;
“Bizden böyle kolay vazgeçemezsin.” dedi.
Annem olacak o kadın ise;
“Her şeyi en baştan açık açık anlattım. Senden hiçbir şey gizlemedim. Bu çocukların hiçbirini ben istemedim; kendi nefsanî arzuların için yaptın sen bu çocukları. Anlaşmamız belliydi, vakit geldi.” dedi.
Zaten o günden sonra bu konuşmaları sık sık duyduk. Babam annemi ikna etmeye çalıştı ama annem ikna olmadı.
Yaz ya da kış demeden, evde ne kadar yoğun iş olursa olsun annem mutlaka günde bir defa dışarıya çıkar, deniz kenarına gider, denizi izleyip yeniden eve gelirdi. Daha doğrusu, bize böyle söylerdi. Sürekli;
“Deniz olmayan yerde yaşayamam. Bir gün denizi izlemesem, deniz görmesem yemek yememiş, su içmemiş gibi hissediyorum kendimi.” derdi.
Şimdi duyduğumuza göre İç Anadolu’da, Niğde’de küçük bir ilçede yaşıyor. Demek ki deniz görmeden de yaşayabilirmiş. Bizi tercih ettiği o adam, annem olacak kadın için çok kıymetliymiş.
Kaçıp gittiği adam, kabadayı desek değil, mafya desek hiç değil. O ilçede herkesin çekindiği bir adammış; sadece belası bize bulaşmasın, ne hâli varsa görsün manasında çekinildiği… Yoksa çok güçlü kuvvetli biri değil; zengin biri de değil. Hatta maddi olarak babamdan daha zayıf. Zengin olsa belki bir yerde aklımıza şu gelirdi, annem rahat hayat yaşamak istedi, babamın imkânları onu tatmin etmedi, o da parayı seçti, derdik. Ama adam hem fakir, hem belalı hem de pisliğin önde gideni… Annemi tehdit ya da şantajla kaçırıp yanında tutuyor ihtimaline sığınmak istedim bir dönem ama o da boş çıktı. Çünkü babam polisti. Henüz emekli olmamıştı. Mutlaka tehdit veya şantaja çözüm bulur, annemin bizimle kalmasını sağlardı. O kadın bile isteye gitti bizden. Bir polisten sonra azılı bir suçluyla yaşamaya başladı.
İlk zamanlar ulaşmak istedim ona, hesap sormak için. Ama kesinlikle görüşmedi bizimle. Sonra tamamen koptuk. Bir gün bile ne o bizim peşimize düştü ne de biz onun.
❤️🩹❤️🩹❤️🩹
Gözlerimi açtım.
“Suuu…” diyebildim, inler gibi…
Yere kırmızı, geniş, kare bir halı serilmiş. Mağaranın içinde kırmızı halı ne alaka? Zaten gözümün birini açıyorum; diğerine tekme attıkları için sanırım şişmiş ve kapanmış. Görüntü biraz daha netleşti. Kırmızı halı gerçekten var, yere serilmiş o kırmızı halının üzerine, lüks diyebileceğim ahşap bir masa konulmuş. Deri, oldukça geniş koltuk var. Mağara içinde ofis mobilyası. Biri oturuyor o koltukta; boyundan aşağısını görebiliyorum.
Adamın elleri masanın üzerinde… Boğuk boğuk sesler geliyor ancak bir türlü net duyamıyorum hiçbir sesi. Tek anladığım tartışıyorlar. Oturan kişi aniden elini masaya vurup ayağa kalktı. Birilerine kızıyor, bir şeyler söylüyor. Daha sonra hızlıca mağaradan çıktı. Üzerinde tertemiz siyah bir takım elbise var. Hatta kravat bile takılı. Siyah rugan ayakkabı… Toz dahi olmamış. Buraya hangi yolla geldi de öyle temiz kaldı? Veya bu gelen kimdi de onun için kırmızı halı, masa, sandalye ayarlandı? Şu yaşadığım olayları düşündüğümde hâlâ kararlıyım: pembe ejderha daha mantıklı…
O sırada boğuk boğuk gelen seslerin düzeldiğini fark ettim.
“Hadi kalk! Şu sudan yudum yudum iç. Ölür gidersen hepimizin canını alacak bu.” dedi biri.
Acaba kim, bu dediği kişi?
Suyu içince biraz daha kendime geldim. Daha sonra aniden kalın sesli biri bağırdı:
“TSK geldi! Baskın yedik!” dedi.
Derin bir nefes alıp verdim ve “Oh!” dedim.
“Sonunda geldiler… Benim için geldiler, beni kurtarmak için geldiler…” dedim.
