Bölüm 2
Güneşten erken başladığım güne hazırlanmak umduğumdan uzun sürmüştü. Kıyafetlerimi, saçımı, takılarımı bir türlü beğenmeyip değiştirip durmuştum. İmaj önemliydi. Daha çok küçük yaşlardan itibaren insanlar kıyafetiyle karşılanır, ilmiyle ağırlanır, ahlakıyla uğurlanır düsturunu benimsemiştim. Tertip, düzeni her daim özümsemiş olmamın yanı sıra iyi bir görünüşün hoş bir kokuyla taçlandırılması gerektiğine inanırdım. Yoğun bir gül özüne şakayık, yasemin, ahududu, sedir özü, tatlı elma gibi alt tonların eşlik ettiği çiçeksi yumuşak parfümüm yıllardır benimle özdeşleşmişti. Bağlandığım hiçbir şeyi kolayca değiştiremiyordum.
Dünün getirdiği yorgunluğa rağmen bugün için yeterince dinç olmamı sağlayacak hedeflere sahiptim. Nihayet siyah kumaş pantolonumun üstüne makul ölçüde dekolteli siyah bir gömlek, vişne çürüğüne çalan, bordo tonlarda bir ceket ve altın detayları olan kemerde karar kılmıştım. Gösterişli küpelerim dışındaki bir aksesuarın fazla duracağını düşünerek açık bırakıp özenle şekillendirdiğim saçlarımı son kez aynada düzeltirken görüntümden memnundum. Makyajımın son parçası bordo rujumu dikkatle sürdüm ve siyah ince topuklu ayakkabılarımı giyip küçük çantamı aldım. Artık tamamen hazırdım.
Aşağı indiğimde kahvaltı masasındaki ailemi görmek yüzümün düşmesinin yegâne sebebiydi. Her birimiz aile kuralları gereği sabah erkenden uyanmaya alışkındık, öyle ki eve sabaha karşı vardıkları günlerde bile herkes kahvaltı saatinde masada olurdu ancak babamın gidişinin onlar için bu kuralı hemen bozacağını düşünmüştüm. Şayet ikisi de bundan sıklıkla yakınırlardı. Topuklu ayakkabımın yere çarptıkça çıkardığı ses dikkatlerini çekene kadar İrem, Esin’e telefonundan bir şeyler gösteriyor, abim ise daha önce babamın oturduğu, masanın başındaki sandalyeye yerleşmiş, Mediha Teyzeye kahvesinin sütünün istediği ayarda olmayışından şikâyet ediyordu. Tüm gözler beni bulduğunda elbette ilk konuşan İrem’di. “Nereye gidiyorsun bu halde?” Tek kaşını kaldırmış, itici bir iğneleyici ifade takınmıştı.
Normalde onunla atışacak zamanım olmadığı hâle masaya yaklaşıp her zamanki yerime geçtim. İçeriden duvarlarına balyozla vurulan bir yapıyı sağlamlaştıramazdım. Onların benim yeni statümü kabul etmeleri şarttı. Ailesinin saygı duymadığı birine başka kimse saygı göstermezdi. Bu bir günde mümkün değildi, İrem de Uygar da olayları çok bencil perspektiften değerlendirme eğilimindeydiler.
Abimin Mediha Teyzeyle olan konuşması hazır bölünmüşken kadını da kurtarmak adına, diğer çalışanlardan da isteyebilecek olmama rağmen özellikle ondan “bana bir kahve getirebilir misiniz lütfen? Sütsüz olsun” diye ricada bulundum. Ellerini önünde birleştirip başıyla onayladı ve hızlı adımlarla mutfağa geçmeden çalışanlardan birine de bana servis açmasını işaret etti. Mediha Teyze üçümüzü de büyüten kadın olmasına rağmen çalışan çizgisini asla aşmazdı. Doğrusu bu tutumunu da takdir ediyordum. Disiplinli, sınırlarını bilen, işini titizlikle yapan bu kadın bize ne kadar mesafeli dursa da aslında yıllardır ailemizin bir parçasıydı.
