2. Bölüm

3389 Kelimeler
“İrfan,   Arsızca sevmek bizimkisi. Her şeye, herkese, her zamana inat… Bu kadarı bilmem ki reva mı insanoğluna? İnsankızına? Bu kelime neden diğeri kadar çok kullanılmıyor diyor musun sen de? Ben diyorum. Erkeklere bahşedilen kadından çalınan her şey içimde ağrıyıp duruyor. Şu günlerde bilhassa İrfan, senden çok vebal altında kalıyor olmam. Ben anne isem sen de baba değil misin? Ben bir adamın karısı isem sen de bir kadının kocası değil misin? Sen gel diyebiliyorsun ben gel diyemiyorum. Sen gelirim de diyorsun ben giderim diyemiyorum gibi… Kocam iyi bir adam diyorum da güceniyorsun ya, aşkın iyilik diye bir tercihi yoktur,olsaydı eğer Kemal’i senden çok severdim. Kemal’i senden az seviyorum. Senin kadar net ve katı olmamam bu aşkı benim hiç ettiğim anlamına gelmez. Hangi anlama gelir diye soracak olursan… Sevmek bambaşka bir şey. Aynı sofrada oturup aynı anı paylaştığın herkesi sevebilirsin. Bu fırsatı sana hayat verir. Kemal’i bana hayat verdi. Sensiz geçen yıllarda ansızın çıktı karşıma. Antika adamın tekidir dediler, babadan kalma antikacılık işine merakı var diye. Kendine özgü tavırları yok değildir. Herkesin ödün vermediği ilkeleri vardır nitekim. Fakat iyilik abidesidir be İrfan. Ben öyle bir adama nasıl derim ki gidiyorum. Gitmem lazım. Gitmezse bu aşk benim ciğerimi, böbreğimi, kalbimi kurutur; iflah olmam ben.  Toplumsal bakış açısının tüm ağırlığı sırtımda İrfan. Tüm gözler üzerimde. Herkes bana kirli, aşağılık ve leş muamelesi yaparken bu aşkla ne kadarının hakkından gelirim, bilemiyorum. Üstelik de anneyim ben. Küçük kızım benimle birlikte yaşamına devam edecekse babasından uzak; babası ile kalacaksa benden uzak. Bunlar az uz imtihanlar değil hayat için. Evet, sana hayatımdan çık diyecek kadar cesur değilim. Sensiz kaldığımda ne yaşadığımı biliyorum. Nasıl yaşanılmadığını,nNefes almaktan ibaret olduğumu… Sahip olduğum her şeyden utanmak benimkisi. Öğrencilerime hayat dersi veremiyorum misal. Neyse müfredat, dümdüz aktarıp geçiyorum. Bu kadarım. Bu kadarcık. Bu kadarcık olmak dibe çekiyor beni. Yaşarken toprak altında debelenmek…   Asabi bir kadına dönüştüm ben. Senin tanıdığın eğlenceli tarafımdan sen yokken eser yok. Duman çıkıyor tepemden her an. Kemal bana bir şey söyleyecekse önden üç beş kez düşünüyor. Kızım ihtiyaçlarını benden çok babasına gördürüyor. Onun her geçen gün daha ılımlı ve fedakâr olmak zorunda oluşunu görmek iste beni daha hırçın biri yapıyor. Bir psikoloğa görünmek istiyorum. İçimi kanırtan derdimi anlatmak. Mesela bir başkasıyla otel köşelerinde sevişmek için gün saydığımı. Bunu yaparken yapmamayı düşünmediğimi, yaptıktan sonra pişmanlıkla nerelere gideceğimi şaşırdığımı… Ama o yokken yeniden gün saydığımı. Bu çelişkili halin beni yiyip bitirdiğini. Günahkar olmanın tek rahatsız edici yanının kendimi sevmekten men ediyor oluşu olmadığını biliyorum üstelik. Sana bir türlü bu işi bitirelim diyemiyorum İrfan. Ne olur beni affet, madem diyemiyorum ne diye böyle