6- “A”slan Karazehir

2071 Words
ROJDA Bir süre hiçbir şey duymadım. Adamın dudakları kıpırdıyordu ama ses çıkmıyordu sanki. O an dünya sessizliğe gömüldü. Tüm sesler, tüm düşünceler, tüm nefesim… Dondu. Gözlerim adamın ağzına takıldı, sanki bir şey daha söyleyecek gibiydi ama sustu. “Ne… ne diyorsunuz siz?” dedim, kelimeleri zorla çıkararak. Adam başını öne eğdi. “Başınız sağolsun. Kaybınız için üzgünüm. Cenazeler bu sabah Mardin’e gönderildi. Polis soruşturması devam ediyor,” dedi sadece. Sesi taş gibi soğuktu. “Nasıl oldu? Kim yaptı? Ne diyorsunuz siz! Bir yanlışlık olmalı! Hem siz kimsiniz?” Beynim babamla abimin öldüğü gerçeğini reddediyordu. Sormamla birlikte kalbim göğsümde öyle sert atmaya başladı ki, nefesim kesildi. Adam derin bir nefes verdi. “Maalesef bir yanlışlık yok Rojda Hanım. Ben avukatım. Size bunları aktarmam emredildi.” “Kim tarafından? Bilmece gibi konuşmayı bırakın artık!” dedim öfkeyle. “Sizi annem yollamadı mı?” “Hayır,” dedi avukat kısaca “Ancak sizinle detayları paylaşmam mümkün değil. Hem zaten aradığınız bilgiler bende değil Rojda Hanım.” “Kimde? Ne diyorsunuz siz?” Gözlerimin içine bakmadı bile. Dosyasını kolunun altına attı. Sanki bir insanla değil, bir dosyayla konuşuyordu. Bir adım geri attı. “Tekrar başınız sağ olsun,” dedi mekanik bir tonda, ardından çantasını aldı ve kapıya yöneldi. Apartmanın dış kapısının kapanış sesi evin içinde yankılandı. O yankı… içime bir bıçak gibi saplandı. Bir süre orada, kapının önünde öylece kaldım. Birinin nefesimden can çaldığını hissettim. Babamı… ve Delil’i… gerçekten mi? Ölmüşler miydi gerçekten? Yoksa bu ablalarımın bana oynadığı zalim bir oyun falan mıydı? Babamla Delil’i düşündüm birden. Artık sonsuza kadar sustuklarını, bir daha iletişimde olmayacağımı, onları göremeyeceğimi… Ağlamaya çalıştım ama gözümden bir damla bile yaş süzülmedi. Sadece donup kalmışlık vardı üzerimde. Babamla ya da abimle zaten ben zaman konuşmuştum ki? Ne zaman iletişimde olmuştum? Onlar beni gerçekten ne zaman görmüşlerdi ki, bende onlara bakabilecektim? Benim için fark eden bir şey var mıydı? Düşüncelerimin acımasızlığına sinirlendim bir an. Ailemden iki kişiyi üç gün önce kaybetmiştim… Biraz daha makul olmalıydım. Kapıyı sertçe kapattığım an sanki birden asıl sormam gereken soru aklıma geldi? Benim için katil kim, nasıl öldürüldüler gibi sorulardan daha öte bir soru… Ailem üç gün içinde bana babamla abimin öldüğünü neden söylememişlerdi? Üç gün önceyi düşündüm ve aklıma yine o yabancı geldi… O yabancı gelmeden önce ablam Hevi’yi aramıştım. Zelal’in buluşacağı bir erkek hakkında konuşuyorlardı. Demek, o zaman onlarda bilmiyordu. Ne olduysa ondan sonra olmuştu. Yoksa onlara da bir şey olmuştu? Annem… Kız kardeşlerim… Teyzem… Konağın o ağır, taş duvarları… Hepsi gözümün önünde canlandı. Beni defalarca istemediklerini hatta gideceğim gün neredeyse zil takıp oynacaklarını bilsem de… O ev hala benimdi. Orası hala “baba evi”ydi. Ve şimdi o evin efendileri… yoktu. Birden içimde bir dürtü kabardı. Neler olduğunu öğrenmeliydim. Ne yaptığımı bilmeden dolabın kapağını açtım. Siyah bir çanta çıkardım. Birkaç kıyafet, biraz para, kimliğim… Ellerim titriyordu ama düşünmeden topladım her şeyi. Sonra aynaya baktım. Yüzüm solgun, gözlerim kızarmıştı. Ama o aynada gördüğüm kadın artık başka biriydi. Artık o, sadece dans eden kız değildi. Artık yalnız bir kızı değil, ailesi öldürülmüş bir kadını görüyordum. Montumu giydim. Çantayı omzuma attım. Kapıyı