1. KISIM MARYİNN 1. BÖLÜM PARANOYA 4/1
1. KISIM MARYİNN
1.BÖLÜM
PARANOYA
“Bana söylemiştin! Bana Sara'nın adını o doğmadan iki yüz yıl önce söylemiştin!”
Sesim, eski taşların arasında yankılandıkça gökyüzü daha da karardı. Serena’nın mezarının başında dizlerim titreye titreye bağırıyordum. Rüzgâr uğuldayarak saçlarımı yüzüme savurdu; ruhların gerçekten burada olup olmadığını bilmiyordum ama içimdeki öfke dudaklarımı parçalayarak dışarı fırlıyordu.
“Onu neden korumadın?! O da senin torunun değil miydi?!”
Sözlerim boşluğa düştü. Yanıt gelmedi.
Tuzla buz olana kadar mezar taşlarını parçalamıştım; yosun tutmuş, çatlamış taş parçaları toprağa saçılmış, yer yer göçükler oluşturmuştu. Eskiden hilal biçiminde sıralanan taşlar şimdi dağınık bir orkestranın bozuk notaları gibiydi. Çökmüş toprak, kırılmış taşlarla dolu, çürümüş yaprakların arasında boğuk bir nefes gibi kokuyordu.
Yanlarında put gibi dikilen heykelleri tek tek devirmiştim. Çatlaklarıma dolan toz, tırnaklarımın altına girmişti. Birkaç dev ağacı kökünden söküp, dallarını kılıç, gövdelerini beysbol sopası gibi kullanarak vurmuştum üzerlerine. Heykeller domino taşları gibi devrilmiş, yere çarpınca içlerindeki boşluğun yankısını bırakmıştı. Yumruk darbelerimle parçalanan mermerler, kırık kemiklere benzeyen keskin parçalar halinde etrafa saçılmıştı.
Rüzgârda sallanan kumaşlarla kaplı ağacı da paramparça etmiştim; yırtılan kumaşların hışırtısı boşluğa acı dolu bir çığlık gibi karıştı. Çömlekler—üstünde belki adakların, belki de unuttuğum duaların izleri vardı—öfkeli ellerimle parçalandığında geriye yalnızca tanınmaz toz yığınları kalmıştı.
Ölüm ve yaşam arasında, bir zamanlar arafa benzeyen bu mezarlık artık sadece mezarlıktı. Ne ruhların fısıltısı vardı, ne de cadıların bıraktığı gizemli bir dokunuş. Burası şimdi kupkuru, terk edilmiş bir kemik yığını gibiydi. Cadıların ruhları buradan gitmiş miydi? Gerçekten mi?
“Serena Fair!” diye bağırdım yeniden, göğsümden kopan sesim mezar taşlarının kırıklarıyla çarpışarak yankılandı. Fakat yine hiçbir cevap yoktu. Yalnızca kendi nefesimin kesikliği kulaklarımı doldurdu.
Çıplak ayağımı öfkeyle toprağa çarptım; nemli zemin ayak tabanımı yakacak kadar soğuktu. Dizlerimden yukarı çıkan titreme, bedenime değil, ruhuma işlemişti. Bir an mezarı kazıp kalıntıları çıkarma fikri zihnimde kıvılcımlandı. O kalıntılara bakıp onun hâlâ burada olduğuna inanmak istedim. Ama sonra, geriye bir adım attım. Gözlerimin kenarında öfkenin ardına gizlenmiş çaresiz bir gülümseme belirdi.
“Babam Hugo haklıymış,” dedim, sesim fısıltıya dönüşürken. “Cadılara güven olmazmış.”
Gökyüzü, bu sözlerimle birlikte gürledi. Sanki beni onaylarcasına ya da lanetlercesine.
Gözlerimi bir kez daha açtım. Uyanırken irkilmemiştim bile. Sanki zihnim bu kabusa alışmış, bedenim yorgunluğun verdiği uyuşuklukla her seferinde aynı sessizlik içinde gözlerini açmaya mahkûm edilmişti. Son iki haftadır—eve ayak basmadığım günden beri—hep aynı kabusu görüyordum. Aynı yankılar, aynı çığlıklar, aynı soğuk. Ve bu tekrarın içinde tek bir kesinliğim vardı: Vanessa benimle oynuyordu.
