Sevda her zamanda güzeldir. İster şimdiki sevdalar ister yüzyıl önceki sevdalar... Seven de sevilen de aynı şeyi şeyi hisseder. Ne bir gram az nede çok... Sevdanın yolu bir başkadır. O yolu sen belirleyemezsin. O yulunu bulur zaten. Sen itiraz etsende kabul etmesende değiştiremezsin yolunu...
Yıl 1913 Temmuzun 18'i
Öğlen çoktan geçmiş, gün en hararetiyle ovayı yakıp kavuruyordu. Kolunun yeniyle alnında biriken teri sildi. Heybeden mataraya uzanacak oldu çabucak vazgeçti. Saatler önce bitmişti suyu. Yandı kavruldu delikanlı. Atın gemini çekip durdurdu. Elini alnına siper edip baktı önünde yılan gibi kıvrım kıvrım uzayıp giden toprak yola. Daha yolu vardı. Atı bir ahlat ağacının altına çekip bir kaç saat dinlenmeyi düşündü ama çabuk çaydı bu düşünceden. Olmazdı, Hatice Abla'sının gözünü yollarda koymak olmazdı. Hem dinlendirdikce susuzluğu da geçmezdi aksine habire artardı. Bunun bilincinde delikanlı atın böğrüne topuğu ile dokundu. At biraz huysuzluk edecek gibi oldu ama Hüseyin yaman bir biniciydi, ustaca yönlendirdi atını.
Daha yirmisine yeni girmişti. Boyluydu Hüseyin. Bakanın bir daha bakmak isteyeceği türden... Bir çehresi vardı ay gibi, konakladığı pınar başında ki kızların akıllarını başlarından alacak derecede yakışıklıydı. Kim görse hayranlığını söyleyemesede hareketleriyle belli ederlerdi. Bu durum Hüseyin'in gururunu okşasada pek üstünde durmazdı. O herkesin ilgi odağı olsa da kimse onun ilgisini çekmezdi.
Şimdi ise Turhal 'dan bu sıcakta sırf Artuva'nın Ballıkaya Köyü'ndeki bacısı gözünün nuru Hatice Abla'sını görmeye gidiyordu. Ama bin pişman bacısını görmeye gittiğinden değil, kavurucu sıcak tepesinde, tek bir yaprak dahi kıpırdamıyor, esen rüzgârın esintisi bile sıcak sıcak yüzüne vuruyor. Atıda ara sıra huysuzluk edip rahatsızlığını belli ediyordu. Hayvan da susuzdu çok görmedi bu sebepten Hüseyin. Atın boynunu okşadı, yelelerini büyük bir şefkatle okşadı.
"Az kaldı oğlum, az daha sabret. Bağlayacağım seni çeşmenin başına, kana kana içersin buz gibi suyu amma daha yolumuz var. Sabır küheylanım..."
Bir kez daha topuğun atın böğrüne dokundurdu. Komutu alan hayvan dört nala toprak yoldan uçarcasına koşmaya başladı. Tekrar dokundu hayvanın yelesine Hüseyin, "Aferin oğlum, ha gayret!'
Ah bir pınara varsa bitecekti bu namert susuzluk. Ne kalmıştı ki köye, bitecekti bu azap. Ablası geldi aklına, tepsiler dolusu yemekler hazırlamıştır, testi dolusu ayranı da salmıştır kuyuya... Bir güzel iştahı kabardı Hüseyin'in düşündükleriyle.
