İbrahim odasının kapısında durdu, bir an için derin bir nefes aldı. İçindeki karmaşa, yüzüne ve sert duruşuna yansıyordu. Avucundaki kesiklerden akan kan çoktan kurumuştu, ama acısı hâlâ tazeydi. Kapıyı yavaşça açarak içeri girdi.
Gözleri odanın karanlığına alışmaya çalışırken, yatağın köşesinde oturan Simya’yı fark etti. Simya, kızarmış gözlerle ve ıslak yanaklarla onu bekliyordu. O an, İbrahim’in içine bir suçluluk duygusu çöktü. Simya’nın o masum ama kırgın bakışlarını gördüğünde, yüzüne utanç dolu bir ifade yayıldı. Gözlerini kaçırdı ve başını eğdi.
Simya, bu sessizliği daha fazla kaldıramayacağını hissetti. Gözlerinden akan yaşları silerek ayağa kalktı. İlk defa cesurca, doğrudan İbrahim’in karşısına dikildi. Titreyen bir sesle ama kararlılıkla konuştu:
“Bu yüzden mi benimle yatmadın?”
İbrahim’in kaşları çatıldı. Onun bu soruyu sormaya cesaret etmesi, kendisini daha da rahatsız etmişti. Cevap vermek için ağzını açtı, ama Simya devam etti:
“Şimdi beni, benimle yatmaktan daha çok aşağıladın.” Sesi kararlıydı, ama gözleri hâlâ doluydu. “Ben de seni onurlu bir adam sanmıştım.”
İbrahim ne diyeceğini bilemedi. İçindeki öfke, suçluluk ve çaresizlik birbirine karışmıştı. Simya'nın sözleri çok ağırdı. Hele kendisi gibi onuru için yaşayan bir erkek için çok daha ağırdı. Simya ise sözlerini bitirdikten sonra başını dik tuttu ve hızla odadan çıktı.
Kapıyı sertçe çarptığında, evde yankılanan ses İbrahim’in içindeki fırtınayı daha da körükledi. Simya’nın oturma odasına doğru uzaklaşan adımları duyulurken, İbrahim onun sözlerinin ağırlığıyla bir an yerinden kımıldayamadı.
Koridorda ise olan biteni duyan Mihriban, odasından kafasını çıkardı. Simya’nın sert adımlarla oturma odasına doğru ilerlediğini gördüğünde yüzüne sinsice bir gülümseme yayıldı.
“Demek ki oğlumla kavga ettiler,” diye düşündü kendi kendine. İçindeki memnuniyet her halinden belliydi. “Yakında bu konağı da terk eder inşallah.”
Mutlulukla kendi odasına geri döndü. İçinde, Simya’nın hayatlarından tamamen çıkacağına dair bir umutla mutlu bir şekilde uykuya daldı.
İbrahim ise odada yalnız kalmıştı. Simya’nın söyledikleri kulaklarında çınlıyordu: *“Ben de seni onurlu bir adam sanmıştım.”* Bu sözler, onu yaralıyor, içindeki öfkeyi daha da körüklemişti.
Bir anda banyonun kapısına yöneldi ve kapıya sert bir yumruk attı. Yumruğunun gücüyle kapının ahşabı hafifçe çatladı, ama öfkesi dinmedi.
“Kendine gel, İbrahim,” diye fısıldadı kendi kendine. Ama ne yaparsa yapsın, içindeki öfkeyi ve karmaşık duyguları bastıramıyordu. Simya’ya karşı hissettiği çekim, Seda’nın ona oynadığı oyun ve annesinin gururlu mutluluğu kafasını dönüp duruyordu.
Simya ise oturma odasındaki bir koltuğa oturdu. Gözyaşları kontrolsüzce akıyordu. Kalbinde bir yara açılmış gibiydi. İbrahim’in Seda ile ilişkisini ve Seda'nın hamileliğini öğrenmek onu derinden yaralamıştı. Ama bunu kendisine hakaret edercesine kaynanası Mihriban’ın yüzüne çarpması, en çok canını yakan şeydi.
Kendi sessizliği ve gözyaşları arasında, oturma odasında kıvrılıp sabaha karşı huzursuz bir şekilde uyuyakaldı.
O sırada, İbrahim yatağa kendini attı. Üzerindeki kıyafetleri bile çıkarmadan, zihnindeki karmaşayla baş etmeye çalışıyordu. Simya’nın yüzündeki acıyı hatırladıkça, içi daha da daralıyordu. Gözlerini kapatıp derin bir nefes aldı ve yorgunluğun da etkisiyle sızıp kaldı.
Sabahın ilk ışıkları konağın içini aydınlatırken, oturma odasında uyuyakalmış olan Simya bir anda irkilerek uyandı. Gözleri şişmiş, kalbi kırık haldeydi. Kahvaltı hazırlıklarının sesini duyuyordu. Sessizce toparlandı. Bugün kahvaltıya yardım etmeyecekti. Ama masaya, İbrahim’in yanındaki yerine sırf kaynanası Mihriban’ın inadına oturacaktı.
İbrahim, ağır bir baş ağrısıyla uyandı. Yatağında kıpırdanırken dün geceyi düşündü. Simya’nın yüzündeki acıyı ve kendi öfkesini hatırlayınca, içini yeniden yoğun bir suçluluk duygusu kapladı.
Saatin çoktan kahvaltı vaktini geçtiğini fark etti. Hızla yataktan kalktı, üzerini değiştirmeden banyoya gidip yüzünü soğuk suyla yıkadı. Aynaya baktığında, yorgun gözleri ve uzayan kirli sakalı dikkatini çekti. Elindeki yara hâlâ tazeydi. Derin bir nefes aldı ve odadan çıkıp alt kata indi.
Mihriban, kahvaltı masasında oturmuş, İbrahim’in gelişini bekliyordu. Onun yorgun ve gergin halini görünce, dün gece odadan çıkan Simya’nın oturma odasında uyuduğunu hatırladı. Yüzünde sinsice bir gülümseme belirdi.
“Demek ki oğlumla araları iyice bozulmuş,” diye düşündü. İçinden, *“İnşallah yakında bu kızdan tamamen kurtuluruz,”* diye geçirdi.
İbrahim masaya yaklaştı ve annesinin bakışlarını hissetse de, hiçbir şey söylemedi. Birkaç dilim ekmek ve biraz peynir aldı. Çayını yudumlarken, elindeki kesikleri fark eden Mihriban, konuşmadan duramadı.
“Elinin hali ne öyle, oğlum? Kavga mı ettiniz?”
İbrahim ona kısa bir bakış attı. “Önemli bir şey değil,” dedi sert bir tonla. Mihriban, sorduğu sorunun onu rahatsız ettiğini fark edince sustu ama içindeki mutluluğu gizleyemedi.
Tam o sırada Simya, sessiz adımlarla yemek salonuna girdi. Gözleri şişmişti, ama yüzünde kararlı bir ifade vardı. Gururlu bir tavırla masaya oturdu. Hiçbir şey söylemeden tabağına birkaç şey alıp yemeye başladı.
Mihriban, Simya’nın halini görünce daha da keyiflendi. Onun gözyaşlarının sebebinin İbrahim olduğunu varsayarak, mutlulukla içinden, *“Sonunda oğlum bu kızı gönderecek,”* diye geçirdi. Ama bu düşüncesini belli etmemeye çalışarak sessizce yemeğine devam etti.
İbrahim, masadaki sessizliğin içinde boğuluyormuş gibi hissetti. Son lokmasını hızlıca yedi ve uzayan sakalını elinin tersiyle sıvazladı. Sessizce masadan kalktı.