Buna adım gibi emindim. Onun sesini rüyamda duymak bile yeterdi. Eskisinden katbekat güçlüydü, bunu unutuyordum bazen. Ama annem de benim eskisinden katbekat inatçı olduğumu unutuyordu. İkimiz de kendi gücümüzü hafife alıyor, karşı tarafınkini ise küçümsüyorduk. İşte bu, bizi aynı kanın çocukları değil, düşman kılıyordu.
Sancta Custos ile iletişime geçtiğini öğrendiğimde damarlarımda kanım donmuştu. Riley Sinclair’in Frost’a gelmesinin tek sebebiydi bu. O Vatika’nın Köpeği bu işe burnunu sokamazdı. Sancta Custos’un parmağı değdiği yerde hiçbir karşıt, hiçbir isyankâr ölümsüz barınamazdı. Ve biliyordum; Frost’ta kurtlar olmasaydı çoktan işimiz bitmişti.
Ama sürü hâlâ buradaydı. Onların varlığı bir zincir gibi düşmanlarımı geride tutuyordu. Onlar bilmese de kaderimin incecik ipliği sürünün dişlerine bağlıydı. Frost’ta elliye yakın kurdun olduğunu bilmemelilerdi. Bilselerdi, burası da çoktan bir savaş alanına dönmüştü.
Tüm umudum buna bağlıydı işte. Eğer Sancta Custos büyük bir şeyin peşinde değilse, benim yerimi öğrendikleri an, en iyi ihtimalle beni yakalamak için avcılarını salar, en kötü ihtimalle beni anında öldürürlerdi. Bu düşünceyle, sürüye duyduğum nadir minnet anlarından birindeydim. Bedenimi sıkıştıran zincirleri biraz da olsa gevşetiyorlardı.
Annemin aklından ne geçiyordu? Sancta Custos’tan yardım isterken… Ne düşünebilirdi ki?
Tüm umutlarını tükettiğini, elindeki her imkânın yok olup gittiğini. Ve son çare olarak onların kapısını çaldığını. Ama bu çare benim sonum olabilirdi.
Elim kolum bağlıydı. Eylül ayını yarılamıştık. Bahar çoktan solmuş, yaz bir hayalet gibi arkamızdan geçmişti. Mayıstan beri Sara’ya dair bulduğum tek elle tutulur kanıt, orman kuytusunda son kez burnuma çarpan kokusuydu. Biraz kan, bir parça çığlık gibi havada asılı kalan koku… Ve bir de kırık şemsiyesi. O da polis tarafından kanıt olarak alınmıştı. Benden koparılmış bir parça gibi.
Alt dudağımı bu düşünceyle ısırdım. Sivri dişim etimi kolayca delip geçti. Metalik bir tat, küçük bir acı eşliğinde dilime yayıldı. Tepkisiz kaldım. Kanın sıcaklığı boğazıma akarken gözlerimi tavana diktim. Yanımda uyuyan Samantha’ya ses çıkarmak istemedim. Sırtı bana dönük, bedeni gevşemişti ama onun da uykusu benimki gibi hafifti. Bir kıpırtımı bile fark edebilirdi.
Bay ve Bayan Collins’in evinde kalıyordum. Kendi evim değil, kendi odam değil… Onların gözetimi altında yabancı bir duvarın soğuk nefesini soluyordum. Annem Vanessa ise bana ulaşmak için yalnızca arada sırada telefonla yetiniyordu. Fazla kışkırtmanın kötü sonuçları olacağını biliyordu. Belki de beni tamamen kaybetmekten korkuyordu. Belki de kaçıp gideceğimi sanıyordu. Gitmeyecektim.
Samantha ile son iki haftadır aynı yatağı paylaşmak dışında bir şikâyetim yoktu. Sessizliği benim için bir tür sığınaktı. Ama bedenlerinin yakınlığı, geceleri nefesinin ritmi, uyku arasında kolunu bacağına dolaması beni her defasında hayata geri çiviliyordu.
O an yine kıpırdandı. Yana döndü. Bacağını ve kolunu üzerime attı. Sıcaklığı, karanlık odanın soğuğunu yarıp içime aktı. Siyah saçları yüzüme kapandı, nefesimi kesti. Dudaklarımı büzüp derin bir nefes üfledim; saç telleri uçuşarak yanaklarımdan uzaklaştı. Samantha yüzünü buruşturdu ama uyanmadı.