Kuş Tepesine ulaştığında yolun sağında solunda ki tarlalar başak vermişti. "Gelmiş,"dedi. "İrgatlığın zamanı erken gelmiş buralara." Ova köydü Ballıkaya Köyü. Bahar erken gelir, yazlar kurak gecer, kışlarıysa felaket soğuk olurdu. Tepenin başında durdurdu atını. Elini alnına siper edip şöyle bir baktı uzaktan görünen köye. At bir kaç kez huysuzlanıp ayağını kaldırdı. Hüseyin, atın boynunu okşayıp sakinleştirdi. "Geldik oğlum, az kaldı sabret." Güldü söylediğine, "Sen sabırsız ben sabırsız ne olacak bu halimiz ha küheylan?" İstemeyerek de olsa atın böğrüne bir kez daha dokundu. Bu defa yokuşu ağır iniyordu. Yolun kenarlarında ki tarlaların sınırlarında mavi top çiçekli dikenler büyümüştü. Çiçekleri yıldız yıldız olabildiğince göz akıyordu. Çiçeklerin üzerinde ahenkle dans eden sarılı mavili narin kelebekler, kâh havada süzülüp kâh top mavi çiçekli dikenlere konuyordu. Çocukken ne çok kelebek avına çıkardı. Yakaladığı kelebekleri anında salıverirdi. Öylesine bir oyundu Hüseyin için. Yakalayıp kelebeği inceler hemencecik de salıverirdi. Şimdilerde yeğenleri kelebek avına çıkıyor olmalılardı. Nasıl da büyümüş olmalılardı görmeyeli. Düşünceleriyle burnunun direği sızladı.
Çeşmeye yaklaştığında, çeşme su keşiği bekleyen kadınlar, tazecik gelinler ve kızlarla doluydu. Kararsız kaldı Hüseyin çeşmeye yanaşmaktan. Ama dayanılacak gibi de değildi. Utandı içlerine sokulamadı. Biraz bekledi sonra attan inip hayvanı çeşmenin yanında ki söğüt ağacına bağladı. At çeşmeden yere akan sulardan kana kana içerken kenardaki kadına yanaştı.
"Müsade var mı bacılar?"
"Buyur gardaş müsade senin"
Kadınlar kızlar sağlı sollu kenara çekilip yer verdiler Hüseyin'e. Uzattı biçimli ellerini buz gibi suyun altına. Yarabbi ne müthiş bir duyguydu. Buz gibi su avuçlarından aşağı akıyordu. Suyun avuç içlerinde bıraktığı his pahabiçilemezdi. Eğildi avuçlarından suyunu içti. Gözüne fer gelmişti adeta. Bir baktı ki avuçlarının altında bir bakır helki... Nasıl utandı, ah yer yarılsa o vakit en dibine girmesi işten bile değildi. Bir şey diyecek oldu. Hangi söz bu ayıbı öterdi ki ola? Hiç bir şey aklına gelmedi.
Yönünü döndü atından yana, tam gidecekken kızlardan biri yerinden ok gibi fırlayıp bir helki suyu Hüseyin 'in başından aşağı boşalttı. Neye uğradığını şaşırdı Hüseyin. Karşısındaki dilber, avına atılmaya hazırlıklı alıcı bir kuş gibiydi adete. Nutku tutuldu kızın güzelliği karşısında. Ne güzel, ne cevval bir dilberdi? Cennetten süzülmüş bir huri miydi yoksa Kaf dağının ötesinden rüzgarla savrulmuş gül yaprağı mıydı? Neredeyse in misin cin misin, yoksa peri padişahının kızı mısın diyecekti. Tüm düşüncelerini bastırmak için kocaman yutkundu.
"Anan sana böyle su içilmeyeceğini öğretmedi mi?" Ah o gözler ne çok şey vaat ediyordu Hüseyin'e. Beklenenin aksine Hüseyin o kadar sakin bir ruh halindeydi ki sanki bir helki buz gibi suyu başından aşağı dökülmemiş gibi...
"Anam olsaydı öğretirdi kesin. " dedi niye böyle dedi o da bilmiyordu. Hatalıydı bunu inkâr etmiyordu. Ama susuzluk öyle menen bir dertti ki ne suyun altındaki helkiyi görmüştü gözleri ne de o bakır helkinin güzeller güzeli sahibini...
Başından aşağı sular süzülürken ardına bakmadan yürüdü atının yanına. Çözdü çabucak doğrulup hayvanı söğüt ağacından, bir sıçrayışta altına bindi.
Çeşme başındaki kalabalıktan fısıltılar yükseliyordu aldırmadı.
