Günler konağın ağır havasında birbirini kovalıyordu. Simya her sabah uyanıp yeni bir günle yüzleşmeye çalışıyor, ama Mihriban’ın soğuk bakışları ve iğneleyici sözleri ona gün geçtikçe daha fazla yük oluyordu. Mihriban her aybaşında Simya’yı mutfağa çekip aynı soruyu soruyordu:
“Adet oldun mu? Hamile misin?”
Simya, yüzü kıpkırmızı bir şekilde başını eğiyor, utanarak, “Evet, adet gördüm,” diyordu. Mihriban’ın yüzündeki hayal kırıklığını görmek onu daha da sıkıntıya sokuyordu.
Bu konuşmalar birkaç kez daha tekrarlanmış, her defasında Simya kendini daha yalnız ve yetersiz hissetmişti. Mihriban her seferinde “Yine mi? Hamile kalmayı bile beceremiyorsun!” diye mırıldanarak onu daha fazla üzüyordu.
Bir akşam, konağın yemek salonu her zamanki gibi kalabalıktı. Büyük sofranın etrafında aile üyeleri toplanmış, yemekler sessiz bir iştahla yeniyordu. Simya, masanın en köşesine oturmuştu. Kalbi her zamanki gibi sıkışık, midesi ise o kadar gergindi ki, kaşığına aldığı yemeği zorla yiyordu.
Mihriban, sofranın başında oturan oğlu İbrahim’e dikkatlice bakıyordu. Sözlerini özenle seçmiş gibi görünüyordu ama sesi bir hançer gibi sofrayı kesip geçti.
“Daha ne kadar böyle devam edeceksin, İbrahim?”
İbrahim, kaşığını yavaşça bırakıp annesine baktı. Mihriban’ın ses tonundaki sertlik, sofradaki herkesin dikkatini çekmişti. Simya bile irkilmişti. İbrahim, annesinin bir şeylerden haberdar olduğunu düşündü. Acaba Seda’yla olan ilişkisini mi öğrenmişti? Ya da daha kötüsü Simya'ya el sürmediğini mi öğrenmişti?
“Ne demek istiyorsun, anne?” diye sordu, sesinde belli belirsiz bir tedirginlik ve gerginlik vardı.
Mihriban, oğlunun yüzüne baktı ve konuşmaya devam etti:
“Bu lanet kız yüzünden sana kısır diyecekler. Hamile kalmayı bile beceremedi. Daha ne kadar bekleyeceksin? Ne zaman kuma alacaksın?”
Sofra bir anda sessizliğe büründü. Mihriban’ın sözleri odadaki havayı ağırlaştırmıştı. İbrahim, annesinin düşündüğü kadar kolay sinirlenen biri değildi. Ama bu sözler, onun sabrını test ediyordu. Bir yandan derin bir nefes alıp sinirlerini kontrol etmeye çalıştı, bir yandan da annesine sert bir bakış fırlattı.
“Anne, bu konuları burada konuşmayacağız,” dedi kararlı bir sesle.
Mihriban, oğlunun tepkisini ciddiye almamış gibi omuz silkti. “Biz burada konuşmasak da herkes her yerde konuşuyor. Bu kız bir işe yaramıyor.”
Simya’nın gözleri yavaşça dolmaya başladı. Mihriban’ın her kelimesi, içindeki yaranın üzerine tuz basıyordu. Son zamanlarda İbrahim’e karşı içinde filizlenen sıcak duygular, bu sözlerin altında eziliyordu. Kendini değersiz ve eksik hissediyordu. Başını önüne eğdi ve yemek masasında daha fazla oturamayacağını anladı.
“İzin verir misiniz?” diye kısık bir sesle mırıldanarak masadan kalktı. Hiç kimse onu durdurmadı. Sessizce odasına çıktı, kapıyı ardından kapattı ve yatağın kenarına oturdu.
İbrahim, masadaki gerginliği fark etmişti. Annesinin ısrarcılığı ve sert tavrı, onun da sinirlerini germişti. Sofrada oturmaya devam etmek istemedi. “Ben de kalkıyorum,” dedi, sandalyesini geriye iterek. Masadakiler sessizce onu izlerken o da odasına doğru yöneldi. Bu aynı zamanda; bu savaşta Simya'dan yana olduğunu ve kuma almayacağını onlara gösteren bir sinyaldi.
