"Al işte! Yine bir belirsizlik. Sen bundan zevk mi alıyorsun?" dedim sinirle. O ise beni umursamadan önüne bakmaya devam etti. Birkaç saniye sonrasında ise başıyla ileriyi işaret ederken konuştu.
"Geldik işte bak."
Gösterdiği yeri görmek için ileriye baktığımda ışığı yanıp sönen bir deniz feneri gördüm. Anlamayan bir şekilde kaşlarım çatılmışken yine konuştum.
"Burada ne işimiz var?"
"Yukarı çıkalım göstereceğim." dedi ve arabayı önünde yavaşça durdurdu. Anlamayan bir hâlde arabadan indiğimde ise bedenimdeki sıcaklık gecenin rüzgârı ile karşılaşmıştı. Derin bir soluk çektim içime. Denizden gelen o hafif yosun kokusu ile harmanlanmış hava beni sakinleştirebilecek tek etkenmiş gibi ciğerlerime nüfuz etti.
O ise arabadan çıkmış, yine o iri vücudu ile yanıma doğru ilerliyordu. Onunla bakışlarımız kesiştiğinde yine bedenimi bir ürperti kapladı. Oysaki ensemden aşağıya doğru akan teri hissedebiliyordum.
Birkaç adım önümde durdu ve gözleri gözlerime kilitlenmişken kanımı donduran o sözleri dile getirdi.
"Deniz fenerleri yüzyıllar önce hırçın dalgaların arasında karanlıkta ölüme giden denizciler için bir umut kaynağıydı. Hadi tepesine çıkalım görmeni istediğim bir şey var."
İşte o an anlamlandıramadığım bir duygu, yabancı bir hissiyatla sarmaladı her yanımı. Bir an yüreğime dokundu söyledikleri. Bir insan konuşurken diliyle bütünleşen gözlere sahip olur muydu? Ben onun gözlerine bakarken hissetmiştim bahsetmek istediklerini...
Sesimi çıkarmadım. Tek kelime dahi etmeden yavaşça onu dinleyerek deniz fenerine doğru ilerledim. Paslanmış, demir merdiven ilk adım attığım anda güvensiz bir şekilde gıcırdadı ama bir korkak gibi görünmek istemediğimden bir adım daha attım ve dökülmüş beyaz boyanın yanında yukarıya doğru çıkmaya başladık.
Yavaşça ilerlerken bir kapının önünde durdum o da hemen ardımda durmak zorunda kaldı. Kapı aralık ve biraz paslanmıştı. Ama aralığından görünen tek şey karanlıktan ibaretti.
Tereddüt ettim. Neticede onu tanımıyordum ve yalnız başıma buraya giremezdim. Hoş, sanki arabasına binerken beni ormana kaldırma ihtimali yokmuş gibi... Yine de oraya girmeye çekindim. Bunu fark etmesi ise duraklamamın uzun sürmesiydi. Yavaşça koluma dokundu. İrkildim.
Dönüp ona baktığımda yüzünde kötü bir ifade falan bekledim ama onun yerine temkin verircesine bana gülümsediğini gördüm.
"Yürüyen merdiven değil burası hadi yürü güzelim." demesi üzerine anında cevap verdim.
"İçerisi karanlık."
İtiraz edercesine konuşmamın hemen ardından yeniden kapıya baktım. Uzanıp ittirdiğimde ise soğuk metal yavaşça elimden kurtuldu ve ileriye doğru açıldı. Tam da o sırada ensemde bir sıcaklık hissettim.
Düzenli nefes alışverişleri...
Bir an bedenim bütün fonksiyonlarını yitirmiş, şaşkın bir hâlde olduğu yerde kalmışken pürüzsüz sesini çok yakından duydum.
"Burada beklemen gerek." dedi. Ürperdim. Ürpermemek elimde değildi. Ensemdeki kurtulmuş saçlar onun nefesi ile usulca tenimi okşuyordu.
Sözlerinin hemen ardından geri çekilip beni bu garipliğin içerisinden kurtarırken yanımdan geçti yavaşça. Bir adım yana geçip durduğumda karanlığın içinde kayboluşunu izledim. Dalganın kıyıya vurmasından başka bir ses duyamıyordum. Kapının açılmasından kaynaklı, içeriye doğru esen rüzgâr ile bir yerin daha açık olduğunu fark etmem uzun sürmedi. Ama içeride hiçbir şey gözükmüyordu ve bu benim gerilmemi daha da arttırmaktan başka bir şey yapmıyordu.
Hemen ardından ise bir ışık belirdi o karanlık içerisinde. Daha dikkatle baktığımda ise elinde gaz lambası ile duran iri bedenini gördüm. Az buçuk belli olsa da orada duruyordu.