"Kız Emine, ne yaptın? Belliki uzak yoldan gelmiş. "
Bir başkası, "Yazık fukaraya," diyordu. Her şey neyse de yüreğine kıymık gibi batan gözlerin sahibinin ismini öğrenmişti. Uyuz gölünün sülüklü suyuna yatırsalar gam yemezdi. Öğrenmişti ya cevval güzelin adını ötesi yoktu.
Hüseyin, sayıklar gibi,belli belirsiz mırıldandı, "Demek adın Emine, Yarap bu güzellik ne diye! " Atını bir tur olduğu yerde döndürüp kızdan yana baktı sonra atı görenleri hayran bırakacak bir şekilde şaha kaldırıp ablasının evine doğru dört nala sürdü.
...
Hatice bu köyde sekiz yıldır gelindi. Hüseyin ara sıra gelir iki üç ay kalır sonra tekrar Turhal'a dönerdi.
Bu defa bilerek ırgatlık zamanında gelmiştiki bacısına eniştesine yardımı
dokunsundu. Eve yaklaştı attan inerken ablası Hatice gördü. Elindeki odunları yere atıp Hüseyin 'e koşup sarıldı.
"Gurban olurum gardaşım gelmiş. Nerelerdesin Hüseyin kaç gündür seni bakliyoh, nerde kaldın? "
Ablasının hızlı hızlı konuşmasına bir anlam veremiyordu.
"Abla bir soluklan hele anlatırım. "
Hatice Hüseyin 'in ıslak olduğunu yeni yeni farketmişti.
"Vay başıma torpah Hüseyin ne bu hal sırılsıklam olmuşsun? "
Hüseyin Hatice' nin telaşından fazlaca bıkmıştı küçük bir çocukmuş gibi davranıyordu. Küçüklüğünde de böyleydi fazlaca kurumacıydı.
"Abla anlatırım dedimye! " ablasını susturmuştu ki eniştesi Mustafa geldi ardındanda kan gardaşı Halil vardı.
"Hoş geldin Hüseyin." Hüseyin'i dostça kucakladı tokakaştılar kulağına eğildi Mustafa,
"Sen ablana bakma senden haber geldikten sonra kaç gündür telaşından heyecanından gözüne uyku girmedi. Birazda gecikince işte telaş yapıyor senin büyüdüğünü pek kabullenemiyo. Bacındır neylersin... " ikisine gülüştüler.
"Bilmezmiyim inişte ablam işte."
Halil yaklaştı kan gardaşına,
"O Hüseyin Efendi bize sıra gelmez mi? Hoş geldin gardaşım." Hüseyin'le tokalaştı iki akran.
"O nasıl sözdür. Hoş buldum gardaş ."
Halil enistesi Mustafa' nın tek kardeşiydi. Sekiz yıldır Hüseyin 'le öz kardeşten öteydiler. Belkide anasız babasız oluşundan böyle hissediyordu. Mustafa eniştesi tam bir baba , Halil ise gardaşların gardaşı...
Eve girdiler Hatice kardeşini hiç böyle görmemişti. Bu gelişte birşeyler vardı acaba ne olmuştu. Hüseyin sırıl sıklamdı çokta düşünceli gözüküyordu Hatice aklından;
"Hele yol yorgunu önce çimsin karnını doyursun, dinlensin derdini tasasını alırım " diye düşündü.
Hatice önce çimip yorgunluğunu üzerinde atsın diye Hüseyin 'in kalacağı odanın musluğuna ( yapılan yer yunah da denir) götürdü. Sobanın üzerinden bakır güğümlere sıcak su doldurdu. Soğuk suyla ılıştırıp hazırladı. Yatağın üzerinde de temiz urbalar vardı. Çıkarken;
"Bir iyice çim sonrada her ne olduysa bir bir anlatacan he m?"
Kurtuluşu yoktu Hatice'den bir şey saklayamazdı. Zaten Hatice ne eder eder öğrenirdi. Sessiz sedasız çimdi. Yatağın üzerindeki temiz urbaları giyinip odaya geldiğinde sofra hazırdı buyur ettiler fazla bir şey yiyemedi. Eniştesi de ablası da ısrar ettiler.
