4. Bölüm

2123 Kelimeler
“Puşt!” sözcükleri çıktı dudaklarımdan sesli bir şekilde. Mektubu kaldırırken kolisine, koliyi de kucakladığım gibi yıllardır satılmayan, satılmadığı için iyiden iyiye demirbaş görevi gören masif konsolun gözüne kaldırdım. Annemin böyle böyle içine işleyip bizden, babamdan aile olmaktan bizi men eden puştun tekiydi İrfan. Yaşıyor ise onu bulup boğabilirdim. Zaten annemi bahsini ettiği kadar çok sevmiş ise onun ölümünün ardından yaşamıyor olmalıydı. Aşka inanmak isteyen Altay Günaydın’a vermek vardı mektupları aslında. İnanmak mı iğrenmek mi neyse istediği onu yaşasın diye? Gündüz vakti esti ya bana kilitledim dükkânı çıktım dışarı. Bugün peynir ekmek yemeyecektim. Adamakıllı kahvaltı yapacaktım ikindi vakti. Kahvaltı servisimiz bitmiştir diyen garsonları dövmekten son anda vazgeçip o günü ahmak ıslatan yağmuru altında saçma sapan dolanarak, yorgun hislerle taşıdım. İlk dövmemi o gün yaptırdım. Ergenlik çağında babamla bu konuda anlaşıp annemle karşı karşıya geldiğimiz için iyi kız olmuş, dövme hevesimi bastırmıştım. Sonra hevesimi yitirmiştim ancak o gün belki de anneme olan öfkem yüzünden ya da sayesinde mi demeliyim, zamanla ilk dövmemi izlemeyi hep sevdim, dövme yaptırdım. Baş parmağımın üzerine doğru ufalan bileğimde büyüyen martılar… Neyi anlatmak istediğimi sormayın! Dövmecinin kataloğundan seçtiğim gibi, bu olsun dedim. Anneme isyan edeyim de nasıl olursa olsun. Tuhaf bir kandırılmışlık hissiydi yaşadığım ve anneme duyduğum sadakatimi kaybetmiştim o günlerde. Annemi anlamak şurada dursun, anlamaya çalışmazdım bile. Kadife Sokak'ta bir yerde, bir başıma bira içip dükkana akşam vakti döndüm. O saatten sonra eve çıkmalı, rahat yatağıma uzanmalıydım belki ama annemin yaşadığı adı her ne ise yasak aşkın gölgesinden dökülen saçılanlar her yeri is pas içinde bırakmışlar gibi… İğreniyordum yaşadığım yerden, hayattan, kendimden, annemin parçalanmış bedeninden…Bir tek elimin üzerindeki martılar, dalgalanır gibi görünen kanatları. Dükkânın koltuğunda sancılı, huzursuz, sinsi bir geceye teslim oldum. Rüyamda İrfan Ulu annemle birlikte evimizde ne var ne yoksa, ne olacak işte onca eski eşyanın hepsini, toplamış götürüyorlardı. Babam bir köşede, karın altında iç çamaşırlarıyla büzüşmüş oturuyordu. Babamın acısı yüreğimde uyandım. Sanki öleli çok zaman geçmemiş daha geçenlerde toprağa vermişim gibi bir acı. Toprağa verdiğimin sadece parçaları olduğunu bilirken… Yorgun uyandım. Dövme yaptırdığım yer iki gün önceki yanık izinin hemen üstüydü. Acıyordu. Yanık. Dövme yarası. Ve yüreğim. Kapının zorlandığını fark ettim. Müşteri için erken bir saat değildi, ben geç kalmıştım. Örgü battaniyemi, uyuduğum zeminden topladım sandığın üstüne koydum. Kapıya yönelirken başımın ağrısını fark ettim. Burnum da tıkanmıştı. Soğuk algınlığı… Teşhisi geciktirmem, genelde de tuttururum. Kapının kilidini açtığımda bir müşteri değildi bekleyen, Altay’dı. Neden diye sormak istedim yeniden, böylesi boktan bir zamanda neden çıktın karşıma?   “Günaydın. Yeni mi açıyorsunuz dükkânı?”  Onun yerine senin sorduğu bu soruya cevap vermek zorundaydım.  “Günaydın.”  gibi canından bezmiş bir halle. Esnaf dediğin, sabah sekizde işinin başında olmalı derdi, babam. Hep öyle yaptı. Annem okula giderken babam dükkanını açardı. Çok kazanmadı, zengin olmadı, lüks arabalara binmedi ama babam hep işine sadık, kalender bir adam olarak tanındı.   “Yeni uyanmış gibisiniz?” diye sordu kibarca. Saygılı ve mesafeliydi.  “Öyle. Girin içeri buyurun.” Daha bildik, mekânı tanıyan edayla girdi içeri. Deri değil kadife bir ceket giymişti bugün. Keten pantolon, yine balıkçı yaka kazak. Ceketi lacivert, pantolonu ve kazağı siyah.   “Sizi arayacaktım bugün.” Yalan söyledim, aklımda yoktu böyle bir plan. O an onu görünce aramam gerekirdi herhalde diye düşündüm. Yanlış düşünmüşüm.  “Yo, henüz iki gün geçti. Ararsınız diye düşünmemiştim. Siz iyi misiniz?”  Benim savunmama karşılık son derece doğal bir tutum içerisindeydi. Dükkânın ortasında karşılıklı dikiliyorduk. Muhtemelen oldukça dağılmış görünüyordum. Kendimi toparlamak adına izin istedim ve lavaboya yöneldim. Saçlarımı ellerimle düzelttim, yüzümü yıkadım, şiş gözlerime şöyle bir baktım. İyi ki siyah kalemim silinmiş gitmişti. Sonra… Geri döndüğümde plakların olduğu bölümdeydi, elinde tuttuğu plak Müzeyyen Senar’a aitti. Babamın en sevdiği… Durduğum yerden görüyor, tanıyordum emektar plağı. Ne çok dinlerdi, çevirip çevirip.   “Size kahve yapabilirim?”  diye teklifte bulundum, ev sahibi tutumumla. Elinde plakla döndü ardını, uzun soluklu gelmiş gibi bir rahatlık vardı halinde, kahve için başıyla onay verdi. Su ısıtıcısını prize taktım. Hazır tek kullanımlık paketleri iki kupaya döktüm. Dünden bulaşık duruyordu tezgahta, onlara bakmadan, beş dakika sonra hazır kahvelerle döndüm.  Şekerli içip içmediğini sordum. “Çay şekerli, kahve şekersiz. Alışın, sık içeceğiz gibi.” Sık içme vaadi… Neye dayanarak? Bir broş için verilecek söz müydü şimdi bu? Ruh halim öyle kötüydü ki birinden küçücük bir yakınlık görmek incinmiş yerlerime dokunuyordu. Kahvesini elimden almadan evvel plağı aldığı yere diğerlerinin üstüne bıraktı ve bardağın üzerinde bir an dokundu elime. “Yeni mi yaptırdınız?” Dövmeyi soruyordu. Uzun süre temas halinde kalmadı, bardağını aldı, teklifsiz, önceki gün geldiğinde oturduğu yere oturdu. Bana da sandığı çekme işi kaldı. Tekrar yakınına geçtim.   “Yeni yaptırdım,” dedim ancak martılarımı inceleyerek. “Alışırım birkaç güne herhalde.” Ne zamana alışacağımı bildiğim yoktu. Kararlarım ve ben isimli tutumlarıma aşina olsam da.  “Yakışmış.” Bunlar daha yakınlık içeren sohbetlerdi. İlerliyorduk. Sevinebilirdik ancak hiç flört havasında değildim. “Beni görmek canınızı sıkmış gibi.” Bu siz biz kadar değil diyebilirdim biraz oynamak isteseydim onunla. Biraz bile çekmiyordu canım.   “Sizinle ilgili değil.” dedim omzumu silkerek.  “Anlatmak istersen…” dedi taptaze bir hevesle.  “Anlar mısınız?” Yaşını başını almış adamsınız demekten halliceydi benim tavrım. sen ne anlarsın desem daha iyiydi sanki.  “Şu mektuplardan dolayı mı böylesiniz? O gün bahsi geçmişti aramızda. Annenizin hikayesi…” başımı salladım. “Kabullenme evresini geçince rahatlarsınız.” diye yargıda bulundun. Birbirimize sen demesek mi diye kararlaştırdık o an. Hem resmiyet insanı sohbet ederken gergin ve içten olmayan bir tavra itiyordu hem de bu tavra lüzum olacak bir ortamı paylaşmıyorduk. “Ben öğrencilikten çıkma olduğum için henüz bizde herkes sendir.” Gülümsedi. Sıcakkanlı adamlardan da patron oluyor muydu yahu? Hani ego, o küçük dağları ben yarattım, büyüklerinde de payım çok havası… “Sevgilimle ilgili bir sorunum yok. Onu sorun edecek bir hayatım da yok. Senin kadar duygusal olduğumu alenen söyleyemezdim ben. Kendimi böyle tanımlamazdım. Şu günlerde tuhafım. Ve sanırım bir anda büyümek zorunda kaldığımı yeni anladım. Bunun ağırlığını yaşadığım günlere dönmüş gibiyim. Aslında psikolojik destek aldım bir süre ve ilaç kullanıyorum. Annemin babamın ölümünden ötürü. Antidepresanlar işte. Bilirsin. Ya da bilmezsin.”  “Herkes biraz bilir.” deyip kendinle beni eş tuttu duruma.  Şekersiz bir yudum aldım kahveden. “Bu dükkânda işler yolunda değil. Evet, babamın işini sürdürmek istiyorum. Hatta dedemin… Kaç nesil işletmeciyiz hevesi herhalde. Okulu da bıraktım. Gerçi istesem dönerim ama istemiyorum da.”    Hangi okulda okuduğumu sordu. Arkeolojinin ikinci sınıfındayken ailemi kaybedinc okula devam etmediğimi söyledim. Yaşım yirmi birdi. Onun gibi gazetecilik okuyup okumak istemeyeceğimi öğrenmek istedin. Onun  hayaliymiş benim değildi.  “Tembellik hayalimdeki meslek.” Güldü, hiç azımsamadan. “Bir de bilirsin işte, biz kızların temel hedefi zengin koca bulmaktır.” Şu lafı etmemeliydim ama ettim. Herkes bu denli açık sözlü olan kişileri sevmez.   Sevgilime dair öğrenmek istedikleri vardı ve de. Arkeoloji öğrencisiydi Feridun da. Yani henüz öğrenciydi ve zengin olma umudu vardı ve zaten babası da varlıklıydı. Ancak evlilikte tek kriter zenginlik olmamalı. diye düşünüyordum. Bilge bir ifade ile salladı başını. Kahvesini sehpaya bırakıp kadife ceketini çıkardı, nizami bir tavırla katlayıp kolçağa bıraktı.   “Buranın ısınması için şu sobayı mı kullanıyorsun?”  Yakmaya üşendiğim sobaya baktık birlikte. “Soğuk mu?” diye sordum sanki göreceli bir ılıklık varmış gibi içeride. Geçen sefer de yanmadığını fark ettiği için durumum için endişe duyuyordu. Sıradan bir endişe değildi bu. Sobayı yakmaya üşendiğimi söyleyip onu başımdan savabileceğimi düşündüm.  “Hep böyle misindir?” diye sordu, kahve bardağını yeniden eline alıp arkasını yaslandı ve ekledi. “Üşengeç.” Bu sohbetin gidişatının sorgulamasına düşmeden bulunduğum durumdan hoşnut olduğumu fark ettim. Altay, sadece karizmatik bir adam değildi aynı zamanda seksiydi de. Mevzuyu sekse nasıl bağladın diye soracak olursanız mevzu seks değil, mevzu benim. Bugün o günlere döndüğümde hislerimden bulamaç çıkıyor karşıma. Ne zaman seksi bulduğumu ne bileyim, bugün her bir tavrı her şey sanki… Karizmatik ve içten. Karizmatik ve sıcakkanlı. Karizmatik ve neşeli. Karizmatik ve alaycı. Karizmatik ve tatlı. Karizmatik ve yakışıklı. Çok yakışıklı. Tebessüm ettim o gün ilk kez bu sözünden sonra. “Bu ilaçları kullandığın dönemden de miras kalmış olabilir sana üşengeçlik. Depresyon denilen illet kolay atlatılmıyor.”  