sitemkâr, mutsuz ve suçlar gibi konuşuyorum? Mesuliyeti tek başıma taşıyormuşum gibi kendimi başka yere koymuyorum. Sadece senden başka kime söyleyebilir, bu gizi açığa oradan da ayyuka çıkarabilirim ki…   Üzgünüm…. Özlemden öte değil bu hislerim belki ancak bilhassa sana yakın değilken daha yorucu, kemirgen bir hayvan gibi içimde. Kıtır kıtır seslerini duyup tetikte, hiçbir halt yapamadan korkarak yaşıyorum. Bu korkularla yaşamı sürdürmek sensizlikten daha zor. Öyleyse çık git hayatımdan desen… Gidemem.   Yüreğini kararttım, üzdüm, değil mi seni İrfan? Bağışla. Sensiz zar zor her şey zaten. Her şey…   En kısa zamanda görüşmek ümidiyle. Gönül.”   Annemle babam için mesafeli ilişkileri vardı, diyemem. Annelerle babaları vıcık vıcık bir ilişkide görmek istemez çocuklar zaten. Onlar ayrı ayrı en çok sana aittirler. En çok… Annemin bir adama muhtemelen gözyaşları içinde yazdığı bu mektubu okumak yaşıma da yaşadıklarıma da ağırdı. İki açılmış zarf ve iki mektubu öylece bıraktım ve geç kaldığım işi tamamlamaya mutfağa geçtim. Çay demleyecektim. Yanına biraz ekmek, biraz peynir… Karnımı doyurursam içimden burkup duran şu his… Hani annen babandan başka adama aitti hissi. Yoksa onu da sevmiş canım, âşık olduğu adama açık açık demiş ki seviyorum Kemal’i. Oh, ne rahatlatıcı his. Annemin vicdan azabı gelip beni yakalamış gibiydi şimdi. Babamın yaranmak adlı çalışmalarını hatırlıyordu zihnim. Yıl sonu gösterim için giyindiğim kıyafete ketçap bulaştırdım diye: “Senden bıktım!” diye bağırmıştı da annem, babam “Hemen temizliyoruz Gönülcüm, bak gör leke bile kalmayacak,” diye yatıştırmıştı annemi. Leke çıkmamıştı. O leke çıkmadı anne diyemedim hiç. Biz babamla çamaşır suyuna batırdık elbiseyi, annemin hususi diktirdiği, bir etek para döktüğü elbise çamaşır suyunda mora yakın bir renkle çıktı. Çöpe attık görürse ya annem, banyo kazanında yaktık. Anneme yaranmak için elbiseyi yaktık. Anneme yaranmak için yaz günü banyo kazanına odun taşıdık. Biz anneme hiç yaranamadık. Çayım taze, peynirim yağlı. Mektupları eskisininkinden daha temiz ve yeni bir koliye koydum, erteledim hayatı, daha az üzülmek adına belki, geçmişe daha az dönmek için.    O vakit açıldı dış kapı. Aradığınız aşk hikayesinin kahramanı girdi içeri. Kapının üzerindeki çan, dükkan kadar antika bir sesle çınladı. İrkildim. Her gelene irkilen biri değilimdir ben, ilgisiz ve bezgin bulan müşteriler tarafından tuhaf göz baymaları ile karşılanırım. Bu defa olacak ya, yıllarca anlatacağım bir hikâye çıkacak altında,n ondan olmalı, usulca geçiremezdim o anı.    “Merhaba!” dedi. Deri montundan sular damlarken yere. Yağmur mu yağıyordu? Hiç duymamıştım. Ekmeğim ve çayım oracıkta kaldı. Ayağa kalktım. Hizmette sınır yok. Onun gibi hoş adamlar ağırlamışlığım vardır bu dükkânda. Yaşça büyük insanlar da olsalar, gençliklerinde çok can yaktıklarını anlamamak imkânsız olurdu. Benim için birçok şey ifade ederlerdi tabii, her insan başka bir hikaye demekti belki ama o bambaşka bir şey demekti, o an anlamıştım. Islak haline rağmen. O kemerli burnundan bile su damlayacak kadar ıslanmasına rağmen.   “Ne biçim bir yağmur var dışarıda. Otoparktan buraya kadar yürüdüm altı üstü. Bir kâğıt havlu benzeri bir şey vermeniz mümkün?” Konuşamadım. Oysa çenebaz bilinirim ben. Konuştukça konuşası gelenlerdenimdir. Kâğıt havlu… Mutfağa dönüp kâğıt havlu rulosu ile döndüm içeri. Koca ruloyu uzattım. Şöyle bir baktı bana. Minnetten çok şaşkınlık. İstediğim bu değildi der gibi. Bu değildi, bir parça kâğıt.    “Kusura bakmayın. Böyle dan diye…” Yüzünü, saçını kurularken deri montundaydı gözüm. Spor giyimli, modern bir adam. Antikacılarda görmeye alışkın olduğumuz türden değildir. “Ben doğru yerde miyim bilmiyorum ama Fehmi Yıldız diye birini arıyorum. Sahafmış aslında. Bana adres olarak. Bir saniye…” Ruloyu geri uzattı. Kâğıt havlu rulosu kucağımda karşımdaki yabancı adamın çok yakınında söyleyeceği şeyin devamını bekliyordum. Gözleri… Ah o gözleri… Anlatmamı ister misiniz? Gizleyemeyeceğim kadar büyülendiğim o an, gözleri bana karanlık dehlizleri anlattı. Esmer adamları beğenirim diyemezdim ki o güne dek. Babam, hafif kızıl bir adamdı, teni sigaradan buğdaya çalmış, esasen beyaz tenli ve benim için karizmanın ayaklı haliydi. Çukur çeneli, dudağının hemen kenarında hoş bir beni vardı. Kirpikleri gölge bırakıyordu yüzüne, gözlerini açıp kapadıkça. Bir kart uzattı bana. Dolma kalem benzeri ıslak mürekkepli bir kalemle yazılmış adres, buranın eski numarasını gösteriyordu. Belediyelerin sıklıkla başvurduğu yöntem adreslere müdahaleydi. “Doğru yerde miyim?” diye sordu yeniden, benim yazıyı okuduğumu görünce.    “Fehmi Yıldız dedem olur." diye açıkladım şaşkınca.    “Çok mutlu oldum.” Sahici bir mutluluk olmalıydı. “Vaktiniz varsa bir mevzu görüşmek istiyorum sizinle.”   Peynir ekmek yiyordum işte. Çayım da soğumuştu fakat hallederiz, gel bakalım dercesine başımı salladım, oturduğum, uyuduğum, yediğim içtiğim koltuğu işaret ettim. O oraya geçerken sehpayı topladım.   “Çay içer misiniz?” diye sordum. Hiç bu denli misafirperver değilimdir esasen, işte içimden geldiyse de vardır hep bir sebebi. Gözüm de öyle her adama kaysa… Tamam hanım hanımcık kızlardan değildim ben hiç. Hep bir dönem, birileri oldu, yaşadım, taşırdım, bastırdım, vazgeçtim, ağladım, güldüm ama hep unuttum. Tutku çok ısrar eksiktir benim nitekim. Neyse, Altay bunlardan biri değildi. Hiç olmadı. O günden bugüne pek bir şey değişti diyemem. Değişsin istedim de diyemem. Bugünden çok bahsetmeyeyim isterseniz, döneyim o güne. Çayı ile birlikte içeri döndüğümde oturmak için eski bir eşyayı sehpaya yaklaştırdım. Kasa şeklinde bir sandık, içi boş olunca ve yakında olunca zorlanmadım.    “İsmin Altay. Altay Günaydın. Gazeteciyim.” diye tanıttı kendini Altay.    “Öykü Yıldız. Antikacıyım.”Bu hamlem beni onun için çekici bir kadın yapmaktan çok sevimli bir çocuk yapmış olabilirdi. Peşi sıra pişman olsam da artık çok geçti. Belli belirsiz bir tebessümle: “Memnun oldum,” dedi. “Antikacıları öze dönüşün meslek hali olarak yorumlarım her zaman. Özel bir ilgim var diyemem, yani yoktu ancak ben bir araştırma yapıyorum bugünlerde. Bu araştırma konusu antikacılar değil eski bir sahaf Fehmi Yıldız. Dedenizle tanışma imkânınız var mıydı?”   Çayını doldurduğum kupa öylece duruyordu. Sorusundan çok ikramıma talep etmeyişi ile ilgilendim ve sehpanın ortasında duran bakır şekerliğin kapağını açıp ona doğru yaklaştırdım. “Şeker almaz mısınız?” Alırmış. İki şeker attı koca kupaya, kısa süre karıştırdı ve çayından bir yudum aldı. Müsaadesiz ıslak montunu çıkardı kolçağın üzerine astı. “Sorumu yanıtlamadınız.” diye ekledi.   “Dedemi tanırdım, evet, bir süre bizimle yaşadı.”   “Şanslıyım. Araştırmalarım sonucu bir de kızı olduğu sonucuna ulaştım ancak kendisine ulaşmak istediğimde çok ılımlı bir karşılık alamadım.” Etrafta bakışlarını gezdirip duruyordu. Gördüğü hiçbir şeye inanmıyor gibi.    “Ilımlı bir insan değildir çünkü.” dedim itiraf etmekten çekinmeden.    “Aslında bu mevzuyu bugün gazetede, habercilik alanında vesaire kullanmak istiyor değilim. Gazeteciyim deyince akla bu geliyor olabilir ama… Benim mevzum çok başka.” Neydi ise mevzu sıkıcı hayatıma mektuplar kadar büyük bir değişiklik getireceğine inancım vardı." Merakla dinliyorum.” dedim samimi bir ilgiyle.    Fehmi Bey’in nasıl öldüğünü sordun bana. Dedemin intihar ettiğini ben biliyordum. Nedenini ise bilmek mümkün görünmüyordu. Dedemin akıl hastası olduğunu biliyorum. Fakat bugün geçmişe dair bildiklerimin pek de doğru olmadığını biliyorum. Belli ki dedemle ilgili de bir şeyler var. Fakat neden bugün? Ne oldu dediniz bugün? Geçmişim değişti. Muhtemelen birkaç gün içinde öğrendiklerimle ben de değişeceğim. Altay bana garip garip bakıyordu.    “Anlaşılır değilim demek ki. Dedem neden intihar etmiş, sizden duymak istiyorum?”   “Dedeniz sahaf iken antikacı olma kararını nasıl almış bunu biliyor musunuz?” dedem de hakkında Altay'ın da belli ki derin bir araştırması vardı.    Tedirgin olduğumu hatırlıyorum. “Bildiklerimizi yarıştırmayacaksak ben olayın özüne inmenizi rica edeceğim. Asıl amacınız nedir?” diye sordum hiç düşünmeden.    Birkaç yudum çayından aldı, gözleriyle beni süzerken tarttı sanki şuncacık kıza bunun ne kadarını anlatayım diye. Kararını çabuk verdi Allah’tan." Sizde benim aileme ait bir şey olabilir!" itirafında bulundu bir anda.    “Bende bugün itibariyle başkasına ait tek şey mektuplar.” Mektuplar mevzusunu deşebilirdi, öteledi o an için. Dükkanın adresi yazılı kartı yeniden bana uzattı. Kartı aldım, güzel el yazısına uzun uzun bakarken ön yüzünü çevirmemi istedi. Bir kart değil, siyah beyaz bir fotoğraftı. Dükkanıma uygun, kendinden çok şey vermiş bir fotoğraf. Avuç içi kadar fotoğrafı uzağı görmekte zorlandığı halde gözlüksüz yaşamaya mahkum gözlerime yakınlaştırdım. Erkeği dedeme benzetebilirdim pekala ama ne kadar da genç “Yazıyı tekrar okur musunuz?” Kadıköy sonrasında - Bir gün emanetimi almak için geleceğim.