"Yorgunum," deyip müsade istedi ve bacısının onun için hazırladığı odaya gidip yumuşacık yün döşeğe bıraktı bedenini. Yatmıştı güya ama uyuyamıyordu. Ne yaptıysa pınardaki kızı, olan olayları aklından çıkaramadı. Hele kızın güzelliği o ne güzellikti, o ne endamdı?
"Yarab ben ne güzeller gördüm ama bu kız bir başka hele bir helki suyu döküşü yok mu sanki yüreğimin yangınlarını serinletti." sürekli kendi kendine konuştu sonunda sabaha doğru uyuya kaldı.
***
Hatice Hüseyin i uyandırmaya çalıştı. Uyandıramayınca vazgeçti. Odadan sessiz olmaya çalışarak çıktı. Huzursuzdu Hatice. Hüseyin'in uykusu bildiği kadarıyla tüy kadar hafifti ama bu sefer uyandırmaya gücü yetmemişti. "Ne kadar yorulduysa gayrım, "diye düşündü. Çocukları binbir tembihle dayılarını uyandırmasınlar diye bir iyice tembihledi. Uyusundu gardaşı nasıl olsa bu uykuların acısını çıkarırdı Hüseyin. Köye adım atar atmaz işe koyulur, misafir muamelesi görmekten zerre hazetmezdi. Bunu bildikleri için Hüseyin'in işine kimse karışmazdı.
Hüseyin o kadar uykusuz kalmıştı ki ancak ikindiye doğru uyanabildi bu haline kendi bile şaşırdı. Ablası onun için ' tilki uykusu uyur 'derdi. Bu defa ayı uydusundan farklı değildi uykusu. Güldü düşündüğüne. Yeğenleri de gelmemişti. Eğer gelseydi iki yaramaz bu vakte kadar imkanı yok uyutmazdı onlar Hüseyin'i. Düşündü durdu. Hiç bu kadar tuhaf bir durumda değildi ömrü boyunca. "Dur hele, yok ortada bir şey!" düşünmek istemedi. Zaten kafası yeterince meşguldü, daha fazla meşgul etmeye ne gerek vardı ki hem.
Ev bomboştu sanki. Ceketini omuzlarına atıp avluya çıktı. Hatice avlunun köşesinde ocaklığa kazan kurmuş altına tezek çatıyordu. Mustafa da az ötesinde ince dalları kesiyordu Hatice'nin kurduğu ocaklığın altına.
"Bu zamanın hayırlı olsun gayinço."
"Sağolasın enişte. Gusura galnayın uyananadım ne hikmetse"
"Bir de gençlere dipçik gibim olur derler Hatçe he mi gı?"
"Elleşme gardaşımla! Hem el oğlu olduğun hattına mı düşüverdi Mustafa efendi?"
"Dağıldığımı bilmez gibim ne bu sistemler avrat?"
Gülüştüler, onların küsüp küseceği de bu kadardı.
"Çocuklar yoh mu abla?"
"Yohlar gardaşım. Camideler şimcik"
Mustafa baktı, baktı Hüseyin'e. Bir tuhaftı bu oğlan. Onun bildiği Hüseyin böyle olmazdı. Delikanlının ruhu çekilmişti adeta. Oturdu odun kestiği kütüğün üstüne. Bir cigara sardı özene büzene. Ceplerini yokladı, kibrit yoktu. Üşenmedi ocaklığın altından köze tuttu sigarasını Bir iki nefes çekmişti ki aklına düştü. Bulmuştu oğlanın çaresini. Az aşağıda Halil'e kaydı gözleri. Halil citlerin dibinde ki anaç kaz ve yavrularına yem veriyordu. İki parmağını dudaklarının arasına görürdü bir ıslık çaldı Mustafa. Anında tüm başlar ona dönmüştü.
"Beri bah Halil?"
"Buyur ağam?"
"Hüseyin'i de al Bal Kayası'na kadar atlarınan bir yol gidin"
Hatice Sistemle ellerini önündeki önlüğüne gömdü, oturduğu ocak başından kalktı ayağa.