Masanın kenarındaki gazete tomarını alıp onu da hazır bekleyen çalışanlardan birine uzattım. “Bunları kaldırın, artık masaya gazete gelmeyecek.” Bu demode alışkanlık da babamdan yadigârdı. Teknoloji gelişmişti, telefondan, tabletten yalnızca önemli haberleri okumak yeterliydi. Masada bulunan hiç kimsenin o sabah da dâhil bir kez el sürmediği gazetelerin kaldırılmasıyla Uygar kaşlarını çattı. Yaptığım değişiklik açıkça ona dokunmuştu, niyetim de buydu. Kimin sözünün geçeceğinin mücadelesini onlarla da vermeye hazırdım. Yeterince iyilerse koltuk için karşımda durabilirlerdi elbette.
Aldırış etmediğim İrem cırlarcasına ince bir sesle “sana soruyorum Yankı!” diye üsteledi. Bana cevabı gerçekten gerekmeyen veya bir şeyi değiştirmeyecek sorular sorulmasından oldum olası hoşlanmazdım ama ondan daha sevmediğim bir şey varsa o da cevabı şimdiki gibi tartışmaya sebebiyet verecek sorulardı.
Fakat ne yazık ki İrem cevapsızlığı kabullenemeyecek kadar ısrarcı, tartışmadan zevk alan bir yapıya sahipti. Bu şekilde giyinerek nereye gittiğimi gayet iyi biliyordu. Tasdiklemem başlatmak üzere olduğu kavganın fitilini ateşleyecekti. Daha kötüsü yanındaki arkadaşından güç alıyordu. Bakışları arada ona kayıyordu, vücudu refleksle ona yaklaşmıştı. Esin’in önünde ailemizi rencide etmesinin sakıncası yoktu kafasında. Çünkü benim kardeşim kafasızın tekiydi. “İşe” diye geçiştirdim onu.
Kahvem geldiğinde önüme bir servis çoktan açılmıştı ama pek iştahlı sayılmazdım. “Dün babamın cenazesi kalktı ve sen bugün işe mi gidiyorsun gerçekten?”
Bağıran oydu ama ben boğazımı yumuşatmak için acı kahvemden bir yudum aldım. Şu zift bile kardeşlerimden daha katlanılırdı. Şuursuzlardı, o kadar dünyadan haberleri yoktu ki şirketin içler acısı durumunun farkında bile değillerdi. Dolandırılmıştık, Rusya’daki büyük projeden çekilmek zorunda kalmıştık ve uzun zamandır kazandığımız bir ihale de bulunmuyordu. “Eğer o şirket batarsa yaşadığın cici hayatının yasını babamınkinden daha çok tutacağına eminim.”
“Ne saçmalıyorsun sen?” Elini masaya vurdu. Bu neredeyse komikti. Ayaklarını yere vurarak tepinebilir, saçını başını yolabilirdi. Şu çocukça tavrı bile neden yönetim kurulunun başına onun geçmediğinin açık cevabıydı.
Uygar “bu senin için bile fazla” diye araya girdi. “Ne bu, bir devrim mi gerçekleştirdin de biz göremedik? Gözümüze sokmaya çalıştığın ne Yankı? Mirastan daha çok pay aldın diye mi böyle kaf dağına çıktı burnun?”
“Hiçbir şey.” Gölge etmemeleriydi tek umduğum. “Hayatınızda kişisel algılamadığınız bir şey var mı? Dünya hep sizin etrafınızda dönmüyor.” İkisinin de can ciğer olduğu söylenemezdi ama iş şirket konusunda geldiğinde birlik kesilmişlerdi bir anda. Babamın öldüğü gün biri bile katilin peşine düşmemişti. Bir kez konuyu dillendirmemiş, evimize kimin elini kolunu sallayarak girdiğinden endişe duymamışlardı. Çok sevdikleri babalarını toprağa verip arkasından gözyaşı dökünce bütün vazifelerini tamamlamış, hayırlı evlatlar olarak vicdanlarını rahatlatmış olacaklardı.
“Ya bırak bu işleri. Gelmişsin arsızlık arşa çıkmış, hava atıyorsun burada bize. Sırf batmakta olan bir şirket sana kaldı diye havalara bak.” En azından bir konuda hemfikirdik.