"Başka mızmızlanacağın bir şey yoksa hadi beni takip et."
Benimle dalga geçmekten hoşlanıyor muydu bilmiyorum ama sözünü dinlemekten başka şansımın olmamasından dolayı dediğini yaptım ve içeri girdim. Karanlık, rutubet kokan bu yerde etrafımı göremiyordum. Yavaşça ona yaklaştım, o da beni bekliyordu zaten. Işığın izin verdiği kadar gördüğüm alan siyah perdelerle kapatılmıştı. Sanki kasıtlı yapılmış gibi... Burayı önceden ayarlamış olmalıydı.
Yavaşça onun tuttuğu ışıkla birlikte yürümeye başladık. Bir merdivene geldiğimizde ise o önüme bakmama dikkat ederek ışığı bana tuttu. Yüzünü net olarak göremesem de dikkatli yüzünü fark etmemek elde değildi. Tedbirli bir şekilde adımlamamı izliyordu. İzlenmenin getirdiği tedirginlik ile ilk başta tökezlesem de toparlamam uzun sürmedi. O ise benim bu hareketime karşılık gülümsemişti.
Yüzüm asıldı. Benimle dalga geçmesinden hoşlanmamıştım. Burada bütün üstünlük onda gibi duruyordu ama bu kesinlikle hoşuma gitmemişti. Ama garip olan şey bu karanlık yerde yalnız olmamızdı. Buraya onunla gelmekte hata mı etmiştim? Etrafta bir insan dahi olduğundan şüpheliydim. Bağırsam, dalga sesleri sesimi bastıracak kadar yüksekti. Onu tanımıyordum. Tanımasam da yıllardır beni tanımasının getirdiği bir güven vardı.
Sonunda çatıya vardığımızda kapısı açık alanı fark ettim. Deniz feneri yanıp sönüyordu. Ama asıl dikkatimi çeken, o küçük balkona kurulmuş teleskoptu.
Şaşkınlıkla ona döndüm. Bana bakan gözler tepkimi ölçmek ister gibi meraklı ve titizdi.
"Bana yıldızları mı göstereceksin?" Güldüm. "Senin için bile bu fazla klişe değil mi?"
"Efsanelere inanıp inanmadığını sormayacağım. Şimdi sadece ilk kez susup beni dinlemeni istiyorum." dedi ve yavaşça teleskopun yanına doğru yürümeye başladı. Bense söylediği sözlere takımıştım. İlk kez susup beni dinle mi? Pardon. Sanki geldiğimden beri konuşmaktan başını şişirmişim gibi...
Sinirlenmeye müsait yanımı dinginleştirmeye çalışmadan yeniden konuştu. Ben de tam o sırada peşinden ilerliyordum.
"Efsaneleri hayatım boyunca çok sevmişimdir..." Yavaşça teleskobun yanında durdu kenara elindeki gaz lambasını bıraktı ve bana döndü. Birçok farklı kavim bir çok farklı isim verdi. "Kelb yıldızı, Demir Yaba ama aralarından en sevdiğim Biz Türkler'in mitleri." dedi. Yavaşça teras kapısının girişinde durduğumda ise bir teleskoba bir de ona baktım. Zevkle anlatırken gözlerimin içerisine bakıyordu ve tuhaftı ki hoşuma gitmişti. Bir şeyler bildiği her hâlinden belli olan bu iri adam şu an hayatımda hiç duymadığım bir hikayeyi anlatmak üzere bekliyordu.
"Türklere göre Şira yıldızı, Göksel Saray'ın bekçisidir. Gök ile yeryüzünü birleştiren kutsal bir kapıdır. Bu ihtişamlı yıldız, ruhlar alemiyle madde aleminin sınırıydı. Tanrı'yla insanı ayıran tek çizgiydi diyebiliriz." dedi ve sıcak bir şekilde gülümsedi. Onu anlamaya çalışıyordum ama bilmediğim isimleri söylerken bu pek de kolay olmuyordu.
Bana bakmayı kesti ve teleskopa eğilip gökyüzüne baktı. Yavaşça çevirdiği yörüngesi ile ayarlamaya çalıştığını anladım. Ben de o sırada iri, pembe takım elbiseli bile çekici duran hâlini izliyordum.
"Güneş'ten 23 kat daha parlak olan bu devasa beyaz kütleye Zülkarneyn peygamberin giderek Yecüc ve Mecüc'ü hapsettiği inanılır. Kimilerine göre de Ölüm Tanrısı Anubis'in ta kendisidir." dedi ve ayarlamış olmalı ki yavaşça doğruldu. Çıplak gözle gökyüzüne baktı. Ben de onu taklit ederek tertemiz gözüken yıldızlarla bezeli gökyüzüne baktım.