"Herif bu vakitte ne Bal Kayası eyi misin Mustafa'm"
"Ben eyiyim emme, " kaşları ile dalgın dalgın avluda volta atan kayınçosu Hüseyin'i işaret etti. "Gardaşın heç eyi değel. Halil götürsün. Bir dağ havası alsın, dökülür Halil'e. Gönlünde mi derdi, ahlında mı öğrenirik."
Şaşkındı Hatice, "Vış anam! Ne söylen herifim?
"Dur herim avrat, ortalığı verveleye virme! Daha oğlan neyi var anlatmadı. Eccik sabret öğrenirik nasıl olsa"
Üçü başbaşa vermiş fısıldaşırken Hüseyin onun için yapılan planlardan bir haber yaklaştı yanlarına.
"Hüseyin ne derim bilin mi?"
"Bilmem enişte?"
"Halil, Bal Kayası'na kadar gidecek. Sen de git, yoldaş ol gardaşıma"
"Olur enişte"
Çabucak yanlarından ayrılıp, hızlı ve seri bir şekilde bir azık çıkını hazırladı Halil. Oradan avluya çıktı on onbeş adım ötedeki ahıra girip kendi atını ve Hüseyin'in atını dışarı çıkardı iki ata da sırasıyla eğer vurup avlunun dışına çıkardı. Tekrar içeri geçip Hüseyin' in yanına yaklaştı.
"Haydi gardaş, her bir şeyi hazırladım. Azıkta aldım koydum heybeye. Dağ bayır bir atları terletelim ha ne dersin? Uzun zaman oldu yarışmayalı ha gardaşım?"
Eniştesine olur demiş olsa da bir yanı mıcıkçı bir çocuk gibiydi. Hem gitmek, kafasını dağıtmak isterken diğer tarafı yaşadıklarını bir anlığına da olsa aklından silinsin istemiyordu. Halil ise Hüseyin'in tüm hareketlerini kaçırtmadan takip ediyordu. Baktı ki Hüseyin atını yaşlı dedeler gibi ağır ağır sallana sallana sürüyor, dayanamadı atını Hüseyin'in atının yanına sürüp elindeki gümüş saplı kırbacı havada şaklattı aniden.
"Ne ediyon emmioğlu bu hızla ancak yarına varırız Bal Kayası'na!" deyip hayvanın uyluğuna bir tane yapıştırdı.
Canı yanan hayvan önce şaha kalktı sonra dört nala patika yolda koşmaya başladı. Hüseyin'in iyi bir binici olduğunu zaten biliyordu Halil ama şimdi daha iyi kendi gözleriyle görüyordu.
Atın şaha kalkmasını ummayan Hüseyin önce düşecek gibi olsada çabuk toparlamıştı kendini. Epey arayı açtığını farkeden Hüseyin atının gemini biraz çekip atını yavaşlattı. Bir tur atı kendi etrafında döndürdükten sonra Halil'e yaklaştı. Müthiş bir mücadele başlamak üzereydi neredeyse.
"Hadi be emmioğlu bu ne yavaşlık? Bal Kaysı'na son gelen sofrayı kurar! " deyip Halil'in yaklaşmasını bekleyip ikiside aynı hizaya gelince atların böğürlerini hafifçe topuklarıyla vurup atları dört nala sürdüler Bal Kayası'na doğru...
Kayanın dibinde atından ilk inen Hüseyindi Halil 'i beklemeye başladı. Çok geçmeden Halil 'de atından aşağı indi.
Elini Hüseyin 'in omzuna koydu;" Bak gördüm mü emmioğlu başında ne dert kaldı ne de yel kaldı."
Hüseyin anlamaz bakışlarını Halil'e çevirdi.
"Anlamadım ne yeli?"
Halil bir kahkaha patlatıp Hüseyin'in omzuna vurdu.
"Ulan emmioğlu amma saflaşmışsın ne yeli olacak sevda yeli!"
Hüseyin atın yularını alıp bir çalıya bağladı. Halil 'e döndü, kaşları çatılmıştı.