İşaret parmağımı ikisine doğrulttum. “Kendinize gelin bir an önce. Çok istiyorsanız şirket orada, kalkar gelir çalışırsınız. Ya da oturup burada para mı yiyorsunuz ne halt ediyorsanız onu yapın. Kompleksleriniz yüzünden kör olmuşsunuz.”
İrem ağlamaklıydı. Yalandan gözlerini doldurup sesini titretmesinden tiksiniyordum. Sahta duygularını o kadar iyi bir oyunculukla sergiliyordu ki hayrete düşmemek zordu. “Duygusuz kaltağın tekisin, insanlar senden boşuna nefret etmiyor.”
Bardağımı sakince bıraktım. “Sevgi dilenmiyorum.” İrem’in yüzüne bakmadım bile. “Sen sahte tesellilerini yabancı insanlarda arayabilirsin. Benim tek derdim ailemiz.” Sözlerimle Esin'e üstü kapalı bir gönderme yapmaktan çekinmedim. Esin gerginlikle yerinde kıpırdandı. İrem'in çenesi kasılmıştı.
“Öyle mi? Ailemiz o kadar umurundaysa neden şirketin başına sen geçiyorsun?”
Derin bir nefes aldım. Bunu ona binlerce, milyonlarca kez açıklasam da anlamayacaktı. Kendi cevabına takılıp kalmıştı. Ben ne dersem onun sert duvarlarına çarpıyor, bir kulağından girmiyordu bile. “Çünkü aklı beş karış havada olan sen ya da hiçbir işten anlamayan serseri abim bir şirket yönetebilecek kabiliyette değilsiniz, İnci de çok küçük. Size iyilik yapıyorum, minnettarlık duymalısın.”
İşlerden anladığını iddia edemeyeceğinden konuşu değiştirerek başka bir manipülasyonun ardına sığındı. “Üzülmüş gibi bile yapamaz mısın?” İnsanlar artlarından sahte üzüntüler duyan kalabalıklar yerine hakiki bir saygıyla anılma onurunu bırakabilirlerdi. Bu hayatlarını nasıl geçirdikleriyle alakalıydı.
Bu envai çeşit yemekle donatılmış masa çürük kokuyordu. Ailemizin temelindeki çürüme bir arada olduğumuz her yere kuvvetle sirayet etmişti. “Haklısın, babamın ölümüne üzülmüş ‘gibi’ yapmadığım için korkunç biriyim ama endişelenmeyin bunu o kadar çok yapan var ki eksikliğim dikkat çekmez muhtemelen.” Ayaklandım. Ağzımdaki acı tat boğazımdan bir yudum daha geçirmeme izin vermeyecekti.
Evden çıktığımda arabalar kapının önünde hazırdı. Eko hızla araçtan inip kapımı açtı. Etrafı kolaçan ediyor, her an tetikte bekliyordu. Birbirini ardı sıra takip eden arabalarla şehrin kaosuna karışana dek kahvaltı masasındaki konuşmanın tesirinden çıkabilmek adına sessizliğimi korudum. Her şeyi yoluna koyacaktım ama ben nerede duruyordum? Yerin altına gömülmüştü bedenim sanki. Beni aşağı çekmek için bayrak taşıyanlar adlarını yüceltme yolunda can vermeye bile gönüllü olduğum Göktunalardı. Keşke dedemin yüzüğünü boynumdan çıkarmasaydım.
Yoldan geçen insanları, yanımızdan giden diğer araçları izlerken “şoförlüğe de mi başladın?” diye sordum Ekrem’e.
“İlk gününüz olduğu için şirkete sizi bizzat götürmek istedim.”
Elinden her iş gelirdi. Zeki, becerikli, kendini geliştirmiş bu adam benim için bile çoğu açıdan takdir edilesiydi. Ayrıca iri görüntüsü, uzun boyu, sert bakışları, keskin yüz hatları ve tehlikeli duruşuyla yanımda bulunması benim için istediğim izlenimi yaratmamda yardımcı olacaktı. “İyi bakalım.”
"Şirketin finansal kayıtlarını inceledim, efendim" dedi Eko, dikiz aynasından bana bakarken. "Dinçer Bey'in yönetimi altında ciddi bir düşüş söz konusu. Rusya'daki proje... Tam bir felaket. Projeden çekilmek çok büyük bir maliyetle sonuçlandı ve o dolandırıcı müdür hâlâ ortada yok." Sorunları liste yapmaya kalksak o bile yaz yaz bitmezdi. Neyi neresinden tutsan elinde kalacak hâldeydi.