Saat yedi olduğu anda alarm çaldı ve gözleri ansızın açıldı. Gerinerek doğruldu; şaşırtıcı bir biçimde, alarmı duyduğunda yatağına kıvrılmadı, kulaklarını kapatmadı. Genç bir insan için alışılmadıktı bu. En azından ben böyle yapardım, uyandığımda kafamı yastığa gömer, birkaç saniye boyunca varlığımı inkar ederdim. Samantha farklıydı. Kısa insan hayatı içinde fazla disiplinliydi; sanki vücudu ve zihni, zamana karşı yarışıyormuş gibi tepki veriyordu.
Okul için hazırlanırken, Sam’in gardırobu benimkine kıyasla tamamen başka bir dünya gibiydi. Vatka dolu ceketler, bol kazaklar, büyük kemerler, uzun etekler ve yırtık kotlar… Üstelik hepsi pastel tonlarla canlanmış, sanki 80’lerin ruhunu bugüne taşımış gibiydi. Her parça dikkat çekiyor, ayrı bir hikaye anlatıyordu.
Ben ise sade bir tercih yaptım; boğazlı bir kazak, koyu renkli bir kot. Günümüz gençlerinin en temel, en sıradan parçaları… Ama bana göre yeterince rahat ve güvenliydi. Hazır olunca aşağıya indik. Mutfağa adım attığımızda Bay ve Bayan Collins yemek masasında oturuyorlardı; sessizlikleri, beklenmedik bir gerginliği beraberinde getiriyordu. Sam beni hemen geri çekerek hole doğru sürükledi. Son iki gündür evde neredeyse protesto halindeydi; aile ile üniversite kavgası devam ediyordu. Notları iyi değildi, mükemmeldi. Okul birincisi olacağı kesin gibiydi, ama üniversiteye dair bir planı yoktu.
Veranda merdivenlerinden inerken, siyah Jeep’in metalik kaportası göz kırptı. Annem Vanessa kaportaya yaslanmış, kollarını göğsünde kavuşturmuş, olduğu yerde dikilmişti. Öylece duruyordu; nefesini saymak mümkün olabilirdi sanki. Beklediğim bir karşılaşma değildi bu. Annem beni fark edince yavaşça doğruldu; gözleri, her zamanki durgun bakışının aksine, soğuk ve mesafeliydi. Sam tam o anda bir şey söyleyecek gibi oldu ama annemi görünce, dudakları arasındaki sözler boğazında kaldı.
Adımlarımı yavaşlatarak anneme doğru yürüdüm. Her adım, sanki sesini yükseltiyor, nefesimi belli ediyordu. Vanessa sessizce bana bakıyordu; gülümsemedi, bakışları keskin bir mercek gibi üzerimdeydi. Ben de gülümsemedim. İçimde hafif bir ürperti dolaştı, tüylerim diken diken oldu. Ayna gibi parlayan gözlerinde, kendimden birkaç yaş büyük yansımamı görüyordum.
“Buradasın, anne.” Dudaklarımı birbirine bastırdım, kelimeler neredeyse fısıldanır gibi çıkıyordu. Kaşlarımı kaldırarak ona manidar bir bakış attım; sanki bütün sorularımı, bütün şüphelerimi o bakışla dile getirebilecektim. “Bir şey mi oldu?”
Bakışları sertleşti; gözlerindeki yeşil, güneş altında neredeyse zümrüt gibi parlıyordu. “Kızım iki haftadır eve gelmiyor. Annesi ise çıldırmak üzere. Pek bir şey olmadı, Maryinn.”
“Lütfen, bana Mary de. Bu ses tonuyla Maryinn dediğinde babamı aklıma getiriyorsun.” Mırıldandım, sesi hafif titriyordu ama sözlerim keskindi. Üvey babam Richard’tan değil, gerçek babam Hugo’dan bahsettiğimi biliyordu. “On sekiz yaşındayım. Bu ülkede yasal olarak reşit olma yaşı. Yani istediğim yerde kalırım. Bu yüzden çıldırmamalısın, anne.”
Vanessa’nın gözleri kısıldı; yeşil gözleri adeta daha da koyulaştı. “Biliyorum. On sekiz yaşına girdin ve doğum gününü bile kutlayamadık. Ama en azından sana bir hediye almalıydım. Geç de olsa.”