" Demek o kadar belli oluyor. "
İnkâr eder sanıyordu Halil ama umduğu bu değildi.
"Hemde nasıl belli oluyo bir bilsen. Kim bu şanslı kız? "
" Ne biliyim emmioglu. Pınarda gördüm. "
"Bizim pınarda mı? "
"He ya sizin aşağı pınarda gördüm. " deyip eliyle oturduğu otların üzerine iki kere vurup Halil'e de oturması için yer açtı.
Halil bacaklarını toplayıp bağdaş kurdu.Hüseyin 'e döndü yönünü.
" Hadi anlat dinliyom gardaşım. "
"Neyi anlatıyım?"
Halil bıkkınlıkla bir nefes verdi. "Neyi olacak emmioğlu seni bu hale koyan gızı anlat! "
"Emmioğlu sizde misafir ağırlama epey değişmiş görmeyeli ."
"Nasıl değişmiş emmioğlu? "
" Ulan Halil sabah yemek yemedim. Öğlen yemek yemedim neredeyse akşam olacak sen hala laf pesindesin!"
Halil biraz mahcup oldu. " Kusura bakma emmioğlu lafa daldık seni unuttuk." deyip ayaklandı. Pantolanuna yapışan kuru otları silkip gözünün gördüğü kuru çalı çırpı topladı. Üç aynı oranda taş getirip yan yana koyup ocaklık yaptı. Atın heybesinden ufak bir bakır kazan çıkartıp ocaklığın üzerine koydu. Topladığı çalılardan ufak ufak kırıp kazanın altına koydu. Maharetli bir şekilde cebinden çıkardığı kipritle çalıları tutusturdu.
Hüseyin'e baktı hala aynı yerde oturuyordu.
"Ula emmioğlu, " diye seslendi. Hüseyin başını çevirip ona bakınca; "Gel de azıcık yardım etsene "
Hüseyin kafasını olmaz anlamında yukarı doğru kaldırdı. "Yarışı kaybettin emmioğlu sofra işi tamamen sana ait."
Halil oflaya puflaya işine geri döndü. Kaynayan suya yumurtaları yavaşça kırmadan koydu. Onlar haşlanırken heybeden yengesinin bahçeden topladığı domates ,biber,yeşil soğan, ve marolu çıkardı. Bakraç yoğurdunu da çıkartıp ayranı yapmak için bayır aşağı inip çeşmede ayranı yaptı gölgeye bıraktı. Getirdiği yeşillikleri domatesi biberleride alıp tekrar yokuş aşağı indi onları da yıkayıp yukarı doğru tırmandı. Oflaya puflaya kayanın dibine geldi elindekileri yere koyup sofrayı hazırladı.
Hüseyin baktı sofra hazır yavaş adımlarla sanki Halil 'in sabrını ölçüyormüş gibi sofraya kutuldu.
"Gardaşım ellerine sağlık sofrada sofra olmuş hani "deyip gevrek gevrek güldü.
Halil, Hüseyin'in gülmesine bozulmuştu.
"Gül bahalım Hüseyin Efendi sen kayanın gölgesinde yeni gelin gibi süzüm süzüm süzülürken gardaşın burda aha şu yokuş aşağıdan yukarısına imanı gevredi!"
Hüseyin Halil'in dizine bir şaplak vurup; "Hiç kusura bakma emmioğlu yarışı kaybettin sofra sana kaldı. Sen kazansaydın sofrayı ben kurardım. Şimdi mızmızlanmada yemeğini ye haydi. "
...
Su gelir akmayınan
Dereyi yıkmayınan
Seven yare doyar mı
Uzaktan bakmayınan
***
Yıllardır atmayan kalp bir dilberi görmeyinen feleğini şaşırıyorsa, kara sevdaya tutulsa nefesi kesilirdi. Böyle düşünüyordu Halil , yandan bir bakış attı gardaşlığına. Yüzünde aptal bir sırıtış, bir eli yularda diğer elinin avuç içini açmış içine bakıyordu.
"Gördün mü sevdalandığın güzeli "
Hüseyin bir süre daha avuç içine baktı, sonra başını kan kardeşinden yana çevirdi usulca.
