1.Bölüm “Elif Dedim”
Aybige Türkeli…
Elif dedim be dedim
Kız ben sana ne dedim
Sana vuruldum Elif
Gurban sana ne dedim
Elif dedim be dedim
Kız ben sana ne dedim
Seni ellere verdim
Ben kendime ne dedim…
“Ablaaa, sesin çok güzel. Bu şarkıda çok güzel. Sen de çok güzelsin…”
“Çok teşekkür ederim Elif'im… Bu şarkı değil aslında türkü. Hatta türkü de denmez ağıt desek daha doğru olur. Ancak senin yaşın bu gerçekler için çok küçük. Büyüdükçe ne demek istediğimi daha iyi anlayacaksın…” dedim çipil çipil parlak kara gözleri ile bana bakan küçük kız kardeşime.
Okula hazırlıyorum onu ve her sabah hazırlanırken benden bu türküyü söylememi istiyor.
“Hadi bana bu şark… Şey türkünün hikayesini bir daha anlat…” dedi.
Her defasında ilk kez duyuyormuş gibi hevesle dinler adının geçtiği türkünün hikayesini…
Yanağına minik bir öpücük kondurup, arkasına geçtim ve hem saçlarını örmeye başladım hem de türkünün hikayesini bir milyoncu kez yeniden anlatmaya başladım;
“Eskiden bir köyde Elif adında güzel, zarif, aynı zamanda utangaç bir genç kız yaşarmış. Elif’in güzelliği, köyde dillere destandır. Köyün gençlerinden biri de ona yıllardır uzaktan sevdalıdır ancak cesaret edip bir türlü açılamaz. Genç, içindeki duyguları türkülerle dillendirir; her gördüğünde kalbi çarpar, ancak Elif’in ailesi çok gelenekçi olduğu için ona yaklaşamazmış.
Bir gün delikanlı sonunda karar verir ve ailesini gönderip Elif’i istemeye gider. Fakat kısmet bu ya, Elif’in ailesi kızlarını başka birine sözlemiştir. Genç, hayatının en büyük acısını o gece yaşar. Ailesi geri döner, “kız verilmedi” haberini alır. Delikanlı durumu kabullenemez. Geç kalmışlığın verdiği yürek sızısı ile içindeki sevdayı türküye döker:
Elif dedim be dedim, kız ben sana ne dedim…
Seni ellere verdim, ben kendime ne dedim…
Köyde kısa sürede herkes bu türküyü söylemeye başlar. Delikanlı ise Elif’i bir ömür boyu unutamaz. Türkü böylece ağıtlaşarak günümüze kadar gelir…
Anlattım Elif Hanım. Bu sabahta mutlu edebildim mi seni…?” diye sordum.
Elif;
“Hem de çoookk… Canım ablaaammm…” deyip boynuma sarıldı…
Dünyalar benim oldu… Elif’i kucağıma ilk aldığımda ben 17 yaşındaydım, Elif ise 3 aylık bebekti. Anne dediğimiz o varlık, kırkının çıkmasını bekledi; sonrasında emzirmeyi bile isteye bıraktı. Göğüslerinden taşan sütlerin kıyafetini nasıl ıslattığını dahi hatırlıyorum. O sütler öylece boşa aktı da kızını emzirmedi, biberonla mama verdi. Çoktan kararını vermiş, planını yapmıştı. Bizi terk edecekti.
Ben Aybige Türkeli.
Aybige; ay gibi güzel, soylu hanım, demekmiş. Adımı ve anlamını seviyorum. Eski Türklerde çok kullanılırmış. Türkeli ailesinin en büyük çocuğu benim. 24 yaşındayım. Benden 8 yaş küçük bir erkek kardeşim daha var, adı Kürşat. Adının anlamı “güçlü komutan, yiğit lider” demek. Annem olacak o kadın ve kıymetli babam, bize hep eski isimler koymayı tercih etmişler. Seviyoruz, iyi ki de bu isimleri koymuşlar.