Yumruk yapıp sıktığı elini bana uzattı. Elimi uzattım, avucuma araba anahtarını bıraktı. İnanamaz bir şekilde ona baktım. Gerçekten yapmıştı. Jeep… Bana bir Jeep almıştı. Anahtar parmaklarımın arasında hafifçe sallanırken, araca kısa bir bakış attım. Kesinlikle ucuz bir hurda değildi; metalik yüzeyi güneşin ışığını yansıtıyor, güçlü motoru sessizce varlığını belli ediyordu. Vanessa, arabanın önünden çekilerek daha iyi görmem için karşımdan adım attı.
“Bu eve geri dönmem için bir rüşvet mi?” diye sordum, lafı dolandırmadan. Anahtarı parmaklarım arasında o kadar hızlı döndürdüm ki, neredeyse gözden kayboluyordu. Başımı Jeep’ten anneme çevirdim. “Yoksa sadece bir hediye mi?”
Soruma cevap vermedi.
Vanessa birden arkamızda duran Sam’e döndü. “Merhaba, Samantha.”
“Merhaba, Doktor Fox.” Sam zar zor gülümsedi; gülümsemesi hem çekingen hem de samimiyetsizdi.
“Okula geç kalmanı istemem.” Vanessa dişlerini göstererek, garip bir ciddiyetle gülümsedi. “Mary ile okulda görüşürsen, senin için sorun olur mu? Kızımla konuşmam gerekiyor.”
“Hiç olmaz.” Sam, adımları geri düşerken, kırmızı Dodge’sine doğru geri geri ilerledi. “İyi şanslar yani… Okulda görüşürüz, Mary.”
Dodge’ye bindi ve birkaç saniye içinde gözden kayboldu. Annemle baş başa kaldık; sessizlik bir an için bastırıcı bir ağırlık gibi üzerimize çöktü. Elini Jeep’in kaportasına yaslayarak, hafifçe önümde eğildi; bana çocukluğumu, geçmişteki kırılgan yanımı hatırlattı. Harcayacak fazla paramız vardı; uzun hayatımızda iyi yatırım kaynakları ve her sene değerlenen hisseler elde etmiştik ama Sancta Custos ile iletişime geçmesi, kolayca sindirebileceğim bir durum değildi.
“Bir rüşvet ya da hediye… Sen karar ver.” İlk kez gülümseyerek konuştu; gülümsemesi, arkasında gizlenmiş sertliği hafifletti. “Ama bilgin olsun, çıldırmak üzere olan anneni görmek istemiyorsan kabul edersin.”
Gözlerim büyüdü; soğuk bir gerçeklik yerine, sadece oyun oynayan cadıyla karşı karşıya olduğumu fark ettim. “Anladım… Bu bir tehdit.”
“Öyle mi?” Vanessa dudaklarını hafifçe bükerek sordu.
Dudaklarım hafifçe kıvrıldı, gülümsememin ardında hem alay hem de kabul vardı. “Hayır, bu bir hediye. Kesinlikle öyle.”
Annem kaportaya hafifçe vurdu; metalik ses sabah sessizliğinde yankılandı. “Binelim, hadi.”
Annemin işaret ettiği kapıyı açtım, metalik soğuk elimden geçti. Jeep’in kapısı ağır bir tık sesiyle kapandı. Anahtarı parmaklarımın arasında çevirdim ve Jeep’in motoru derin bir hırıltıyla canlandı. Ellerim direksiyonun üzerinde sıkı, parmak uçlarımın ucunda güç ve kontrol vardı. Vanessa hemen yanımda, ön koltukta oturuyordu; omuzları bana hafifçe yaslanmış, bakışları direkt gözlerimdeydi. Onun varlığı, hem güven hem de baskı oluşturuyordu; nefesi bana hafifçe çarpıyor, sessizliğe karışıyordu.
Camı araladım. Sabahın serinliği camdan çeri süzüldü; rüzgar saçlarımı okşuyor, ama içimde biriken gerginliği dağıtamıyordu. Aramızdaki sessizlik, yola karışan trafik seslerinin altında bile duyulabilecek kadar yoğundu.
“Bugün evde olacaksın. Birlikte akşam yemeği yiyeceğiz.” Vanessa başını hafifçe çevirdi, sesi yumuşaktı. “Ve sen kendi yatağında uyuyacaksın.”