"Belli değil mi halimden, neydim ne oldum? "
"He dayıoğlu belli olamaz mı, gızın sana varacağı varsa da varmaz. Bu sakara mı kaldım kala kala der!"
Eli istem dışı sakalına gitti, sıkıntıyla yüzünü kaşıyıp;
"Öyle mi der emin misin? "
Halil işi şakaya vurmakta kararlı bir sesle devam etti "Ben kızın yerinde olsam hemen öyle düşünürdüm. Hatta burada üç ay kalacağını hesap edersek, karşılaşma ihtimalin bile yüksek. Yüzüne bile bakmazdım"
Hüseyin'in yüzü düştü, demek vaziyet bu kadar ciddiydi. Yüreğini bir kasvet kapladı insan bir kez gördüğü bir kız için bu denli canhıraş bir şekilde acı çeker miydi?
"Halil bugün olanlar aramızda kalsın he mi?"
"Ayıp ettin halaoğlu, can çıkar bizden amma laf çıkmaz. "
Bir süre konuşmadan atları normal bir hızda sürdüler, sonra Halil atının böğrüne topuğunu hafifçe dürttü.
"Halaoğlu azıcık hızlanalım ha? Eve geç galmayah sonram yengem burnumuzdan getirir. Bilin ablanı, bir ton sorgu sual eder 'niye geç kaldınız? vay nerelere gittiniz? 'der durur "
"Haklısın dayıoğlu ablamı benden iyi tanıyon " deyip kasvetine rağmen kendini tutamayıp gülüverdi.
"Ayıpsın ! Geçen yıl Tekke Köyüne buğday üğütmeye değirmene gönderdi beni. Gardaş yolda bir uyku çöktü at üzerinde uyukluyom inanki... Sonra bir durdum duramadım, bağladım atı yol kenarında bir ağaca, az ötesine de ben uzandım. Sabah çıktığım yola ,bir açtım gözlerimi heryer zifiri karanlik aman Allah'ım! Dedim, 'Ula seher vaktine kadar uyumuşum' o vakit ne uzak ne de yakınlardan bir ezan sesi yankılandı. Kalktım kağnının üzerinden testiyi alıp abdest aldım. Birde sabah namazını kıldım. Uzaklardan kulağıma sesler geliyor, bağırış çağırış, dedim 'Ula ne oluyo?" Sesler bana doğru yaklaşıyor git gide, düşün gardaşım. Emin olamadım beni mi çağırıyorlar başla bir Halil'i mi ? bilemem."
"E seni mi arıyorlarmış?"
"He yav yengem tüm köyü ayağa kaldırmış, 'Halil eve gelmedi çocuk kayboldu,' diye. Allah aşkına çocuğa benzer yanım mı var? Rezil oldum iki köye de bir süre yengem yüzünden evin avlusundan dışarı adımımı dahi atmadım. Küçücük bebeler benle eyleşti durdu 'Aman Halil ağabey kaybolmayasın, bizde senle gelelim mi? Düşün gardaşım birazcık uyuyuvermişim, başıma gelmeyen kalmadı."
"Birazcık mı oğlum sen demedin mi seherde uyandım sabah namazını da kıldım diye? "
"Yok oğlum, arada lafınan kaynadı o mesele. Seher vaktine kadar uyumamışım, yatsıya kadar uyumuşum. Kıldığım namaz yatsı namazının vaktiymiş!"
Hüseyin'in keyfi yerine gelmişti. Hele Halil'in keyifle anlattığı macerası aniden kahkağalara boğulmasına neden oldu, omuzları sarsıla sarsıla gülüyordu. Gülmesini bir süre sonra zor güç bela durdurdu;
"Ula oğlum fıkra gibi adamsın ya sen!"
"He he fıkra olmama sebep olan kimin ablası acep?"
Konuşa konuşa evin avlu kapısının önüne geldiler, gerçekten de Hatice eli belinde eniştesi Mustafa ile onları bekliyorlardı. Hatice attan inen kardeşine doğru yürüdü. Atın yularıdan tutup, Hüseyin'in atının burnunu okşadı;
"Nerede kaldınız, meraktan öldüm ya?"