Silah sesleri duyuldu. Gözlerimi sıkıca kapattım, dua etmeye başladım: “Ne olur Allah’ım, benim yüzümden hiçbir asker yaralanmasın. Değil kurşun, taş bile isabet etmesin Şerefli Türk Askerine.” dedim.
Sonra silah sesleri azalınca gözlerimi açtım. Bu anları görmek istiyorum. Mağaranın girişinde iriyarı, heybetli bir asker var. Tam teçhizat dediğimiz türden. Arkasında da başka askerler… Kitaplarda yazdığım gibi, beni kurtarmaya askeri bir tim gelmiş. Çok heyecanlandım. Buradan bana iyi bir kurgu çıkar dedim önce, daha sonra, saçmalama deyip tekrar izlemeye başladım.
Başucumda duran adam şakağıma silah dayadı ve;
“Bir adım daha atarsanız kadını vururum!” dedi.
Askerler bir adım atmadı; onun yerine bir kurşun sıktı. Adamın neresine sıktıysa, terörist yeri boyladı. O bana kurşunu sıkamadan kendisi cehennemin dibine gitti.
Ayak sesleri duydum. Askerler bana yaklaştı. Yüzlerinde maskeler olduğu için sadece gözlerini görebiliyorum. İlk etapta göz göze geldiğim bir asker, benim hâlimi görünce acır gibi baktı; gözlerindeki ifadeden anlıyorum.
Kararlı sert bir ses tonu ile;
“Merhaba Kalem-i Tomris, Ben Yüzbaşı Zafer Dağlıca… Gölge Kurt Timi olarak seni kurtarmaya geldik. Geç kaldığımız için özür dilerim.” dedi.
Daha sonra, başka yöne bakıp;
“Sıhhiye! İlk müdahaleyi dikkatlice yap. Skorsky gelene kadar herhangi bir tehdit unsuru yok.” diye başka birine seslendi.
Galiba sıhhiye dediği kişi kimse o geldi; yanında da başka bir asker daha. Önce elimi ayağımı çözdüler. Omuzlarım sanki nefes aldı serbest kalınca. Yere yumuşak bir mat serdiler, dikkatlice beni onun üzerine taşıdılar. Yüzüme, özellikle de gözüme pansuman yaptı sanırım. Sonra el ve ayak bileklerimle ilgilendi.
“Su…” dedim tekrar.
Sesini duyunca kadın olduğunu anladım benimle ilgilenen askerin;
“İç kanama riskin var. Dayak yemişsin, belki de iç organlar hasar aldı. Su veremeyiz sana şimdi. Bulantı ve kusma yapar. Sadece damar yolu açacağım, serum takacağım. Serumun akışı çok yavaş olacak; asıl amaç seni hayatta tutabilmek. Dediğim gibi iç kanama riskin var, çok dikkatli olmamız lazım. Merak etme, daha profesyonel müdahale için birazdan seni buradan çıkaracağız. Yaklaşık 20 dakika daha dayan ve kendinde olmaya çalış.” dedi.
“Dayak yedim ve sürekli omzuma iğne yaptılar. Sizden az bir süre önce su içirdiler. İç kanama var mı bilmiyorum. O yapılan iğne nedir onu da bilmiyorum.” dedim. En azından bilgi verip işini kolaylaştırmak istedim.
“Tamam, tahlillerde neyin ne olduğunu öğreneceğiz. Dediğim gibi, lütfen bizimle kal. Ara ara konuşmaya devam et.” dedi.
“Tamam.” dedim.
Damar yolu açıldı. Sanki gerçek değil de rüya gibiydi. Serum takıldı ve bir süre sonra helikopter uğultusu duyuldu. Sedye ile dikkatli bir şekilde beni helikopterin içine taşıdılar.
Sıhhiye denilen kadın asker helikopterin içinde de benimle ilgilendi. Sorular sordu ama verdiğim cevabı sanki helikopterin içindeki herkes dikkatle dinliyor gibi hissettim. Bu durum beni açıkçası utandırdı.
“Sana kötü bir şey yaptılar mı? Sadece dövdüler mi? Onun dışında başka bir işkence ya da kötü muamele gördün mü?” diye kısık sesle sordu.
“Sadece tekmelediler.” dedim
Cevabım az da olsa hoşuna gitti kadın askerin.
“Kimdi peki? Hatırlıyor musun? Herhangi bir isim veya görüntü?”
“Videoda konuşan ergen tiplerdi sanırım. Bir süre sonra bütün sesleri uğultu şeklinde duydum. Omzuma yapılan iğneler bana gerçeklik algımı kaybettirdi. Yaşadıklarım rüya mı yoksa gerçek mi, şu an ayırt edemiyorum.” dedim.