kapatırken, içeride yankılanan tek cümle dudaklarımdan döküldü. “Eve geri geliyorum.” Ve böylece konağın yolunu tuttum. Kendi evime otuz beş dakika uzakta olan konağıma… * Arabayı sürdüğüm yol boyunca hiçbir şey düşünemedim. Aslında düşünmemeye çalıştım. Ama her kilometrede geçmiş bana geri dönüyordu. Karanlık yolda farların aydınlattığı taşlar bile çocukluğumun sesini taşıyordu sanki. Her taşın altından bir anı fırlıyor, her gölgenin içinden o konaktaki kız çocuğu çıkıp bana bakıyordu. Sert, inatçı, sevgisiz, Mirdaş denen topluluğu aile edinen bir baba… Yorgun, öfkeli, ilgisiz, kendi kızını düşman gibi gören bir anne… Ve ikisinin arasında sıkışmış bir kız çocuğu: ben. Ne zaman birini sevmeye çalışsam, “fazla” olmuştum. Ne zaman farklı olduğumu anlatmaya kalksam, “saygısız” olmuştum. Ve sonunda hiçbir şey olmamaya karar vermiştim. Ama o karar bile bugün anlamını yitirmişti. Direksiyonu sıkarken ellerim terliyordu. Gözlerim yoldaydı ama aklımda hep aynı cümle dönüp duruyordu. “Cesetleri bulundu.” Sanki her hecesi bir bıçak gibi içimi çiziyordu. “Bulundu.” Yani gömülmemiş, sahip çıkılmamış, orada bir yerde bırakılmışlardı. Kim yapmıştı? Neden yapmıştı? Ve neden kimse bana söylememişti? Aklıma ablamın “Karan Alpata denilen bir adamla uğraşıyorlar” demesi geldi. O mu öldürmüştü babamı ve abimi? Yolun sonuna geldiğimde konağın kokusu burnuma doldu. Konağın önünde iki eski cip duruyordu. Ama bu sefer direksiyonlarda kimse yoktu. Babamın adamları yoktu… Konak sanki içinde biri yaşamıyormuş gibi koruma altında değildi bu sefer. Ama içeride ışıklar yanıyordu. Arabayı durdurdum. İçimdeki sessizlik artık dayanılmaz hale gelmişti. Motoru kapattım ve arabadan çıktım. Ayakkabımın topuğu taş zemine vurduğunda ses yankılandı. Derin bir nefes aldım ve kapıyı araladım. Kapının önünde, ellerinde tespihlerle kadınlar oturuyordu. Beni görünce fısıldaştılar. “Sonunda teşrif etmiş…” “Yüzü bile utanmıyor, cenazeye gelmediği için.” O sesleri duydum. Belli ki cenazeler çoktan gömülmüştü. Beni çağıran olmamıştı; kimse hikayemi bilmiyordu. Sadece beni yargılamayı biliyorlardı. Dünyadaki en kolay, bedava ve nefretini kusmayı başaracağın şey konuşmaktı ne de olsa. Ama bu kez eğilmedim, utanmadım. Çünkü artık utanacak bir şey kalmamıştı. Konakta ağır bir koku hakimdi. Ölüm kokusuna karışmış yas kokusuydu bu. Bir uğultu, kadınların dua mırıltısı, hıçkırık sesleri… Derin bir nefes aldım ve annemi bulmak için salona doğru ilerledim. Salonun ortasında kalabalık bir grup vardı. Bir köşede Zelal oturuyordu. Yüzü solgun, gözleri bomboş bir şekilde ileri geri sallanıyordu. Bir şeyler fısıldıyordu ama sesi çıkmıyordu. Yanında bir kadın mendille ağlıyordu. Hevi ayakta, ellerini beline dayamış, öfkeli bir şekilde bir şeyler söylüyordu. Beni fark ettikleri anda sesler kesildi. Annem başörtüsü yüzüne düşmüş, kafasını eğmişti. Ağır ağır kafasını kaldırdı ve bana baktı. O anda anladım. Bu konak hala beni istemiyordu. Beni cenazede dahi görmek bile istemiyorlardı. İyilerdi işte; burada durmuş, Kuran okutup yaslarını yaşıyorlardı. Yemekler dağıtılmıştı. Köşelere tıkıştırılmış, bitmiş helva tabaklarını görebiliyordum. Bana öyle bir bakıyorlardı ki sanki ben uğursuzluğumla ölüleri mezarlarından çıkaracaktım. “Ne işin var burada?” dedi annem. Sesi buz gibiydi. Kara tül başına düşmüştü, ama gözleri hâlâ delici bir soğukluk taşıyordu. “Babam ve abim… Öldürülmüşler! Onları gömmüşsünüz. Bana haber bile verme zahmetinde bulunamadınız mı?” Diğer konuklar