Babam polis emeklisi. Adı Erdem. Adı gibi erdemli bir kişiliği var. Bizleri de öyle yetiştirdi. O kadın terk edip gittikten sonra asla evlenmedi. Başka bir kadının adını dahi ağzına almadı.
Ben 17 yaşındaydım terk edildiğimizde. Kardeşim Kürşat 9 yaşında, Elif henüz 3 aylıktı. Sabah kahvaltımızı hazırlamış, patates kızartması yapmış… Öylece bırakıp gitmişti. Elif’in ağlama sesine uyandık. Annemin olmadığını görünce, zaten tahmin ettiğimiz ve adım adım yaklaşan o terk edilişin artık başımıza geldiğini anladık.
Babam Elif’i kucağıma verdi;
“Artık sen küçük bir annesin” dedi.
Elif kız kardeşim değil de evladım gibi geliyor bana. Anne demek istedi, izin vermedim. Ablası bilsin beni. Belki ileride babamın karşısına merhametli, şefkatli bir kadın çıkar; yeniden yuva kurar, evlenir. İşte o zaman severse, Elif o kadına anne desin diye düşündüm. Abla kalmaya kararlıyım.
Odadan çıktık. Kahvaltı hazır… O kadın bizi terk edip gittiği günden beri bu evde asla patates kızartması yapılmıyor. Elif tadını dahi bilmez. Babamın bize koyduğu tek ve kalıcı yasak buydu: “Bir daha bu evde patates kızartması yapılmayacak.” Dedi…
Yaptık mı? Tabii ki hayır. Başka yerde kokusunu bile duyduğumuzda midemiz bulandı; bize o kadını hatırlatıyordu.
Elif’in montunu giydirdim, elini tuttum, koridordan mutfağa doğru seslendim:
“Babacığım, Kürşat… Biz çıkıyoruz, kahvaltıya devam edin siz. Afiyet olsun.” dedim.
Babam;
“Güle güle, kızım. Dikkat edin, servise verelim diyorum ikna olmuyorsun…”
“Havalar iyice soğuduğunda veririz. Bana da sabah yürüyüşü oluyor, iyi geliyor. Ben bırakırım Elif’i okula her sabah. Siz kahvaltınızı yapın, kimse bu evden aç çıkmayacak,” dedim.
Kürşat;
“Emredersiniz, Komutanım ablam,” deyince tebessüm ettim.
Elif'le el ele tutuşup mahallede yürümeye başladık. Elif eve en yakın okula gidiyor. Birinci sınıfa başladı. Yaşıtları aslında ikinci sınıfta ama ben bilerek bir sene geç gitmesini sağladım. Gözümde çok küçük çocukların arasında ezilecek gibi hissettim, kıyamadım. O yüzden bir sene daha anasınıfına gitti. Şimdi birinci sınıf öğrencisi. Çok akıllı, çok zeki. Okuma yazmayı hızlıca öğreniyor. Tek sıkıntımız çok hassas olması. Yüksek sesle birbirimizle konuştuğumuzu ya da Kürşat’la tartışmamıza şahit olması bile hemen içine kapanmasına sebep oluyor. O yüzden Elif’in olduğu yerde asla yüksek sesle konuşmuyoruz.
Yolda Elif elimden tutup hem “Elif Dedim” türküsünü söylemeye devam ediyor hem de hoplaya zıplaya yürüyor. Yaptığı hareketle söylediği türkü aslında birbirini hiç tutmuyor. Bu haline gülümsedim. O sırada Halil Dayı’nın sesini duyduk:
“Günaydın kızlar! Bu sabah da Elif pek neşeli, maşallah.”
“Günaydın Halil Dayı. Evet, okulu sevdi, alıştı da o yüzden böyle mutlu gidiyoruz her sabah…” dedim.
“Allah zihin açıklığı versin güzel Elif’ime. Her zaman böyle mutlu ve neşeli olsun. Elif biraz daha büyüsün de artık ablası Aybige'yi oğlum Timur'a alayım,” dedi.
Elif;
“Hayır, vermem ablamı kimseye, Time de vermem,” dedi.