Kadın asker;
“Uzun cümle kurabiliyorsun, mental olarak bilincin yerinde. Ama dediğim gibi, iç kanama ya da organ hasarı var mı, bunu ancak merkezde öğrenebiliriz.” dedi.
“Neredeyiz?” diye sorabildim.
“Şükürler olsun ki bize yakın dağlık bir bölgeye kaçırılmışsın. Hakkari Kato Dağı'nda bir mağarada 76 saattir rehin tutuluyordun. Şimdi Hakkari Dağ ve Komando Tugayı’na doğru ilerliyoruz. Orada seninle detaylı bir şekilde ilgilenebileceğiz.” dedi.
Düşünmeye başladım, İstanbul merkezden Hakkari’ye nasıl kaçırdılar beni.? Bu kadar detaylı planı nasıl yaptı bu ergenler… Hâlâ aklım almıyor. İddialıyım; pembe ejderha daha mantıklı dedim…
Gülüşme sesleri geldi.
Sanırım pembe ejderha daha mantıklı kısmını içimden değil dışımdan söyledim…
“Özür dilerim… Sesli düşündüm bir an…” dedim.
Kadın asker;
“Sorun değil, yeter ki bizimle kal…” dedi.
Gölge Kurt Timi… Beni kurtaran Yüzbaşı Zafer Dağlıca… Resmen yazdığım anları bir bir yaşıyorum. Beni kurtaran adamla görev evliliği yaparsan tam olacak… Yok ebesinin nikahı… dedim. Galiba o kısmı yine sesli söyledim; tekrar gülüşme sesleri geldi.
Tekrar;
“Özür dilerim.” dedim.
Sonra kadın asker;
“Özür dilenecek bir şey yok. Yeter ki konuş, istediğin her şeyi söyleyebilirsin. Bizimle kal, bayılma yeniden.” deyince akışına bıraktım. Bir taraftan da kendimi açıklamak istedim;
“İnanın şu yaşadıklarım çok anlamsız ve saçma geliyor… Pembe ejderha daha mantıklı ama olsun bitti, kurtuldum. Tıpkı kitaplarımda ki gibi, Şerefli Türk Askeri geldi ve beni kurtardı. Gölge Kurt Timi… Bu ismi çok sevdim.” dedim.
Yine gülüştüler. Başka bir askerin sesini duyduk:
“Belki de yeni kitabında bizim timin adını kullanırsın. Gerçi Yüzbaşı izin vermeyebilir ama olsun, ufak bir değişiklik yapıp bu anları yazarsın.”
Gülümsedim sadece.
Galiba cevap Yüzbaşı’dan geldi:
“Zevzeklik etmeyin. Oldu olacak herkes gerçek adını ve kimliğini açıklasın, hepinize tek tek kurgu yazsın Kalem-i Tomris. İşi gücü yok, size güzellemeler mi yapacak kadın? Kitabın sonuna da hepinizin Insta*gram adresini yazsın. Okuyup hayran olan kızlar kolay ulaşır. Ben biliyorum sizin asıl derdinizi… Kız düşürmek için çabalıyorsunuz.” deyince öksürük ve gülme sesleri karışık şekilde geldi.
Allah’ım, ne kadar güzel sahneler… Tam da kitaplarımdaki gibi: disiplinli ve sert bir Yüzbaşı. Tim komutanı büyük ihtimalle. Bu timdeki herkes üstün yeteneklidir eminim. Hepsiyle tanışıp arkadaş olacağım, Whats*App grubu kuracağım… diye aklımdan geçirdim.
Gerçekten yazdığım her şeyi tek tek yaşayacağım sanırım. Bari tekrara düşmesem. Bu dediğime kendi kendime gülümsedim. Kadın askerle tekrar göz göze geldik.
“Ailem benden haber aldı mı? Beni kurtardığınızı söylediniz mi?” diye sordum.
“Aileniz çok endişeliydi. Mecburen söyledik. Tugayda, sizi bekliyorlar. Orada misafir ediyoruz. Az kaldı, kavuşacaksınız.” dedi.
Daha da mutlu oldum. Sadece suratımın ne halde olduğunu merak ediyorum. Şimdi Elif beni böyle görürse çok üzülecek, üzülüp hasta olacak. Babam… Ah babam! Vereceği tepkiyi asla kestiremiyorum. Yazar olduğum da ortaya çıkmıştır. Çoktan öğrenmiştir herkes. Bunun için de ayrıca sorguya çekileceğim ama olsun. Daha fazla işkence edemediler bana. Namusuma, şerefime herhangi bir zarar dokunmadan TSK gelip kurtardı beni. Hem TSK topuğuma da sıkmadı. Acaba operasyon basacak mıyım?