rahatsız olarak hızla ayağa kalktı ve beni annem, teyzem, Hevi ve Zelal’le yalnız bıraktı. Bir on beş saniye kadar sessizlik oldu. Herkes gittikten sonra annem yine bana döndü. “Niye verecektik?” dedi. “Gelseydin ne olacaktı? Çok mu seviyordun onları?” “Ben-” dedim anlamayarak. “Ben birinin kızı, birininde kız kardeşiyim! Elbette cenazeye gelecektim! Elbette son görevimi yapacaktım! Onları sevmeyen ben değildim, beni sevmeyen onlardı! Ben size ne yaptım ya?” dedim, sesim titrerken. “Sadece farklı olduğum için mi bu nefret? Sizin gibi olmadığım için mi? Benim suçum ne anne? Gerçekten bilmek istiyorum!” “Burası yeri ve zamanı değil kızım,” dedi teyzem. Teyzem onlara göre bir tık farklıydı. Beni çok sevmezdi ama en azından nefrette etmezdi. Küçükken her şeyimle o ilgilenmişti. Annem ayağa kalktı. Gözleri doluydu ama yaş yoktu. “Suçun mu?” dedi teyzeme doğru susması için elini kaldırırken. “Sen doğdun Rojda. Suçun bu. Ben seni doğururken neredeyse ölüyordum. Senin yüzünden! Hamileyken kanım zehre döndü! Sen doğmasaydın ben bugün hala mutlu bir kadındım!” Sesi tüm konakta yankılandı. “Senin yüzünden kocam benden uzaklaştı! Çünkü seninle uğraşmaktan ona karılık yapamadım! Senin gibi bir utanç kaynağı doğurduğum için bana bir daha dokunmadı!” Her kelimesi bir tokat gibiydi. İstemsizce gözyaşları gözlerimden süzülürken bir şey demedim. Kavga etmenin bir manası yoktu. Hevi bir adım öne çıktı, gözleri dolu ama sesi öfkeliydi. “Ne ağlıyorsun be sen? Babamı sever miydin sanki?! Şimdi mi geldi vicdanın? Gidip dans ettiğin yerlerde ağlasana biraz da!” Gözlerimi kıstım. “Babamın cenazesine bile çağırmadınız beni,” dedim. “Bu kadar mı yani! Bu kadar mı yokum ben sizin için?!” Teyzem Safiye yerinden kalktı. “Yeter be kızım! Aileni kaybetmişsin hala kendini düşünüyorsun! Hala ben diyorsun. İnsanların acısına saygı duy biraz. Şimdi zamanı değil dedim ama dinlemiyorsun. Her zaman ki gibi asisin Rojda. Bencilsin. Babana sahip çıkacak yüzün yok senin!” Yine gözlerimden yaşlar akıyordu ama öfkendendi bu. “Ben bu evde kimseye zarar vermedim. Bencil değilim, sadece anlamaya çalışıyorum. Ama siz benden sadece nefret ettiniz. Ve şimdi… babamla abim öldü. Siz hala nefret ediyorsunuz.” Hiç kimse cevap vermedi. Hevi bağırdı. “Kes sesini! Böyle şeyler yapacağını, böyle garip garip konuşup asabımızı bozacağını bildiğimiz için çağırmadık seni! Bak daha geleli beş dakika olmadı ama bağırıp çağırıyorsun! Acımız var biz acımız, küçük şımarık bir çocuğu eyleyecek halimiz yok!” Annemde lafa atıldı. “Tövbe tövbe,” dedi öfkeyle. “Ben burada evladımı kaybetmişim evladımı… Yüce Rabbim benim evlatlarımla sınıyor! Önce bana Rojda gibi bir zehirli evlat verdi, sonra Delil’imi aldı benden… Bu küçük dansçı orospu da babamı, abimi kim öldürmüş, ne olmuş diye sormuyorda..! Gelmiş, siz benden neden nefret ediyorsunuz diyor!” Zelal hiç karışmadan köşede sallanmaya devam ediyordu. Gözlerimi sertçe sildim ve ağlama isteğime direnmeye çalıştım. Hep aynı şeyler… Hep aynı manipülasyon. Ya ben gerçekten deliydim, ya onlar. Bilmiyordum. Fikirlerimiz her zaman böyle sertçe çatışıyordu işte ailemle. Tam da bu yüzden, haklı olduğumu hep hissettiğim halde hep “sorunlu” olarak damgalandığım için terk etmiştim evi. “Kim öldürdü söyleyin o zaman!” dedim. “Şu babamın baş düşmanı Karan Alpata denen adam mı?” “Evet,” dedi teyzem. “Onunla bir savaşa gireceklerdi. Derken Zelal kaçırıldı… Cesetlerle birlikte kapımıza getirildi.” “Zelal mi kaçırıldı?” dedim şok