Hiç depresyona girmemiş meğer. Etrafında turlamış durmuş ama depresyon illeti onu ele geçirememiş. Ben de ona üşengeçlik durumumun sebeplerini anlattım. “Ben ısrara hiç dayanamam da. Üşengeçlik bana miras değil bu arada. Her işimi gören bir babam vardı, o beni tembelliğe alıştırdı. Bana bıraktığı miras ise bu dükkân, yukarıdaki ev ve emekli maaşı. Bir de annemin emekli maaşı miras kaldı. Başkaca miras yemedim.”  Söz oyunlarımdan etkilenmiş gibi görünüyordu. Bir erkeği etkilemekten hoşlanırdım.  Söz oyunlarımı kastederek, “Severek ve bilerek yapmıyorum. Dilimden geldiği gibi. Söyleyeceklerim üzerine uzun düşünmem. Uzun düşünerek konuşan insanları da hiç anlayamam, nasıl yapıyorlar?” diye süsledim durumumu. Ne bileyim nasıl yapıyorlar dercesine büzdü dudaklarını. Sevimli bir çocuğa dönüştü. Sihirliydi Altay, başımı döndürüyor daha şimdiden.  “Sen…” dedim samimiyeti pekiştirircesine, “Broş için değil de benimle laflamaya mı geldin?”  Şaşırmış olmamı garipsedi. Hep öyle arkadaş canlısı değildi ya canım bu herif. Hep değilmiş zaten.  Yarısı içilmiş kahvesini bıraktı. “Daha kaliteli kahveler içmeni tavsiye ederim.” Kaşlarımı kaldırdım, lafı değiştirme bakalım sen dercesine… “Aramızda menfaate dayalı bir köprü var," dedi dürüstçe.  Bu broş için şöyle bir senaryo geliştirdim. Tarihi eser bir broş, yıllardır bunun peşindeydi Altay. Dedemin yasak aşkının onunla uzaktan yakından alakası yok ama o peşine düşen birkaç insandan sadece birisiniz. Gülümseyerek dinledi benim senaryomu ve ben tüm bu senaryoya ekleme yaptım:  “Define işlerine de özel bir merakınız var.”  Büyükanne hikayesinin uydurma bir hikaye oduğunu anlamıştım. Broş tarihi eserdi ve defineci ya da tarihi eser meraklısı zengin züppenin tekiydi. Sandığı kadar saf olmadığımı anlamıştı. Kazık kadar herif, kanal yöneticisi, imkanlı, burada duygusal sebepler falan… Böyle insanlar mı kaldı ya? Bu broşla ilgili bu kadar büyük  tespitler varsa bu kadar da büyük adamlar vardı peşinde. Hayati tehlike içinde olabilirdim.  Altay beni rahatlatmak için olsa gerek, “Sanmıyorum." dedi son derece kararlı. "Bahsini ettiğim broşun sana gösterdiğim fotoğraftaki kadının üzerinde olduğunu görmedin o gün. Test etmek istediğim şey o fotoğrafta broşu fark edip etmeyeceğindi. Çok dikkatli izledim yüz ifadeni, zerre ilgili değildin. Paniklemedin. Bir ışık da yanmadı gözlerinde. Açıkçası Öykü, babanın bu broşu sakladığından eminim. Dedenden devraldığına da. Ama sonraki aşamada sana değilse kime verilmiş olabilir, bundan emin değilim.”  Bizden birileri bu broşu satmış olsaymış bu binanın yerinde lüks bir iş merkezi var olabilirmiş. Zengin koca hayalinden zengin olma hayaline doğru yöneldim. Neler diyordu Altay öyle?   “Ne oldu, gözlerin büyüdü?” derken dizlerinin üzerine dayadığı kolları ile yüzünü yakınlaştırdı bana. “O broşu bulursan hayatının kurtulacağını mı fark ettin bir anda?” diye beni cezbetti.  Para herkesi cezbeder. Ben ise bu sebepten başıma gelecekleri daha çok önemsemiyordum. Altay koskoca bir yalan da olabilirdi. Kanal yöneticisi olduğu da palavraydı besbellli. Kahkaha atarak başını geriye attı. Halbuki ne kadar da yönetici duruyordu. Annesinden yönetici olmak için doğan o insanlardandı Altay.  Defineci değildi. Kanal yöneticisiy. Broş için sağlam bir müşterisi vardı. Broş yoktu ama müşterisi vardı. Broşu taşıyan sözde büyükanneden ki o asla gerçek büyükannesi değildi, elinde onlarda fotoğraflı belgesi vardı. Sanki resmi belgeydi. Kadın öleli elli sene olmuştu ve benim deli dedemle sahiden bir gemide büyük bir aşk yaşamıştı. Yarısı yalan yarısı gerçek gibi görünen anlattıkları ile ben Altay'a ne kadar güvenecektim ki ve de benden kesin istediği şey şuydu broşu birlikte bulmak. Ya da ben öyle sanıyordum. Broşu, tek başıma bulsam ve okutmaya kalksam... Ki bu sandığım kadar kolay bir eylem değidi enselenir ve hapsi boylardan. Bu işlerden anlayan birilerine ihtiyacım vardı ve güvenip bu işi emanet edebileceğim kimsem yoktu. Kimsem her anlamda yoktu zaten de ona neden güvenecektim.  Göz göze kaldık o an. Nereden bildiğimi açıklamama gerek var mı dercesine kendinden emindi bakışları fakat derdim ne broş, ne anlaşma, ne zenginlikti… Bakışları neden bu kadar etkileyiciydi ki?   Bir an burnumun dibine kadar girdi Altay. “Bulamazsan belki öldürürüm seni,” dedi fısıltıyla. Nefesi, burnu, bedeni… Hay Allah, dedim, adam tehdit ederken bile çok çekici. “Korktun mu?” Dudaklarımın arasından heyecanlı bir “cık” sesi çıktı. “Aferin, cesur ol böyle işte.” Çekildi burnumun dibinden. Kokusu uzaklaşınca önemini keşfettim. Adam muhteşem kokuyordu. “Ne diyorsun Öykü, iş birliği yapalım mı?”  İşbiriliğinde payım yüzde on olacaktı. Tamamı benim olan bir şey için neden yüzde ona kabul diyecektim ki?  Pişkin herif beni resmen köşeye sıkıştırdı: “Senin mi? İnsanlar kocasından bile emin değiller onların olduğuna dair, sen hiç görmediğim bir broş hakkında bu kadar eminsin.” diyerek durumumu ve tespitimi alaşağı etti.  Ben de toyluğuma çamur sürdürmüyordum uyanık geçinerek bir anlaşma daha sundum: “Doğru düzgün bir anlaşma yaparsak broşu bulacağım.” Hodri meydan diyen bakışlarımla Altay'ı ikna etmeye yakındım. Yüzde elli istiyordum. Benimle dişe diş bir pazarlık yaptı. Bu pazarlıkların hepsinin laf olsun diye yapıldığını anlamak için zamana ihtiyacım vardı. O anda gerçekten bir broş var bizim evde bir yerde, o tozlu leş gibi yerlerde ve onu bulunca zengin olacağımı sanıyordum.  Durdu ve sadece birkaç saniye düşündü. “Peki, anlaştık ortak!”  dedi son derece kararlı. Patron oydu!
Yeni kullanıcılar için ücretsiz okuma
Uygulamayı indirmek için tara
Facebookexpand_more
  • author-avatar
    Yazar
  • chap_listİçindekiler
  • likeEKLE