Birbirinden alakasız yüzlerce düşünce geçiyor zihnimden. Mesela o mağarada… Rüyamı gerçek mi ayırt edemediğim sanrılar… Hangisi gerçek, hangisi rüya, hâlâ zihnimi tam olarak toparlayıp çözemiyorum. O takım elbiseli adam, serilen kırmızı halı… Acaba onlar gerçek mi, yoksa rüya mı? Bakalım bu sorularıma ne zaman zihnimi toparlayıp cevap verebileceğim?
Düşüncelerimden, etrafta oluşan hareketlilikle çıktım. Helikopter inişe geçti. Beni yine sedyenin üzerinde dikkatlice taşıdılar, tugay içindeki revire getirdiler. Aslında revir de denmez; kapsamlı bir hastane gibi. Röntgen cihazları, ultrason… Her şey var.
Askerî doktor tarafından detaylı muayene edildim. Gerekli olan röntgen, tomografi ve tahlil neyse yapıldı. Sorduğu sorulara elimden geldiğince cevap verdim. El ve ayak bileklerime pansuman yapıp sardılar.
Doktor;
“Aslında tam zamanında kurtarılmışsınız. Özellikle eller çok sıkı bağlanmış. Biraz daha bağlı kalsaydınız kangren olma ihtimali bile varmış.” dedi.
“Kurtuldum. TSK tam zamanında geldi.” dedim.
Gülümsedi doktor;
“Kalem-i Tomris, aslında tüm TSK’nın gönlünü fethetti diyebiliriz. Şu tugay sizin buraya geleceğinizi haber aldığından beri çok heyecanlı. Kitabınızı okumayanlar varsa da operasyon başladığı andan itibaren okuyup bitirdiler. Herkes merak ettiği sorunun cevabını almış gibi.” dedi.
Yine utandım. Bir taraftan gururlanıyorum, bir taraftan utanıyorum.
Sonuçlar çıktı. İç kanama ya da iç organlarda hasar yokmuş. Sadece göğüs kafesinde kırığa yakın bir incinme varmış.
“Ani hareket etmeyin, bu ağrı artarsa korse ile desteklemek zorundayız.” dedi doktor.
Şu an için doktorun dediği gibi, farkında olmadan muayene için oradan oraya giderken, ani ya da hızlı hareket edersem kaburgam ağrıyor ama onun dışında sabit durduğumda ağrım yok. Rahat nefes alıp veriyorum. Aşırı derecede aç ve susuz kalmışım. Bağışıklığı güçlendirmek için hemen serum takviyesi yapıldı. Hâlâ ailemi göremedim; galiba ben biraz daha toparlandıktan sonra yanıma gelecekler. Bir kolumda sapsarı serum takılı, diğerinde normal serum… Bir tane hemşire gelip saçımı gelişigüzel topladı, tekrar yüzümü gözümü sildi. Çok ağrıyan sol gözüme yeniden pansuman yaptı. Dudağımı pamukla ıslatıp nemlendirdi, sonrasında bir krem sürdü.
“Teşekkür ederim.” dedim.
“Rica ederim, geçmiş olsun. Umarım bir daha böyle bir korku yaşamazsınız.”
“Kimse yaşamasın.” dedim. “Yazması kolaymış ama yaşaması korkunç…”
Gülümsedi.
Daha sonra, “Ayna var mı?” diye sordum. “Bakmak istiyorum yüzüme.”
“Şimdi zamanı değil, birkaç gün sonra bakın aynaya bence.” dedi ve çıktı.
Tek kişilik bir odadayım. Temiz, yumuşacık, rahat bir yatakta yatıyorum. Takılan serumlar iyi geldi. Bilincim yavaş yavaş oturuyor ama tam olarak kendime gelemiyorum. Babamı ve kardeşlerimi görmek istiyorum. Neden hâlâ gelmediler bilmiyorum.
Nevresimden gelen temiz deterjan kokusu ve altımdaki yatağın yumuşacık olması… Bir taraftan da kurtulmanın verdiği güven ve rahatlık hissi ile tekrar uykum geldi. Keşke önce ailemle görüşüp sonra uyusam. Ama şu sıcacık yatak resmen beni uykuya çekiyor. Bir süre sonra da zaten direnemedim daha fazla ve derin bir uykuya daldım.
Uyanınca ailemi görürüm. Güvenilir bir yerdeyim. Bu uykumdan tekmelerle uyanmayacağım. Vücudum dinlenip kendine geldiğinde uyanırım. Uyanır uyanmaz da ailemle görüşürüm diye düşünerek tamamen rahat bir şekilde uykunun kollarına bıraktım kendimi.
Gözlerimi aileme açacağım…