Gülümsedim.
“Bol satışların olsun, Halil Dayı. Görüşürüz,” deyip yürümeye devam ettik.
Mahallemizde yıllardır balık satar Halil Dayı. Aile dostumuzdur, babamın en yakın arkadaşı. Sırf balıkçılık yaparak ailesini nasıl geçindiriyor bazen şaşırıyorum. Ticareti, esnaflığı çok düzgün, çok güzel bir adamdır.
Timur oğlu… Ah, kalbimdeki ince sızı. Evlerimiz karşı karşıya. Timur adının hakkını verip asker oldu; en son bordo bereli özel kuvvetlerden denildi, ama Halil Dayı “Abartmışlar, bildiğiniz asker,” deyip geçiştiriyor.
Çok sık gelmez evine; hep doğuda görevde diye duyuyoruz. Geldiğinde en fazla 10 gün kalır, ama o 10 günde bile yaptığı çapkınlıklar mahallede destan yazdırır. Sanırım bizimle aynı mahallede oturup da Timur'la sevgili olmayan sadece ben kaldım. 28 yaşında Timur. Yaş ve rütbe karşılaştırdığımda üsteğmene denk geliyor. Ama asla ne babası Halil Dayı’ya ne de annesi Latife Teyze’ye sormadım. Çok utanıyorum, soramıyorum.
Zaten Halil Dayı’nın bu imaları yüzünden Timur geldiğinde ben eve kapanıyorum. Market, manav… Kesinlikle, ne olursa olsun dışarıya çıkamıyorum. Düşüncelerimden, Elif’in okulundan yankılanan sesle çıktım.
“İstiklal Marşı için hazır olun,” denildi.
Biraz daha hızlandık. Elif’i okulun önündeki, kendi sınıfının olduğu sıraya bıraktım. Kenara çekildim ve İstiklal Marşı'nı dinlemeye başladım.
Bu sırada telefonum tabiri caizse çıldırmış gibi titriyor ama elime alıp bakamıyorum. İstiklal Marşı’nın bitmesini bekledim. Bittikten sonra Elif’e el sallayıp veda ettim. Okul bahçesinden çıkışa doğru yürüdüm. Telefonu elime aldığımda, liseden okul arkadaşım, aynı zamanda şu an editörüm olan Şule’nin aradığını gördüm.
Acil bir durum olmazsa kesinlikle aramaz. Ses kaydı gönderir, sık sık What*App’tan konuşuruz. Arama yapıyorsa acil bir durum var demektir. Hemen cevapladım:
“Günaydın Şule, hayırdır inşallah?”
“Hiç de hayır değil! Sabahları uyandığında eline telefonu alıp sosyal medya hesabını hiç mi kontrol etmiyorsun?”
“İnan bakamıyorum… Biliyorsun kardeşlerimin okul hazırlığı, kahvaltısı derken… Güneş nereden doğuyor, onun bile farkında değilim. Ne oldu?”
“Tehlikedesin, Kalem-i Tomris. Hem de çok büyük bir tehlikede!”
“Ne demek bu?”
“BSÖ isimli bir örgüt manifesto yayınlamış. Baştan sona kadar okudum o manifestoyu. Bu örgüt yeni kurulmuş; asker ve polis karşıtı, bireysel silahlanmayı destekliyorlar. Zaten örgütün adı da Bireysel Silahlanma Örgütü. Yemin ediyorum yaş grubu 17-20 aralığında… Öyle saçma sapan hayalleri ve hedefleri olan bir grup! Onlara göre asker ve polis gereksizmiş; herkes kendi adaletini kendisi sağlayacakmış, bireysel silahlanma sınırsız olacakmış. Haliyle askere ve polise gerek kalmayacakmış. Manifestonun özeti bu.”
“Peki benimle bağlantılı olan kısmı nedir?”
