İbrahim, doktorun odadan çıkıp gitmesinin ardından yerde diz çökmüş halde kaldı. Gözleri bir noktaya boş boş bakıyor, nefesi düzensiz alınıp veriyordu. Zihni kaotik bir girdabın içine düşmüş gibiydi. “Bu kız bakire,” kelimeleri tekrar tekrar kafasında yankılanıyordu. Bu nasıl mümkün olabilirdi? Doktor yanılıyor olmalıydı, başka bir açıklaması olamazdı. Ama doktorun yüzündeki ciddiyet ve soğukkanlılık, ona doğruyu söylediğini hissettiriyordu.
Ellerini başına götürdü, saçlarını yolacak gibi sıkıca kavradı. “Ne yaptım ben?” diye fısıldadı kendi kendine. O an zihninde, Simya’ya yaptığı her şey birer birer canlandı. Onu nasıl zorladığını, çaresizliğini görmezden geldiğini, o donuk bakışlarını… Söylediği aşağılayıcı sözler...Şiddet dolu ve acımasız tavrı... Her biri yüreğini bir hançer gibi delip geçiyordu. “Nasıl bu kadar kötü olabildim?” dedi, sesi çatallıydı.
Ayağa kalktı, adımları tökezliyordu. Odanın dört bir yanında dolaşıyor, bir çıkış yolu arıyormuş gibi sağa sola bakıyordu. Gözleri kapıya kaydı. Simya’yı görmesi gerektiğini düşündü. Onunla konuşmalıydı, açıklama yapmalıydı. Her ne kadar açıklayacak bir şey olmadığını bilse de, belki de yalnızca özür dilemek istiyordu. Bu düşünceyle harekete geçti ve muayene odasının kapısına yöneldi.
Kapıyı itip içeri girdiğinde, doktor Simya’nın başucunda duruyordu. Genç kız, sessizce uzanmış, gözleri kapalıydı. Yüzü bembeyazdı; solgun ve bitkin görünüyordu. Onu bu halde görmek, İbrahim’in içindeki vicdan azabını daha da büyüttü. Gözleri istemsizce doldu. Doktor, İbrahim’i fark ettiğinde derin bir iç çekerek dönüp ona baktı.
“Onu görmek istiyorum,” dedi İbrahim, sesi zayıftı. “Konuşmam lazım…”
Doktor, gözlerini kısarak İbrahim’e baktı. “Hayır, şu anda olmaz. Onu dinlenmesi için biraz sakinleştirici verdim. Serum takılı. Birkaç saat boyunca uyanmayacak. Şu an dinlenmeye ihtiyacı var.”
İbrahim’in yüzü düşmüştü. “Ama… Ona bir şey demem gerek. Yaptıklarım…” dedi, cümlesini tamamlayamadı. Gözleri dolmuştu, kelimeler boğazına düğümlenmişti.
Doktor, elini kaldırarak onu susturdu. “Yaptıklarını düşündüğün kadar çabuk düzeltemezsin. Belki de hiç düzeltemezsin. Şimdi en azından dinlenmesine izin ver. "
İbrahim, doktorun sözleriyle derin bir sessizliğe büründü. Gözleri tekrar Simya’nın solgun yüzüne kaydı. Onun bu hâli, kendi içindeki pişmanlığı ve suçluluğu daha da katlanılmaz bir hâle getiriyordu. Uzun bir süre olduğu yerde kalakaldı, hiçbir şey söylemedi. Sonunda ağır adımlarla odadan çıktı ve kendisini dışarı attı.
Klinikten dışarı çıktığında soğuk hava yüzüne çarptı. Hava alacakaranlıktı, lambalarının solgun ışıkları etrafı aydınlatıyordu. İbrahim, derin bir nefes almaya çalıştı ama ciğerleri sanki buna izin vermiyordu. Göğsüne bir ağırlık çökmüştü, nefes almak bile acı veriyordu.
Adımlarını rastgele atmaya başladı. Nereye gittiğinin bir önemi yoktu, sadece hareket etmek istiyordu. Ancak nereye giderse gitsin, zihni onu bırakmıyordu. Gözlerinin önüne Simya’nın yüzü geliyordu; o donuk, korkuyla karışık yüz ifadesi... Ona bağırdığı, onu aşağıladığı anlar teker teker zihninde canlanıyordu. Sesi kendi kulaklarında yankılanıyordu. Elleri yumruk oldu. “Nasıl böyle bir şey yapabildim?” diye inledi kendi kendine.