Kaşlarımı kaldırdım ama gözlerimi ön camdan ayırmadan yola baktım. “Fikrimi değiştirdim. Jeep kesinlikle bir rüşvet.” Ellerim direksiyonun üzerinde sıkıca kenetlenmişti. “Kavga gürültüden hoşlanmazsın. Uyuşmazlıklar da genelde diplomasiyi tercih edersin. Diplomasi de işe yaramazsa son çare olarak karşı tarafı anlaşmaya ikna edecek bir şey verirsin. Solani Consortium’da uyguladığın bu stratejik siyasi hamleyi benim üzerimde kullandığına inanamıyorum.”
Vanessa hafifçe duraksadı, “Bu kadar kolay çözmeni beklemiyordum. Sanırım paslanmışım.” Tıh tıh benzeri sesler çıkardı. “Seninle iletişimimiz her zaman karmaşık olurdu. Şimdiyse çok kolay. En ufak değişikliği fark ediyoruz.”
Bir an anneme sert bir bakış attım. “Seni anlaması zor değil anne. Ben iyi bir izleyicimdir. Dahası senin bana rüşvet vermen yerine benimle güven sorunlarını konuşmanı tercih ederdim.”
Sessiz kaldı.
Bir an için aramızdaki mesafe neredeyse sessizlik bir ağırlık gibi hissettirdi. İçimdeki öfke, kırgınlık ve bana olan güven eksikliği, sessiz bir fırtına gibi dolaşıyordu. Jeep’in motorunun hırıltısı, kalp atışlarımla uyumlu bir ritim tutuyordu; sanki her devirde biraz daha fazla bastırıyordu içimdeki gerilimi.
Yol boyunca tek kelime etmeden ilerledik; sadece hafif rüzgarın sesi, uzaktan geçen bir kuşun çığlığı ve arabanın lastiklerinin asfaltla temasının ritmi vardı. Ama göz göze gelmediğimiz her an, suskunluk bir hayli anlamlıydı. Vanessanın arada bir dudağının kenarında beliren hafif gülümseme, öfkeyi yumuşatan ama tamamen yok etmeyen bir ipucu gibiydi.
“Sana güveniyorum. Hayatımda kimseye güvenmediğim kadar çok güveniyorum hem de.” dedi sonunda, sesi alçaldı, neredeyse fısıldıyordu. “Ancak elimde hiçbir şey yok. Üstelik kayıplar ardından gelen cinayetler devam ediyor. Cinayetlerin sorumlusu insan üstü bir varlık ya da güç... Tek çaremiz Sancta Custos’du.”
Dudaklarımı sıkıp başımı hafifçe eğdim; gözlerim ön camdan ayrılmadan, içimdeki karmaşık duyguları kontrol etmeye çalışıyordum. Güven, öfke, sevgi, kırgınlık… hepsi bir arada, çözülemeyen bir düğüm gibi duruyordu. Annemin söylediklerine karşı çıkmak istedim ama diyecek bir şeyim yoktu. Üç aydır hiçbir şey yoktu. Hiçbir şey. Kaybolduktan sonra cesetleri bulunan gençler dışında hiçbir şey yoktu.
Kaşlarımı çattım. “Hayatımı tehlikeye atarak ve yerimizi ifşa ederek mi son çareni kullandın anne? Beni öldürmek isterlerse, onları öldürmek zorunda kalırsam... Bunu yapmak istemiyorum. Eğer öyle bir şey olursa, beni suçlama.”
Vanessa hafifçe başını salladı. “Kimseyi öldürmek zorunda kalmayacaksın. Bunu senin için ben yapacağım. Onlara gönderdiğim mektupta bunu açıkça belirttim. Eğer sana zarar vermeye çalışırsa onların kendileri dahil soylarını kurutacak bir kara büyü yapacağımı söyledim. Öte yandan anormal cinayetler zaten ilgilerini çekmiş olmalı, ben çağırmasam bile geleceklerdi. Bu yüzden bende diplomasiyi kullandım.”
Aramızdaki sessizlik tekrar çöktü; Jeep’in motorunun derin hırıltısı, rüzgarın camlardan içeri süzülen serinliğiyle birleşiyordu. Ellerim direksiyonda sıkı, kaslarım gerilmiş, her küçük hareketim aracın tepkisiyle uyum içinde ilerliyordu. İçimdeki öfke, kırgınlık ve geçmişten gelen güvensizlik, direksiyonun altında kontrol edilen bir ritim gibi dans ediyordu.