Akıp giden yola bakıyordum. “Ne kadar kötü?”
"Hisseler dibe vurmuş durumda. Ukrayna savaşı da patlak verince, Rusya'daki projenin zararı katlandı. Kayıp çok büyük.” Dolandırıcıyı bulsak da parayı alamayacaktık ama o ve diğer herkes bizim paramızı çalmanın bedelinin canı olduğunu öğrenecekti.
Açıkçası bir şoför yerine Eko’nun aracı kullanmasından memnundum. Henüz kimlerin yanında neleri konuşabileceğimi analiz etmemiş, ekibimi kurmamıştım. Şoförlüğümü yapmasını planladığım Ünal’ın bir yanlışını görmemiştim ancak Ekrem diğerlerinden ayrıydı. "Onu bulacaksınız" dedim. Bu öncelikli ve önemli bir meseleydi. "Yerin dibine de girse bulacaksınız." Karşımda titreyecek, yalvaracaktı. Ama acımayacaktım. "Güvenlik açığı da ortada. Babam kendi evinin bahçesinde vuruldu. Korumaların işini doğru düzgün yapmıyor. Gerçi kim doğru ki, herkes işini savsaklıyor. İçeriyi temizleyene kadar kimseye güvenmiyorum."
“Siz ne emrederseniz.”
"Önce yeni bir güvenlik birimi kurulacak. Eski ekibin hepsi didik didik edilecek. En küçük bir şüpheli harekette, hiç düşünmeden kapının önüne konulacaklar." Babamın hatalarını tekrarlayacak değildim.
Şirketin yönetim katına çıkarken alışkın olduğum koridorlar, camlarla ayrılmış ofisler, yüzler bugün bir başka kasvetliydi. Durağan bir sisteme, artık işlevini yitirmiş bir makineye veya günden güne sonunu bekleyen bir hastaya benzetiyordum burayı. İnsanların mutsuzlukları, patronun kaybıyla beraber başa kimin geçeceğinin belirsizliği, zaten kötü olan işleyişin iyice çıkmaza sarması onlara da yansıyordu. Sonuçta kimse bir sabah aniden işsiz uyanmak istemezdi. Herkes özveriyle çalışırsa kısa sürede düzlüğe çıkmanın bir yolunu bulurduk ancak bu kadar sağlam bir ekibe daha önce şahit olmuşluğum da yoktu.
İnsanların benden ayrılmayan bakışlarının, üstüme kara bulut misali çöken uğursuz fısıltıların ağırlığı altında güçlü adımlarımı sürdürdüm. Gözlerimi hangi birine çevirsem hızla önlerine dönüyorlardı. Bir kısmı şirketin başına buraya hiç uğramamış abimin geçmesini, bir kısmı ise daha tecrübeli müdürlerden birine yönetimi devretmemi tercih ederdi muhtemelen. Ya da öyle yapacağımı sanıyorlardı. Meraklı ifadeleri, dedikoduya aç kulaklarıyla ufacık bir bilgi kırıntısına dâhi dikkat kesilmişlerdi. Dinçer Göktuna’nın cenazesinin ertesi gününde bir Göktuna’yı burada görmeyi beklemedikleri de aşikârdı. Bazı ofislerde gün daha yeni başladığı hâlde ellerinde kahve kupaları, başkalarının masalarının başında dikilmiş lak lak yapan personeller gözüme çarpmıştı. İnsanlar çalışırken ara verip dinlenme hakkına sahipti, kimseden nefes almadan çalışmasını beklemiyordum. Ancak daha gün başlar başlamaz aylaklıkla geçiştirilen dakikalar gözüme batmıştı. Aralarında beni fark edenler hayretle, yalandan bir mahcubiyet takınıp işlerinin başına dönüyordu. Şimdilik bir açıklama yapmayacaktım. Her şey sırayla olmalıydı.