İbrahim, ağır adımlarla odaya girdiğinde esmer ve yakışıklı yüzünde belli belirsiz bir sıkıntı ifadesi vardı. Geniş omuzları, güçlü yapısı ve kararlı duruşu, onun doğal otoritesini bir kez daha gözler önüne seriyordu. Odaya adımını attığında, yatağın köşesine oturmuş olan Simya'yı gördü. Başını önüne eğmiş, ellerini kucağında sıkıca birleştirmişti. Mihriban’ın yemek masasındaki sert sözleri, genç kızın omuzlarına ağır bir yük gibi binmişti.
İbrahim, ona bir süre baktı. Sonra derin bir nefes alarak konuşmaya başladı:
“Anamın dediklerini kafana takma. Üzerine kuma alarak seni daha fazla aşağılayacak değilim.”
Simya, başını kaldırıp şaşkınlıkla ona baktı. İbrahim’in yüzündeki sert ifade, gözlerinde beliren sıcaklıkla yumuşamış gibiydi. Genç adam devam etti:
“Çocuğun olmadığı için çok üstüne gelirlerse, ben, kendim, kısır olduğunu söylerim. Bu da onların ağzını kapatmaya yeter.”
Bu sözler, Simya’nın gözlerini dolmasına neden oldu. Aylardır aynı odayı paylaştığı bu adam, onun hayatında tanıdığı tüm erkeklerden daha onurluydu. Kendisine elini dahi sürmemiş, tam tersine onu korumak için çevresindeki herkese karşı siper olmuştu. Bu otoriter ve sessiz adam, sert görüntüsünün altında çok güçlü bir şey taşıyordu: Onur.
Simya, minnettarlıkla karışık bir saygıyla İbrahim’e baktı. Sessiz bir teşekkür anlamında masumca gözlerini ona dikti. Ancak bu bakış, İbrahim’in içinde uzun zamandır bastırmaya çalıştığı sıcak bir arzuyu harekete geçirdi.
İbrahim, Simya’nın o masum bakışlarını fark ettiğinde, kendi içinde bir an duraksadı. Onun bakışların ardında hissettiği saflık ve teşekkür, İbrahim’in kanında bir kıvılcım gibi parladı.
*“Saçmala, İbrahim,”* diye düşündü. İçindeki sesi susturmaya çalıştı. Yine de gözlerini Simya’dan çekmeden bir süre durdu. Gergin bir hareketle gömleğinin kol düğmelerini çıkardı ve ceketini sandalyenin üzerine bıraktı.
“Ben duşa giriyorum,” dedi kısa ve sert bir şekilde. Sesindeki ton, daha fazla konuşmak istemediğini belli ediyordu.
Simya, başını hafifçe eğerek cevap vermeden oturduğu yerde kaldı. İbrahim, banyoya yöneldi ve kapıyı ardından kapattı.
Suyun sesi odaya dolarken, Simya yatağın kenarına uzandı. Mihriban’ın sözleri hala kulaklarında yankılanıyor, İbrahim’in ise onu korumak adına söyledikleri kalbini ısıtıyordu. Bu adamın içinde bir yerlerde saklı duran merhamet, onun İbrahim’e olan bakışını değiştirmişti.
“Hayatımda tanıdığım tüm erkeklerden farklı,” diye düşündü. İbrahim’in güçlü varlığı, aynı zamanda ona karşı bir güven duygusu uyandırıyordu.
Genç kız, göz kapaklarının ağırlaştığını hissetti. O gece her zamankinden farklı bir huzur hissiyle uyuyakaldı. İbrahim’in varlığı, kendisine uzanan bir kalkan gibiydi. Birkaç dakika içinde derin bir uykuya daldı.
İbrahim, banyodan çıktığında etrafa yayılan buharla birlikte odada sessiz bir huzur vardı. Beline sardığı havluyla yürüdü ve yatağa uzanmış olan Simya’ya baktı. Genç kızın yüzü, derin bir uykunun huzurunu taşıyordu. Uykusunda bile o masumiyeti ve saflığı kaybolmuyordu.
İbrahim, bir süre onu izledi. Onu sahip olmanın, onun o masumiyetini tadan ilk erkek olmanın nasıl birşey olacağını düşünerek tahrik oldu. Sonra bundan rahatsız olarak hızla silkindi. “Saçmalıyorsun, İbrahim,” diye kendi kendine söylendi. Dolaptan bir tişört ve eşofman alarak hızlıca üzerini giydi.
Her zamanki gibi yastığını aldı, halının üzerine attı ve yere uzandı. Gözlerini kapattı, ama zihni bir türlü boşalmıyordu. Simya’nın bakışları, saflığı ve varlığı, İbrahim’in içindeki huzursuz ve tekinsiz bir duyguyu uyandırmaya devam ediyordu...