"Ben Göksel Saray'ın bizzat bekçisi olduğuna inanıyorum." dedi ve yeniden bana döndü. Gökyüzüne bakmayı kesip merakla ona baktığımda söylediklerini hâlâ anlamaya çalışıyordum. O ise bana gülümsedi. Neden hep gülümsüyordu ki? Yalan yok, çok güzel gülümsediği bir gerçekti ama beni gamzeleriyle etkilemeye çalışıyorsa bunu... Kahretsin! Başarıyordu.
Ben kendi içimde kendi kendimi yerken, "Neyse bu kadar bilgi yeter." dedi ve teleskobun önünden geçti ve yaklaşmam için beni teşvik etti.
İstediğini yapıp bir adım öne yaklaştım. Anlamayan bir şekilde yüzüne baktığımda ise "Bu yıldızın önemi benim için çok büyük. Yakından bak." dedi ve bekledi.
Onun bu isteğini geri çeviremezdim. Daha öncesinde teleskoptan hiç gökyüzüne bakmamıştım. Hoş, gök bilimine de o kadar meraklı değildim ya orası ayrı. Yine de meraklı yanım denileni yapmam için beni itekledi. Yavaşça eğildim ve büyük deliğe tek gözümü yerleştirdim. İşte o an, hayatımda gördüğüm en güzel gökyüzü ile karşılaştım.
Yıldızlarla bezenmiş o kocaman kainatı gördüm. Muazzam güzellikteki o ışıltı şölenini... Âdeta nefesim kesilmişti. Bir süre konuşmadan öylece onları izledim. Ortada en belirgin bir şekilde gözüken büyük yıldız ise ihtişamını sergilercesine parlıyordu.
"Bahsettiğin yıldız şu parlak olan mı?" diye sordum üzerinde küçük küçük buhar kütleleri varmış gibi duran parlak yıldıza bakarken.
"Evet. En parlak olanı." dedi.
İçimde istemsiz yeşeren heyecan duygusu ile gülmemek için kendimi zor tutuyordum. Komik olduğu için değildi bu heyecanım. Çok güzel olduğu ve içime sığdıramadığım bir heyecan duygusu yarattığındandı gülme ihtiyacım.
Ne kadar süre o yıldızı izledim bilmiyorum yavaşça geri çekilip ona şaşkın şaşkın baktığımda yüzünde merakla beni izleyen hâlini yeniden gördüm.
"Bu çok güzel. Daha önce yıldızlara hiç bu şekilde bakmamıştım."
Beğenmem, onu gözle görülür bir şekilde rahatlattı. Derin bir nefes alıp verdi ve yeniden gülümsedi. Ama sessizdi. Sessizliği kalp atışlarımın sesini duymaması için içten içe yalvarmama sebep olurken yavaşça bana doğru adımladı. Küçük bir adımdı ama kalp atşlarımın daha da hızlanmasına yeterli bir adımdı.
"Daha önce, bu yıldıza defalarca baktım biliyor musun. Hatta o kadar çok baktım ki her baktığımda seni hayal etmek bir süre sonra alışkanlık hâline geldi." dedi.
Yukarıdan bana bakarken öyle içten konuşur bir hâli vardı ki istemsiz nefesimi tutmuştum. O ise simsiyah gözleri ışıldarken yeniden konuştu.
"O kadar çok seni hayal ettim ki bir süre sonra delireceğim sandım." dedi ve yavaşça gözlerini aşağıya indirip ellerime baktı. Ben de onun gibi ellerine baktığımda yavaşça, çekingen bir eda ile elimi tutmak adına hareketlendiğini gördüm.
Ne kadar korkutucu gözükse de içimde o an, karşımdaki adamın bir çocuktan farkı olmadığını söyleyen yan yeşerdi. Küçük bir çocuk gibi istediğini almak uğruna çekingen ve ısrarcı bir hâli vardı. Bu, kalp atışlarımın teklemesini sağlarken tuttuğum nefesimi de bırakmama neden oldu. Başımı yeniden kaldırıp ona baktığımda ise o da merakla bana baktı. İzin ister gibi bir hâli vardı.
Evime girip özel hayatıma izinsiz, bodoslama dalan adam yoktu sanki karşımda. Korkak, zarif ve bir o kadar da çekingen bir sima vardı.
Bir tepki vermedim. Ne elimi geri çektim ne de ona izin vermeyen bir hâlle baktım yüzüne. O ise bunun nedenini anlarcasına yavaşça ellerimi tuttu sıcakcık elleriyle.