Vanessa ara sıra dudaklarının kenarında beliren hafif bir çizgi ile bana bakıyordu. İçimdeki karmaşık duygular—öfke, kırgınlık, sevgi ve şaşkınlık—yanımda oturan annemin varlığıyla daha da yoğunlaşmıştı. İki hafta boyunca evde olmasam da her gece evimizin çevresinde nöbet tutmuştum. Ne olur ne olmaz diye... Sabaha karşı da Sam’in odasına pencerenin girmiştim. Annemin nefesini hissetmek, bakışlarını üzerimde görmek, geçmişten kalan kırıklıkları yeniden canlandırıyordu. Sesli bir iç çektim .Sancta Custos da işlenen suçlar için zaman aşımı olup olmadığını merak ettim. Riley Sinclair beni öldürmek isteseydi, öldürmek için bir hamle yapabilirdi. En savunmasız anımı mı bekliyordu? Çok beklerdi.
Yüzüm annemin benim için masumları öldürmek istediği düşüncesi ile birden gerildi. “Anne kimseyi öldürmeyeceksin. Sonuç ne olursa olsun kimsenin acı çekmesini istemiyorum.” diye neredeyse yalvaran bir sesle konuştum. “Bana söz vermelisin. Bana ne olursa olsun masumlara zarar vermeyeceksin.”
Vanessa hafifçe gülümsedi. Bana güvenmek ister gibi. “Söz veriyorum Maryinn.”
Önümüzde yol, hastanenin siluetine doğru uzayıp gidiyordu. Ufuk çizgisinde sabahın puslu ışığı biraz daha belirginleşmiş, bulutlar sevecen bir edayla güneşi perdelemek yerine onun parıltısına izin veriyordu. Sanki gökyüzü bile bugün, gerilimin üstüne bir parça huzur serpiştirmek ister gibiydi.
Ama içimdeki yangın öyle kolayca sönmüyordu. Direksiyonun sertliği parmak uçlarımı uyuştururken, gözüm yan aynaya kaydı. İçgüdülerim, buz gibi bir fısıltıyla beni uyardı: Takip ediliyoruz.
Ve gördüm. Benimkine benzer, ama daha ağır görünümlü, siyah renkli bir Cadillac. Işıkları yakılmamıştı; gündüz ışığında bile gövdesi yolun gerisine bir gölge gibi yapışıyordu. Camları simsiyah filmle kaplıydı. İçinde kimlerin olduğunu görmek mümkün değildi.
Anneme belli etmedim. Onun gözlerinde şimdiden yeterince endişe vardı. Jeep’in motorunu daha derin bir hırıltıya zorladım, vitesi sona aldım. Gazı bastığımda araç ileriye fırladı. Direksiyonun her sarsıntısı, kalbimin attığı ritme karışıyordu.
Cadillac da hızlandı. Onun sessiz, ağır ilerleyişi, Jeep’in homurtulu hızıyla tezat oluşturuyordu.
Bir anda karar verdim. Çift yönlü caddede ani bir manevrayla ters şeride geçtim, direksiyonu sertçe kırıp dar bir sokağa daldım. Arkamızdan gelen Cadillac’ın geçişini, karşıdan gelen arabaların oluşturduğu kaos kesti. Fren sesleri, korna çığlıkları ardımızda kaldı.
Vanessa koltuğuna yapışmıştı. Gözleri iri iri açılmış, bana bakıyordu. Nefesleri kısa, düzensizdi; şaşkınlığı yüzünden okunuyordu. Benim içinse direksiyon, yıllar öncesinin hatırasıydı. Atların dizginlerinden Jeep’in metal soğukluğuna kadar… hız benim için tanıdıktı.
Hastaneye çıkan arka yola bağlandım. Otoparkın genişliğinde Jeep’i sert bir frenle durdurdum, direksiyonu çevirip açık alanda park ettim. Motorun homurtusu yavaş yavaş sustu. Sessizliği yalnızca kalbimizin hızlı atışları dolduruyordu.
Vanessa’nın bakışları hemen üzerime dikildi. Dudakları belli belirsiz kıvrıldı ama gözlerindeki merak kolayca gizlenemezdi.
“O da neydi?” dedi sonunda, sesi şaşkınlıkla karışık yumuşaktı. “Az önce açıkça trafik kuralı ihlali yaptın. Bir an kaza yapacağız sandım.”