- Yazıyordu. “Bu yazı büyükannemin. Büyükannem geçen hafta öldü.” derken yüzünde mateme dair ufacık bir emare yoktu.    “O kadar yaşadı mı yahu?” Güldürdüm onu. Belki ilk kez. Büyükannesi ölmüş birine de gülmek ne çok yakışıyordu. “Korkarım siz benden biraz sonra büyükannenizden kalma kıymetli bir şey isteyeceksiniz. Fakat benim kıymetli şeylere sahip olmadığımı anlamışsınızdır.” Etrafımı gösterdim.   “Bunlar mı kıymetsiz?” raflarda istiflenmiş halde darmadağınık duran kitapları işaret etti. Şu kitapların kıymeti paha biçilemezdi aslında.    Bu kitapları bize eskiciler getirir. Toplu satarlar. Evlerden atılmış eşyalar arasında gözden çıkarılan ilk şeydir. Anlayışla başını sallarken elimdeki fotoğrafı sahibine geri uzattım. Oturuşunu dikleştirdi, şöyle bir toparlandı ve devam etti. “Büyükannem ile dedeniz bir gemide tanışmışlar. Yolcu gemisinde. Dedeniz gemi mürettebatındanmış. Büyükannemle yolculuk süresince kısa ama dolu dolu bir aşk yaşamışlar. Büyükannemin çocukları varmış, üstelik de büyükbabam çok kıskanç ve korumacı bir adammış. Aynı gemidelermiş.” Böyle bir hikaye anlattı bana.   Yine bir yasak aşk hikayesi mi, diye düşündürdü bu hikaye bana.  “Bugün kısmetime mazi düştü ve öğrendim ki mazimde kim varsa hepsi sadakatsiz.” diye anlattım derdimi.    “Aldatıldığınızı mı öğrendiniz? " Söylediklerimden bir şey anlamadığı belliydi ancak sükût ile sindirmeyi bekledi. Çayını bitirdi ve yeniden denedi benimle iletişim kurmayı. “Ölmeden önce anlattığı bu sırrı ile veda etti büyükannem.”   Filmlerdeki gibi, bir hayat hikayesiydi anlattığın.  Maddi olarak değer taşımadığına emin olduğun bir broştan bahsetti. Bunu dedemin sakladığından emin olduğundan… Aşkının gerçek olduğundan bu aşkın peşine düşmüştün.  “Çünkü aşka inanmam. Büyükanneme bağlıydım. Beni o büyüttü. Büyükbabamı hiç sevmediğini ve hep mutsuz olduğunu bilirdim. Ancak tahmine edersiniz ki insan ebeveynlerinin bir başkalarıyla yaşanmışlıkları olduğunu kabul etmek istemez. Kabul ettim. Çünkü büyükbabamın, büyükannem için doğru adam olmadığını bilirdim. Annesi babası çalışan çocukları genelde büyükanneler büyütür. Ben onlardanım. Dolayısıyla ona bağlılığım bir çocuğun annesine bağlılığı gibi. Bu aşk hikayesinin sahiciliğini öğrenmek benim için duygusal anlamda çok önemli. Broşun maddi değeri ile ilgili inanın bir işim yok. Saçma geldi mi size?" Sorduğun soruya başımı sallayarak cevap verdim.  Birinden etkilendiyseniz bu kadar açık sözlü olmayın. Göz süzün, zekanızı öne çıkaracak hamleler yapın, tebessümlü anlayış kumkuması olarak satın kendinizi. Yapamam… Huyum değil! Bu sebepten de Feridun gibi dallamalara kalmışımdır hep. Allah’tan Altay’ın alıngan tarafı baskın değildi o gün ya da hoşlandı benden, bir kez daha gülerek onurlandırdı beni.  “Duygusal tarafımla ilgili emin olun. Halanız anlamadı, bir alacak verecek peşinde olduğumu zannetti ama ben broşun saklandığını görsem onun sizde kalmasına müsaade ederim. Satın isterseniz. Ve belki de çoktan siz sattınız. Fakat dedeniz de satmış olabilir. "  “Koskoca bir hiç için şu konuşmalar… Sizi bu hayatta çok üzerler Altay Bey. Hangi gazetede çalışıyorsunuz?”   