Daha öncesinde birçok el tutmuştum ama o an sanki onun parmaklarından benim parmaklarıma akan bir elektirik akımı var gibi hissettim. O sıcaktı, ben soğuk. O heyecanlıydı bense delirmek üzere olan bir akla sahiptim.
Garipti. Onu gördüğümde korkmayı, bana yaklaştığında kaçmayı düşünüyordum ama şimdi ona izin veren kişi düpedüz ben oluyordum.
Ellerimi tuttu usulca. Kibar, tatlı bir tutuştu bu. Gözlerimin içerisine ise öyle bir bakıyordu ki o an bana duyduğu sevgiye karşılık kendimden utandım. Nasıl olmuştu da beni bu kadar sevebilmişti aklım almıyordu.
"Şimdi... Karşımda durmuş bana heyecanla o yıldızın ne kadar güzel olduğundan bahsediyorsun." Yavaşça parmaklarını sıkılaştırdı. "İşte sen benim gözümden o kadar berrak, bir o kadar da erişilemez bir güzellikteydin." dedi ve yavaşça baş parmağıyla elimin tersini okşadı yavaşça.
İçimde bir yangın, zaptedilemez bir felaket vardı sanki o anda. Karnımda bir karıncalanma söz konusuydu. Heyecanım artık doruk noktasına ulaşmış. O ise durmak bilmeden gözlerimin içerisine baka baka anlatmaya devam ediyor.
"Burada olmanın bendeki anlamını bilseydin eğer, hâlâ bu kadar sakin kalabilir miydin merak ediyorum." dedi. Oysaki bilmiyordu ki içimdeki yangının beni sakinlik reddesinden çok uzakta bıraktığını.
Kuruyan boğazımı ıslatmak adına yutkundum. O ise bana doğru bir adım daha yaklaştı. Bu sefer bedeninin sıcaklığını hissedermiş gibi ürperdim. Nefesini, ona bakmak adına kaldırmış olduğum yüzümde hissedebiliyordum.
"Bin çeşit bitkinin özüyle bezenmiş gibi kokun. Sen yanımdayken nefes alıp vermek büyük bir şölen ve lezzet. Kalbimin gürültüsünü duyuyorum."
İstemsiz derin bir nefes alıp tutuyorum içimde. Ciğerlerime kadar ulaşan o odunsu, baharatlı koku sarmalıyor her yanımı. Tertemiz kokuyor. Ne bir sigara kokusu, ne de rahatsız eden başka bir şey. Muhteşem. Tek kelimeyle anlatılmak gerekirse tamamıyla muhteşem.
"Bu akşam yolculuk var." dedi bir anda ışıldayan gözlerle gülümseyerek. Anlamıyorum. "Nereye?" diyorum saf saf. O ise benim bu hâlime gamzelerini ortaya serercesine gülümsüyor.
"Gözlerini kapat." diyor tatlı bir direktifle.
Şaşkınlıkla gözlerimi kıprıştırdığımda ise kapatmamak adına diretircesine gözlerine bakmaya devam ediyorum. O ise benim bu hâlime gülüyor.
Ben hâlâ aynı ifadeyle yüzüne bakarken yavaşça bir elim bıraktı. Anlamadım. Ne yapacağını merakla izlerken elini yavaşça, nazik bir şekilde belime yerleştiriyor. Bedenime dokunan elleri ile sanki bütün hücrelerim orada toplanmış gibi irkiliyorum. Fark etti mi? Kimin umurunda, ona çekilirken sanki kendi dünyamdan sonsuza kadar ayrılmış gibi farklı bir evrene sürükleniyorum.
O ise ısrarla gözlerimin içerisine bakarak yeniden konuşuyor. "Gözlerini kapa." Ama bu sefer sesi daha boğuk ve canlı.
İçimden bir ses kapatmam için âdeta bana yalvarırken sanki bir anda bütün direnen hücrelerim kendi kendini yok ediyor. Direncim sıfır. Onun ısrarla bakan gözlerine yenilmiş bir hâldeyim.
Usulca gözlerimi kapatıyorum onun o tatlı bakışlarının altında. Zehir gibi tenimi yakıyor oysaki. Ah! Ne garip bir etkisi vardı bu adamın böyle...
Karanlık içerisindeyim hiçbir şey göremezken bir ona güvendiğimi fark ediyorum o an. Bu garip ve korkutucu. Kulağımın yanında gelen nefes ise bütün hayalarımın yönünü değiştirircesine beni put kestiriyor.