içinde. “Nasıl yani? Kim kaçırdı?” “Of kes sesini!” dedi Hevi. Her zamanki gibi beni görmezden gelme işine geri döndü. “Ana! Şimdi ne olacağız biz, asıl onu düşün! Ne olacak bize?” Teyzem başını öne eğdi. “Ne olacağı belli. Babanın tüm mallarını Karan Alpata almış. Ama istememiş bizi o Alpata denilen köpek! Konağın tapusunu da birine devretmiş. Kime olduğunu öğrenemedik. Zelal’i de koz olarak kaçırdılar ama gerek kalmayınca iade ettiler.” Karan Alpata… Birden kafamda birkaç parça birleşti. Biri Zelal’i kaçırmıştı ve yine biri… benimde peşime düşmüştü. Yoksa o yabancı, yani A… Alpata’nın A’sı mıydı? Babamın intikamından dolayı mı peşime düşmüştü? Karan Alpata, benim abim Delil ve babam Celal’le bir savaş içindeydi ve sonunda istediğini almıştı demek ki. Onu tanımıyordum. Ama babamı bile yenecek kudrette biriyse, belli ki çok güçlüydü. Yoksa o yabancı Karan Alpata’nın ta kendisi miydi? “Nasıl bir adam bu Karan Alpata?” diye sordum. “Tipi neye benziyor?” “Ne yapacaksın sen tipini?” dedi Hevi. “Peki ya polis, yakalamadı mı bu adamı?” diye mırıldandım ama ters ters baktılar bana. Böyle işlere polis bile dahil olmazdı. Aşiretler arası davalar aşiretler arasında kalırdı. Zira, böyle güçlü adamların eli kolu her şeye uzanırdı. Annem dizini dövdü. “Her şeyi aldılar,” dedi dövünerek. “Ne paramız kaldı, ne gidecek bir yerimiz! Bu konakta bizi barındırmazlar. Yakında asıl sahibi her kimse, Karan denilen puşt kime devrettiyse gelip kapımıza dayanır.” “Hala neden dayanmadılarsa?” dedi teyzem. Hevi nefretle konuştu. “Çünkü güya delikanlılık yapıyorlar. Yasımızı yaşamak için bize izin veriyorlar. Karan Alpata’nın ne kadar onurlu olduğunu duymayan var mı?” “Karan Alpata değil…” dedi sonunda Zelal ilk kez konuşarak. “Karan Alpata uzun, esmer ve yemyeşil gözleri olan bir adamdı…” Kafam karıştı. A’nın gözleri masmaviydi. Öyleyse peşime düşen adam Karan Alpata değildi. A, o değildi. Salon bir an sessizleşti. Zelal, başını duvara yaslayıp mırıldandı. Hevi dik dik baktı Zelal’e ve “Sus,” dedi. Sonra Zelal, bize doğru döndü. “Karan Alpata güçlü bir düşmandı ama onun bu hikaye ile ilgisi yok. Babamın asıl düşmanı… Beni kaçıran adamla aynı.” “Nasıl yani?” dedi annemle teyzem. Zelal konuştu. “Üç gün önce bir adam haber yollattı… Uzun boylu, esmer, masmavi gözleri olan, simsiyah giyinmiş bir adamdı bu.” Kalbim öyle bir çarpıyordu ki, sendeledim. Yanımdaki masaya tutunup Zelal’i dinlemeye çalıştım. “Bana bir gül yollamıştı; beni beğendiğini, buluşmak istediğini söylemişti. Hevi’de biliyor, siz kızmayın diye; o yüzden sus diyor. Bildiğini çaktırmak istemiyor. Ama bilmeye hakkınız var.” Herkes dikkat kesilirken Zelal devam etti. Belli ki Zelal neler olduğunu ilk kez açıklıyordu. “O adamla buluşmaya gittim ama o adam gelmedi. İki farklı adam gelip beni zorla araca bindirdiler ve Karan Alpata’nın konağına götürdüler. Urfa’ya… Ve orada gördüm bana gül yollayan adamı… Yüzüme bile bakmadı. Beni kaçırmak için kandırmıştı. Adı Aslan… Aslan Karazehir…” Ve o an anladım. Net bir şekilde. Üç gece önce evime giren yabancı… A… Aslan Karazehir’di. Dansımı izlemeden önce Zelal’i kaçırmıştı ve sonra evime gelmişti. Ve dansımı izledikten sonra da… O gece babamla abimi öldürmeye gitmişti. Ve tüm tapularımıza, tüm mal varlığımıza o el koymuştu. Tam o sırada konağın önüne yaklaşan bir araba sesi duyuldu….
Free reading for new users
Scan code to download app
Facebookexpand_more
  • author-avatar
    Writer
  • chap_listContents
  • likeADD