Bir kanalı varmış meğerse. Gazete değil de. Genç oluşumdan dünyada ne olup bittiği ile ilgilenmiyor oluşumun mümkün olduğundan bahsetti. Gençler, okumuyor, araştırmıyor, görmüyor, sormuyormuş... Nasıl da peşin hükümlüydü. Babam da bu tarz sözler ederdi. Ben babam gibi konuştuğunu söyleyince ona kendisinin de baba olduğunu söyledi.   Ve gol! Hayır, bir baba ile aşk yaşayamam. Evli bir adamla da pekâlâ. Yerim yurdum karıştı birbirine hay Allah dedim, broş bokuna az kalsın platonik olacaktım. “Kızım üç yaşında. Şu an dünyaya bakış açısı itibariyle elbette umduğumu bulamayacağım bir yaşta ancak sizin yaşlarınıza geldiğinde de baba yadigarı böyle bir yere sahip çıkacak kadar farkında olur mu bir şeylerin, bilemiyorum," diye açık açık anlattı bana halini.  Antikacılar sokağındasınız, hangi dükkâna girsek kırklarını aşmış insanlar vardı. O yüzden baba yadigarı bir yere sahip çıkmam, burayı işletmeye devam etmem onun tuhafına gitmişti. Antikacılar sokağındaki antikacılar için herif benzetmesi yapınca kibarlığından ötürü herif hitabını garipsedim. Tüm antikacılar için aynı zamanda genetik bir kelliğin de sözkonusu olduğunu söyledi. Ben tuhaf tuhaf bakınca da açıkladı. “Kibar gidiyordum, değil mi?” Daha bir yerleşti sanki yerine. Samimi bir hale bürünüyordu her geçen saniye. “Araştırma yaparken annenizin ve babanızın kaza haberine denk geldim. Pekala babanız da kel kafalı değilmiş. Tek çocuk musunuz?” Başımı salladım. Sonra büyükannesinden bahsetti yeniden. "Büyükannem doksan iki yaşındaydı. Sevdiği herkesin ölümünü görecek gibi yaşıyordu. Dinç, ayakta, hastalıksız. Benimle birlikte kalırdı. Annemle anlaşamaz. Diğer çocukları da keza… Neyse. Bana yardımcı olmak ister misiniz?” diye sordu yeniden. Mevzuyu dönüp dolaştırıp aynı yere getriyordu. İsterdim ona yardımcı olmak ama broşun varlığından haber değildim ki. Bana bu konuda pek inanmadı ancak güven verdim, o zaman da bu dükkanda bir yerde kilit altında olabileceğini söyledi broşun. Haklı olabilirdi. Ancak beni de şüphelendiren başka şeyler vardı.  “Aşka inanmayıp bu kadar da ısrarcı olmak… Bir şeyi merak ediyorum, bugün bir kurye tarafından gönderici adı olmayan bir koli teslim aldım. İçinde anneme ait mektuplar vardı. Annemin babam dışında bir adamla olan ilişkisini öğrendim. Sadece bir iki saat önce ve üstüne siz geldiniz. Dedem için de bir yasak aşk hikayesi olduğunu itiraf ettiniz. Bu bir tesadüf mü?” diye sordum aklım hala mektuplarda iken başka bir konuya tam olarak odaklanamıyordum zaten.  