Önce avukatın yanına uğradım. Çok uzun sürmeyen bir görüşmenin ardından babamın ofisine geçtim. İçerisi serindi. Beyaz, açık gri tonlarının yoğunlukta kullanıldığı, modern tasarımlı bu oda bana hep uzak gelirdi. Dinçer Göktuna’nın cam masasında ihtişamlı bir isimlik, bizim fotoğraflarımız olan birkaç da çerçeve yer alıyordu. Koltuğun arkasında kalan büyük pencereler yeterince içeriyi aydınlatıyor olmasına rağmen devasa bir aydınlatma sistemi kurulmuştu. Anlamsız birkaç tablo duvarları kaplıyor, bir ofise hiç de uygun olmayan büyük gri koltuk masaya gereksiz bir yakınlıkta duruyordu.
Diğer tarafta yer alan, kullanıldığı pek görülmemiş toplantı masasıyla özel alanı ayıran hiçbir şey olmadığından uyumsuzluk bütün ofise dağılıyordu. Birkaç adım gerimdeki Eko, İsmet ve Ünal’a döndüm. Korumaların kalanı açık otoparkta veya çevrede hazır bekliyorlardı. İçeri büyük bir kalabalık dolduramazdım, zaten şirkete silahlı girebilecek kişi sayısının az olmasını istiyordum. “En kısa sürede bu oda boşaltılacak. Her şey depoya indirilsin. Yeni mobilyalar gelmeden de toplantı masasının olduğu kısmın ayrılmasını istiyorum.”
“Emredersiniz.”
Duvardaki logoyu çenemle işaret ettim. “Şunu da sildirin. Daha kaliteli bir şeyler yaptırılsın, yeni masa da logonun önüne yerleştirilsin.” Görüşmeye gelen herkeste iyi bir izlenim kalmalı, aynı zamanda Göktuna logosu da akıllarına kazınmalıydı.
Masanın üzerindeki telefonun ahizesini kaldırmıştım ki babamın asistanı kapıyı çalmadan içeri girme cüretini gösterdi. Nezaketsizlik, saygısızlık tahammülüm olmayan konulardı. Korumalar hızla konum alırken ahizeyi bırakıp derin bir nefes aldım. “Şule?”
“Yankı hoş geldin.”
Kaşlarımı çattım. “Hanım” diye ekledim dişlerimi sıkarak, samimiyetsiz bir gülümsemeyle. “Yankı Hanım.” Normal şartlarda ben de şirket çalışanlarımıza hanım, bey olarak hitap ederdim, Şule o hakkını az önceki şuursuzluğuyla harcamıştı. “Şule…” Kaşınıyordum, bir şeyden rahatsızlık duyduğumda sıklıkla kaşınırdım. “Bu odayı tasarlayan mimarı çağırır mısın?”
Bozulmuştu aldığı uyarıya ama hemen yerini şaşkınlık aldığından ifadesi hızla değişti. “Mimarı mı?”
“Hı hı” diye onayladım. “Mimarı.”
“Anlayamadım, neden?”
“Odaya kapı koymayı unutmuş.”
Arkasındaki olan kapıya baktı, ardından yeniden bana döndü. Şüpheyle bir kez daha kapıyı kontrol etti. En azından sözlerimin gözleriyle gördüğünün teyidini alacak kadar etkili olması iyiydi. Eli kapıyı gösterir gibi oldu, duraksadı. “Kapı” dedi, doğru kelimeleri ararcasına. Bir ihtimal kapıyı yeni keşfediyor da olabilirdi. “Kapı var Yankı… Hanım.” Yavaş da olsa öğrenebiliyordu.
“Öyle mi?” diye sordum şakın bir tonla. “Sen çalmadan dan diye girince ben bu derece hadsiz olacağına ihtimal vermedim. Kapı yok sanırım diye düşündüm Şule.”
Sonunda dank etmişti. Açıklama için dudakları aralandı, sonra bir kez daha açık kapıya baktı ve başını eğdi. “Özür dilerim.”
“Dilemelisin. Bir daha olmasın.”
“T-Tabii…”
Her ne amaçla odaya geldiyse önemsemeden “bütçe, maliye ve muhasebe müdürlerini acil olarak ofisime bekliyorum” dedim. En kısa sürede kendime bir asistan da bulmalıydım ama şimdilik benim aramam yerine Şule’nin bunu halletmesi işime gelmişti.