Bir köşede durdu, sırtını bir duvara yasladı. Derin derin nefes almaya çalışıyordu ama bu da işe yaramıyordu. İçindeki suçluluk duygusu, göğsünü sıkıştırıyor, boğazını düğümlüyordu. Gözlerini kapattı, o karanlık anıları tekrar tekrar görmeye başladı. Onun söylediklerini duymadığı, ağlamalarına aldırmadığını… Bu düşünceler, onu adeta nefessiz bırakıyordu.
“Affet beni,” diye mırıldandı, kelimeleri havaya karışıp yok olurken. Ama kimden af dilediğini bile bilmiyordu. Simya’dan mı? Kendinden mi? Yoksa başka bir güçten mi?
Bir an için yere çöktü, kafasını ellerinin arasına aldı. “Keşke… Keşke zamanı geri alabilsem,” diye fısıldadı. Ama biliyordu, hiçbir şey değişmeyecekti. Yaptıkları, söyledikleri… Her şey onun bir parçasıydı ve bu gerçekle yaşamak zorundaydı.
İbrahim, sokaklarda yürümeye devam ederken, zihni ısrarla onu geçmişteki anılara sürüklüyordu. Simya’ya yaptığı her şey, sanki bir film şeridi gibi gözlerinin önünden geçiyordu. Onun çaresiz bakışlarını hatırladı, kendisine yalvarışlarını... O anlarda hissettiği güç, arzu ve kontrol duygusu, şimdi yerini derin bir tiksintiye bırakmıştı. Kendinden tiksiniyordu.
Ona nasıl bu kadar acımasız olabilmişti? Bir insan nasıl bu kadar canavarlaşabilirdi? Kendisine bu soruları sorarken, cevabını bulamıyordu. Belki de hiçbir zaman bulamayacaktı. Ama bildiği bir şey vardı; bu yükle yaşamak, hayatının en büyük cezası olacaktı.
Bir bankta oturdu, elleri hâlâ titriyordu. Gözleri uzaklara dalmıştı. Geçmişteki her bir kötü davranışı, her bir kötü sözü zihnine kazınmış gibiydi. Bu düşüncelerden kurtulmak istiyordu ama kurtulmanın bir yolu yoktu.
“Ne yapabilirim?” diye sordu kendi kendine. Ama cevapsız bir soruydu bu. Simya’ya ne kadar özür dilese de, yaptıklarını geri alamayacağını biliyordu. Bu gerçekle yüzleşmek, onu tüketiyordu.
İbrahim, sabahın ilk ışıkları görünene kadar sokaklarda dolaştı. İçindeki suçluluk duygusu bir an olsun hafiflememişti. Aksine, her geçen an daha da ağırlaşıyordu. Bir ara kliniğe geri dönmeyi düşündü ama Simya’yı tekrar o hâlde görmeye cesaret edemedi.
Simya’nın sessiz yüzü ve doktorun söyledikleri zihninden çıkmıyordu. “Bazı kızların bekareti esnektir…” Doktorun bu sözleri, İbrahim’in beyninde yankılanıyordu. “Ama ben…” dedi, kelimeler boğazına düğümlendi. Kendi kendine itiraf etmek istemese de, bir gerçeğin farkına varıyordu: O gece Simya’nın sessiz çığlıklarını duymazdan gelmişti. Onun acısını görmüş, ama umursamamıştı. Şimdi, bu gerçeği kabul etmek bile dayanılmazdı.
Gözlerinden süzülen pişmanlık dolu birkaç damla yaş, soğuk havada yüzünü ıslatıyordu. Bir duvarın kenarına yaslandı, derin bir nefes aldı. Ama bu nefes, vicdan azabını hafifletmiyordu. Onunla nasıl yaşayacağını bilmiyordu.
Bir süre öylece durdu, başını ellerinin arasına alarak. Sonunda derin bir iç çekerek yerinden kalktı. Kendisiyle yüzleşmesi gerekiyordu ve bu, en zor olanıydı.