"Geldik işte yenge!"
"Siz gecikince, biz de yemeğimizi yedik, zaten çocuklar dışarıda koşturmaktan yorgun düştüler. Yemeklerini yer yemez onlar hemen uyuyakaldılar."
"Tüh şimcik göremeyecek miyiz kül petnilerini"
"Dema öyle! Senin yüzünden ekmek yemek istemiyorlar. Şişmanlıyoh deyip duruyorlar zati!"
"Yok yengem ben onları sevdiğimden öyle diyom"
"İyi neyse siz ellerinizi yüzünüzü neyim yıkan hele, siz gelene kadar bende sofrayı sereyim!" deyip ardını dönüp nalınlarını takurtada takurdata avlu kapısından içeri girdi.
Sofra hazır olunca, her ikiside sessiz sakince sofraya oturdular. Tam karşılarında ki sedire de Mustafa ve Hatice geçip oturdular. Yemek boyunca gözlerini dahi kıpırdatmadan ikisini izlediler. Lakin nasıl sesiz sakin yemeye başladılarsa öylece sessiz sakince de sofradan kalkıp yatmaya gittiler.
Hatice de Mustafa'da onların bu kadar sessiz olmalarına özellikle de birbirleri ile şakalaşmadan sakince kalkıp odalarına gitmelerine bir anlam veremediler.
Hatice alel acele sofrayı toplayıp, soluğu Halil'in odasında aldı. Halil bir anda pat diye yengesini karşısında görünce, çok şaşırdı amma çabuk toparladı kendini.
"Hayırdır yenge bir şey mi oldu?"
"Hayır mı şer mi ne olduğunu sen deyicen bana?"
"Anlamadım yenge neyi diyecem?"
"Hüseyin'in nesi var? Allah aşkına de hele?"
"Nesi varmış ki Hüseyin'in yenge?"
"Nesi yok ki? Geldiğinden beri bir tuhaf, öyle ki benimle dahi iki lafın belini kırmışlığı olmadı. Hareketleri çok değişmiş benim gardaşımın!"
Hatice ne yaman bir kadındı ki, insanın yürüyüşünden bilirdi huyunu suyunu.
"Yenge sen içini ferah tut, Hüseyin'in birşeyciği yok, şimdi git yat"
Hatice boynunu büktü "İyi madem sen öyle diyosan, Allah rahatlık versin "
"Sana da yenge "
Hatice için bu cevaplar geçiştirmeden ibaretti, tatmin olmadığından bu defa da Hüseyin'in odasına daldı.
"Hüseyin?"
Seslenmesine rağmen, karşılığında bir ses alamadı "Hüseyin uyumadığını biliyom!"
Hüseyin oflayarak doğruldu yattığı yataktan "Ne istiyon abla? "
Hatice'nin hafiften gönlü kırıldı, sitem dolu sözlerle tekrarladı hayıflar gibi, "Ne istiyom he mi Hüseyin Efendi, ah gardaşım can yongam, ben bilirim gardaşımı söyle bacına neyin var deyiver hele?"
"Abla bir şeyim yok. Sadece yol yorgunuyum, hem kolay mı sanıyon ta Turhal'dan, Artuva'ya oradan da kaç köyü ardımda bırakıp bu köye geldim."
"Tamam celâllenme hemen, bir sakin ol"
Hatice Hüseyin'in baş ucuna çöktü, elleri ile Hüseyin'in ateşine baktı.
"Abla ne yapıyon yahu? "
"Ateşine baktım gardaşım"
"Abla ben çocuk muyum? Tamam gayrım hasta falan değelim, ne olur bırakta uyuyuvereyim abla yahu!"
"İyi bahıyım, Allah rahatlık versin "
"Sana da abla, hayırlı geceler "
Hatice'nin odadan çıkması ile derince bir nefes çekti ciğerlerine, o neydi öyle sorgu sual? Sağ tarafına dönüp gözlerini yumdu...