“A-ama…”
Büyük deri koltuğa otururken “Şule sen hep böyle kekeleyecek misin?” diye sordum bıkkınlıkla. Zaten şu odadaki her şey üstüme geliyordu. Bu eşyaları kim seçmişti gerçekten? Yüzüme boş boş bakan kadına parmağımı iki kez şıklattım. “Hadi.”
Şule çıktığında Eko’yla göz göze geldik, başımı onaylamadığımı belirtircesine iki yana salladım. Bunlardan olmazdı her şeyin çok gerisindeydik.
Toplantı başladığında ortam gergindi. Tırnaklarımı sırayla masaya vurarak tutturduğum ritimle bir açıklama bekliyordum. “Durum tespiti yapmak için bir aradayız. Her şeyi açıkça konuşmanızı istiyorum.” Raporlar her şeyi gözler önüne seriyordu, projeksiyondaki grafikler her konuda kritik seviyelerdeydi.
Bütçe müdürü Necla Hanım titrek bir sesle konuşmaya başladı. “Efendim, durum… pek de iç açıcı değil. Rusya projesinden kaynaklanan kayıp şirket tarihinin en büyük zararlarından biri oldu. Ukrayna’daki çatışmalar da başlayınca oradaki tüm operasyonu durdurmak durumunda kaldık.” Aldığımız proje çok büyüktü, altından kalkamayınca bizi böyle dibe çekmişti. “Bir süredir yükleniciden ödeme alamıyorduk, şu dolandırılma meselesi ortaya çıkınca imajımızı düzeltebilmek adına iş verenin sağladığı avansları da geri ödememiz gerekti. Maddi açıdan bu zararı kapatamıyoruz.”
Necla Hanım ellili yaşlarında, şirketin emektarlarından biriydi. Eğitimiyle, kendini geliştirmesiyle gayet üst düzey bir çalışandı ve yüzündeki ifade tam anlamıyla umutsuzluktu. Maliye müdürü Murat Bey devam etti. “Ankara’daki proje de planın çok gerisinde. İşi zamanında teslim edemeyeceğiz ve işveren ihaleyi iptal etmekle tehdit ediyor. Uzlaşmaya çalışıyoruz fakat ikna olmaya çok sıcak değiller. Yayılan dedikodulardan Göktuna İnşaat’ın prestiji fazlasıyla hasar aldı, proje iptal olursa bunun altından kalkamayız.” Toplantının ardından Ankara’daki şantiyeye bir ziyaret planlamalıydım. Oranın saha ve proje müdürlerinden alacağım bilgilerle birlikte yüklenici ve işverenle bir toplantı ayarlayıp bizzat görüşürsem bu bize zaman kazandırabilirdi.
Muhasebe müdürü boğazını temizledi. Kasıntı bir adamdı, söyleyeceklerinin de diğerlerinden daha pozitif olmadığı yüzünden okunuyordu. “Şirket borç batağında Yankı Hanım.” Sözleri saygılıydı ancak bakışlarında ve hareketlerinde bir küçükseme seziyordum. “Bankalardan da kredi alamıyoruz. Açıkçası her şeyden kıssak da temel giderlerimizi karşılamakta dâhi çok zorlanıyoruz. Bu sene çalışanlara bayram ikramiyesi bile verilmedi.” Böyle şeylerden kısarak kazanç elde edemez aksine varsa birkaç işinin ehli çalışanımızı da yakında kaybederdik. Kısa vadede kazanç görünen yöntemler bize daha büyük zararlar olarak yansıyacaktı. “Üstelik uzun zamandır yeni bir proje de alamadık. Elimizde sadece Ankara’daki proje kaldı.”
Manzara korkunçtu. İşler beklediğimden de kötüydü. Bu gemi batmıyordu, sular altına çoktan gömülmüştü. Ufacık bir ışık bulmalıydım. Yine de takındığım bütün ciddiyetle zihnime notlar çıkardım, yüzümde milim değişiklik olmadı eğer başaramayacağıma dair kendimden şüphe duyduğumu biraz hissederlerse bu berbat başlangıca anca tüy dikmeme yarardı. Dinçer Göktuna, sevgili babam, şirketi adeta bir enkaz yığınına çevirmişti. Dedemin onca emeği, itibarımız babamın basiretsizliğiyle yerle bir olmuştu.