Kurye ile gelen koli hakkında hiçbir şey bilmiyordu. Büyükannesinin fotoğrafını deri ceketinin iç cebine yerleştirmek üzere yan döndü. Bense konuşmayı sürdürdüm. “Ben sizin kadar kolay kabullenmedim annemin başka bir adama aşık olduğunu çünkü babam sizin büyükbabanız gibi bir adam değildi. Anneme kıymet veren iyi bir eşti. Babamı severdim. Üstelik babamla birlikteyken, benim de annemken bir başka adamla yaşadıkları ile bizi kandırmış.” Ciddiyetle döndü bana ve puslu gözlerle izleyerek beni, dinledi. “Mektupların etkisinde çok da iyi olmayan bir ruh halinin içerisindeyken bana dediniz ki sizde bir emanet var. Açıkçası dedesi ile arasında bağ olan o torunlardan değilimdir. Bizim ailede herkes erken ölür. Keza dedem de ölmeden önce benimle çok yakın o tonton ihtiyarlardan değildi. Yalnız yaşadığı evinde kendini vurdu ve öldü. Ardından ağladığımı bile hatırlamıyorum. Küçüktüm zaten. Babaannem deseniz hatırlamam bile. Sanırım dedem tarafından sevilmemek kahrı ile o da genç yaşta öldü.” uzun uzun anlattım ona. Niyeyse dilim şişmişti o gün.    Dükkanın üst katında dedemde kalma evimiz vardı, orada doğmuş ve büyüyordum. Altay, evde dedeme ait bir oda varsa o odanın aranmasını broşu bulabileceğimizi söyledi. Belki de haklıydı... Benden bunu yapmamır rica etti. Ben de mektuplarla ilgili sıkıntılı bir süreçte olduğumu söyledim ona. Mektupları bırakıp onun broşunu arayamazdım. Bencillik ettiğini anlamıştı. Espri yapıp bu hayatta bencil olmayan birini aradığımı söyledim.  “Hangi anlamda?”diye sordu.  Kendime koca yapacağım. Şu genç yaşımda ecelime susadım evlenip barklanıp…  “Size hangi anlam lazım?” demez miyim? Derim. Bir an durakladı, manasız bakışlarla süzdü beni. Hep güzeldim. Güzelliğinin farkında olan o kimselerden. Annem de öyle bir kadındı. Güzelliğini aynada uzun uzun süzerdi. Aynada süzmeden emin olanlardandım ben. Güzel kısmetsiz olur derler, Allah çirkin şansı versin.   “Tuhafsınız.”diye itirafta bulundu.  “Sizin bencil olduğunuz kadar.” dedim. Sözümü budaktan sakınmam ben.   İş ciddiye biniyordu ve biz birazdan kavga edecektik. Zaten evliymiş kavga edip de ne yapacaktım derken gülüverdi yeniden. Gülüşü güzel adamlardan korkun. Hele ki âşık olmak için uygun biri değilse son sürat kaçın oradan. Gülüşüne eşlik etmek yerine boşalan kupasına yeniden çay doldurmak üzere kalktım yerimden. Çaylar ile döndüğümde yerinden kalkmış kitapları inceliyordu. Ben oturdum. Yerine döndü ve balıkçı yaka kazağının kollarını bir iş yapacak gibi sıvadı. “Kahvaltınızı da böldüm.” Sehpanın üzerinde bir kenara bırakılan peynirli ekmeğimi gösterdi. Vakit akşamüzeriydi. “Yalnız mı yaşıyorsunuz?” Her erkeğe yalnız yaşadığını söyleme. Bu da erkek işte söylememek lazım diyerek daldım. Sevgilimle yaşadığımı söyledim. Broş için ondan yardım alabilirdim. Altay'a karşı önlemdi bir nevi.  Feridun dükkâna nadiren gelirdi. Alerjisi var toza, hapşırıp duruyordu kedi gibi. Kendimi Feridun adı ile güvene aldığıma göre şimdi karşımdaki adamla dilediğim kadar laflayabilirdim. Nitekim ağzı laf yapan erkek sayısı yeryüzünde bir elin parmakları kadardı. Son zamanlarda benim için laflayacak erkek değil kadın bulmak da zordu. Kısaca sağla0m yalnızlık çekiyordum. Arkadaş ortamı zayıf kimselerden değildim de onların arasında bile yalnızlık hissettiğimden…  “Broşun olmadığına inanın bence. Aşk diye bir şey yok.” diye ekledim.   “Sevgiliniz de biliyor mu bu kanaatinizi?” diye sordu kaşları kalkık müstehzi bir şekilde. Ben de onun kanaatini eşinin bilip bilmediğini sordum. Biliyormuş ancak eşiyle zaten boşanma sürecindelermiş.  Sevgilim olduğunu söyleyecek bok vardı. Sevgilimmiş. Feridun’un her yeri sevgili olsa ne olur. Atardım bir mesaj derdim ki sıkıldım senden ben zaten olgun erkek seviyormuşum. Olgun ama kaç yaşında? Üç yaşında çocuğu olan, evlenip boşanan. Adamın yaşını anlayacağım diye kaz ayağı var mı arayışına koyuldum. Kaz ayakları için gülmesi lazımdı. Güldürmek için patlattım bombayı.   “Ayrılık da sevdaya dahil derler oysa.” Gülmedi. “Hani duygusal biriydiniz? Şiir sevmez misiniz?” Güldü. İşte yeni yeni ince çizgileri… Çocuğu olsa ne olacak aradaki on yaştan kime zarar gelir dedim.  Bir heyecan tuttu beni anlatamam. Hiç tanımadığım adamla peşinen neler neler kurdum hayalimde hemencecik. Mutsuz, duygusal, gazeteci, yakışıklı… Hem atalarımız birbirine âşık olmuş. Bizim aşkımız genetik bir miras taşıyabilirdi.   “Öykü’ydü değil mi?” diye sordu sonrasında.   Adım… “Altay’dı değil mi?” Asıldığımı anlasa keşke. Anlamadı sanki. Broşu ısrarla arama sebebini öğrenmek istedim. Zengin olmak için miydi tüm bunlar?  “Parayla bir derdim yok. Size kartımı vereyim buna ikna olun.” Deri ceketine yeniden döndü. Ambar gibiydi cebi ne arasa orada? Deri ceket sahici olmalıydı. Hayvan düşmanı bir yakışıklı. Zenginim demişti nitekim. İhtimaller git gide zavallılaşıyordu. Adamı tavlamam imkansızdı. Kartında bir televizyon kanalının amblemi üzerine Altay Günaydın yazıyor, altında yönetici unvanı vardı. Kartı geri vermeye niyet etmeksizin daha bir kallavi baktım yüzüne. Dudağının kenarında kadınsı beni bile erkeksiydi artık. Damarlarımda zengin erkek avcısı sürtük bir kadının kanı dolaşmaya başladı. Babamla ve İrfan ile ayrı ayrı yatan annemin kanı.   “Benim için önemli olduğunu anlattım. İnanıp inanmamak size kalmış Öykü.” Hanım demeden, siz ama Öykü. Bir uyumsuzluktan doğan uyum, adam ne yapsa yaranırdı bundan böyle bana. “Büyükannem, dedenizin tam bir İstanbul beyfendisi olduğunu söylemişti. Eminim torununa da bu yönünü aktarmıştır. Yardımcı olmak isteyeceğinizi düşünüyorum.” diye tane tane anlattın bana.   Annesinden de sürtüklük yönü aktarılmıştır diye korkmadan hem de. “Peki. Olabilecek yerlere bakacağım. Evimizde kilitli bir kasa yok ama belki başka bir şeyler vardır.”  “Teşekkür ederim.” İkinci kez çay ikramımı kabul etmemiş gibi kupa bardak çay ile dolu toparlandı. “Kartımda numaram var. İletişime geçmek için… Ben yine uğrayacağım. Kitapları incelemek için bilhassa… Bu mekânın Retro ruhu içime işledi. Belki siz de o zamana broşu bulursunuz, size teşekkür için Kadife Sokak’ta şarap ısmarlarım.”  Randevulaştığım Altay ile ilk intibaının derin izleri içimde kıpırtılı kelebeklerle dolaşırken vedalaştım.  
Yeni kullanıcılar için ücretsiz okuma
Uygulamayı indirmek için tara
Facebookexpand_more
  • author-avatar
    Yazar
  • chap_listİçindekiler
  • likeEKLE