"Seni uyarmadığımı söyleyemezsin."
Kurduğu cümle öyle çok anlam barındırıyor ki ben daha ne olduğunu anlayamazken nefesini dudaklarımın üzerinde hissediyorum. Uyuşuyorum. Akılalmaz bir çekimle sarsılırcasına kollarının arasında oyuncak bebek görevini almış bir hâlde öylece bekliyorum yapacağı hamleyi.
Ve beni öpüyor.
Dudaklarımın bitişinden. O küçük ayrımın olduğu izbe yerden...
İşte o an, yüreğim hayatımda hiç atmadığı kadar hızlı atıyor. Tanrı biliyor ya, bu geceyi ömrüm boyunca unutamacağımı o an anlıyorum.
Dudakları dudaklarımın üzerinden çekildiğinde ben de yavaştan kendime geliyorum. Gözlerim aralanıyor ve onun kısık, tatlı tatlı bakan gözleri ile karşılaşıyorum. Zaferini kazanan tarafın kim olduğu belli oluyor. Yenilmişliğin verdiği uyarı ile ise canlanan ellerim onu itekliyor.
Heyecanlanıyorum. Korku ile bir adım atıp ondan uzaklaşmaya çalıştığımda ise karanlık içerisine girmem uzun sürmüyor. Dışarıdan gelen ışık önümü görmemi engellerken bir şeye takılmam ve yere düşmem kısa bir anımı alıyor.
Her şey hızla gelişirken dizimin acıdığını bile o yanıma telaşla çömeldiğinde fark ediyorum. O kadar telaşlı ki elleri titreyerek kanayan dizime bakıyor. Elbisem biraz yukarı sıyrılmış ama sanki bu hiç umurunda değil gibi korkuyla dizime bakıyor. Bana bir şeyler söylüyor ama ben ona odaklanmışım.
Telaşlı ve korkutucu derecede tedirgin bir hâlde bir şeyler yapmaya çalışıyor. Bu adamı tanımıyorum. Kim bilmiyorum. Ama daha birkaç saniye önce dudaklarıma tatlı, hayatımda hiç almadığım kadar güzel bir öpücük kondurdu.
Kim bu adam?
Sırf küçük bir sıyrık için eli ayağına dolanan, cüssesi yanında telaştan neredeyse ağlayacak gibi duran bu yabancı kim?
Bundan sonrasında onu sakinleştirip eve gitmek istediğimi söylesem de yol boyunca düşünüyorum. Düşünmek yapabildiğim tek etken gibi. Belki de bir güvence var içimde onu eve gitmek için ikna ederken. Ama evin önüne geldiğimizde yanan dizimin bir önemi kalmıyor. O sessiz ortamda duyabildiğim tek şey nefes alışverişlerimiz.
Son kez dönüp ona bakıyorum. O da bana bakıyor. Gözleri yaralı bir kuş gibi kederli. Oysaki alt tarafı küçük bir çizikten ibaret. Bu adam değil miydi benim için başka insanları ölüme sürükleyen?
Sanki değilmiş gibi...
Ama öyle. Kendi ağzıyla söyledi.
Ne garip. Onca konuşmamızdan sonra beklediğim, böyle bakan bir adam değildi. Beklediğim nasıldı ki?
"Ayağım iyi. Geçer. Küçükken çok düşerdim." diyorum istemsiz onun gözlerindeki kederi silmek istercesine. Sonra söylediğim sözlerin saçmalığı ile gülüyorum. "Ama sen zaten bunu biliyorsundur." dediğimde boğazıma bir düğüm atılıyor. O ise bu sefer anlamayan bir ifade ile bakıyor gözlerime. Bu sefer konuşacak kişi bendim galiba.
"Ben... Gitsem iyi olacak."
Dönüp kapının açma düğmesini buluyorum. Düğmeye basmak hiç istemeyen tarafım beni tetiklese de çoktan yukarı doğru kayan kapı içeriye ılık bir havanın gelmesine sebep oluyor.
Yavaşça dışarı çıkıp yere bastığımda hafif sızlayan dizime karşılık yüzümü buruşturmak istesem de telaşlanmaması için bunu yapmaktan vazgeçiyorum. O da niyeyse?
Arkamı dönüp ona bakmak istediğimde eğilip içeri bakıyorum. O ise dimdirekt ileri bakıyor şimdi de. Elleri direksiyonda. Gitmeye hazır gibi. Ama sinirlenmiş belli. Parmaklarının boğumları, direksiyonu sıkmaktan dolayı beyazlaşmış...
"Her şey için teşekkürler." diyorum. Ama içimde bir güvence var. Onu yine göreceğim güvencesi.