“Yazdığın Suskun Asker isimli kitap, gençlere askerliği sevdirdiği ve askerlere özendirdiği için… Ses getirebilmek adına seni kaçıracaklarmış! Bu hem bir protesto hem de örgütün adını duyurmak için yapacakları eylem. Ayrıca örgüte militan toplamak istiyorlar.” dedi nefes nefese…
“Benim de pembe ejderham var…” diye karşılık verdim.
“Lütfen durumun ciddiyetini anla! Manifestodan sonra maskeli bir şekilde video da yayınlamışlar. İlk hedefimiz Kalem-i Tomris isimli yazar. Bundan sonra asker kurgusu yazacak olan herkes ayağını denk alsın, diye açıklama yapmışlar. Videoyu gönderiyorum. İzle ve daha sonra hemen karakola git.”
“Karakola gitmem demek açığa çıkmam demek! Ben kimliğimi açıklamadan kendi hâlimde yazıyorum…”
“Biliyorum Aybige ama mecbursun. Baban dahi senin kitap yazdığını bilmiyor. Çevrendeki kimse bilmiyor. Kimliğini açık etmedin, imza günlerine katılmadın, sosyal medya hesabında resmin cismin yok. Kendini gizliyorsun. Ancak bu durum önemli! Videoyu izleyince bana hak vereceksin. Lütfen… Dediğim gibi gönderdiğim o videoyu izle ve mahalledeki en yakın karakola gidip korunma talebinde bulun. Baban polis emeklisi, eminim seve seve yardımcı olacaklardır.”
“Tamam… Videoyu izleyip haber vereceğim. Gerçekten tehlikeli bir durumsa babamı da ararım, birlikte gideriz karakola.”
“Haber bekliyorum, lütfen bana haber vermeyi unutma. Aklım sende…”
“Tamam, unutmam…” deyip kapattım telefonu ve gönderdiği videoyu açtım.
Üç tane, yaşları henüz 20'lerinde olan gençleri gördüm. Oldukça zayıflar, yüzleri maskeli. Ses tonları bile kalın değil; o yüzden 20’li yaşlarda diye tahmin ettim. Videoda uzun uzun amaçlarını ve hedeflerini anlatmışlar. Beni ilgilendiren kısım şu:
# Kalem-i Tomris mahlaslı yazar gençleri askerliğe özendiriyor. Suskun Asker kitabını ve serisini okuyan her genç asker olmaya hevesleniyor. Bazıları başarıp TSK’ya katıldı. Bunun önüne geçmek istiyoruz. Hedefimize ulaşmak için önceliğimiz ses getirebilmek. Ülke çapında sesimizi duyurmak için de bu eylemi Kalem-i Tomris üzerinden gerçekleştireceğiz. Yakında ‘kaçırıldı’ haberleri ile karşınızdayız…#
Deyip videoyu sonlandırdılar.
Kendimi tutamayıp güldüm.
Pembe ejderha daha mantıklıydı bence, deyip başımı sağa sola salladım ve yürümeye devam ettim.
O an kitaplarımda sık sık yer verdiğim bir olayı yaşadım. Biri ya da birileri arkamdan sarılıp ağzıma ve burnuma bez bastı. Hep kullandığım ama kokusunu ilk defa aldığım bu şey eter.!
Bir şeyi kırk kere söylersen olurmuş, ben söylemedim ama kırk kere eterle kaçırılma sahnesi yazdım. Şimdi başıma geldi.
Bazen gençleri ciddiye almak gerekirmiş.
Gerçekten kaçırılıyorum diye düşünürken…
Tüm dünyam anında karardı…
Hep bahsettiğim o karanlık ve dipsiz kuyuya çekildim...
__________
💌
Yazar notu herkeste görünmüyor diye mesajlar aldım. O yüzden bölüm sonuna eklemek zorunda kaldım. Dreame uygulamasında ana sayfada en üstte Yılın Kitabı yazan yerden oylama yapılıyor. Lütfen Çift Kartal Timi'ne oy kullanmayı unutmayalım. Diğer kurgularıma oy vermeyin çünkü bu şekilde oylar bölünüyor. Sadece Çift Kartal Timi'ne oy verin.
Şimdiden teşekkür ederim… 🌸
💌