Toplantı bittikten sonra uzun saatler raporları inceledim. Gece yarısını geçtiğini enseme saplanan ağrıyla kısa bir an telefonumu elime alana dek fark etmemiştim bile. Günler birbirini kovaladı. Sabah erkenden ofise geliyor, herkes gittikten sonra dâhi çalışmaya, bir plan hazırlamaya devam ediyordum. Yatırımcı bulmalı veya yeni bir proje almalıydık. Ayrıca Ankara’daki projeyi de hızlandırmamız gerekiyordu. İş verenin güvenini yeniden kazanacağımız bir görüşmeye hazırlanıyordum fakat daha proje yöneticileriyle görüşmeden bile bizi kurtaracak işin o olmadığını anlamıştım.
Eksilen her birinin yerini yenisi alan evraklarla çevrili bir masada genelde son yudumlarını soğuk, acı bir şekilde tüketebildiğim, Eko tarafından yenilenen kahvelerle şirketin her bir kaydını, dosyasını her anlaşmayı, faturaları didik didik ediyor, bazen yetkili isimlerle görüşüyordum. Gözlerim kan çanağına dönse de uykusuzluğumu ve yorgunluğumu iyi bir makyajla gizlemeye çalışıyordum. Oturmaktan kırışan kıyafetlerimden dolayı ofise yedek kıyafetler getirtmiştim. Asıl kullanacağım ofisin tadilatı sürdüğünden boş, küçük bir ofiste geçiyordu günlerim.
Bedenim isyan ediyordu ama zihnim işleyen bir saat misali hiç durmuyordu. Uyurken, rüyalarımda bile iş görüyordum. Evden öyle erken çıkıp o kadar geç dönüyordum ki İrem ve Uygar’ı günlerdir görmemiştim. Bu işime geliyordu. Onlarla tartışmaya ayıracak enerjim yoktu. Ancak henüz güvenlik ekibiyle ilgilenmeye ve kardeşlerimi kontrol altına almaya fırsat bulamamaktan da rahatsızdım. En kötüsü hâlâ tek kelime etmeyen İnci’yi ziyarete gidememiştim.
Babamın yönetimindeki devasa gereksiz harcamalar, israflar ortaya çıktıkça zamanında yerini alacak bir kardeşi olmayışının ne acı olduğunu düşünüyordum. Ameliyat masasında kalbi durmuş bir hastayı kurtarmaya çalışmaya benziyordu. Karanlık ruhumda büyüse de ben çaresiz bir kız çocuğu değildim. Hakkımda konuşulanların bazılarına kulak misafiri olmuştum. Genç bir kadın olmam, tecrübesizliğim ve şartlar karşısında kimse bana inanmıyordu. Ama konuşmaktan fazlasını yapacaktım.
Beni masanın başından kaldıran şey İnci’nin taburcu edilecek olmasıydı. Bir öğleden sonra şirketten ayrılıp hastaneye yola çıktığımız sıra yolda Ankara’ya yapacağım seyahati programa aldık. Ayrıca katılabileceğimiz bir ihaleyle ilgili Eko’yla ön analizleri gerçekleştirdik. Tabletim notlarla ve listelenmiş yapılacaklarla doluydu.
Hastanenin küçük park alanında bir yer bulabildiğimizde korumaların büyük kısmı yine dışarıda kaldı. Yalnızca Ekrem bana eşlik edecekti, silahlarımızı arabada bıraktık. Lüks hastanenin lobisinde birbirinden uzak konumlandırılmış deri koltuklar çoğunlukla doluydu. İnsanların sesleri uğultulu şekilde duyuluyor, kelimeler pek ayırt edilemiyordu. Temiz, parlak zeminde yürürken hastanelerin bilindik kokusu hafiften burnuma çarpıyordu.
İnci’nin kaldığı oda bir çocuğun kalmasına uygun şekilde ayıcıklarla süslenmişti. Perde de bile ilginç figürler yer alıyordu. Yine de hastane iç açıcı bir yer değildi sonuçta. Nicole ilk günkü kadar yorgun, bitap ve üzgün görünüyordu. Benim için sanki aylar geçmişti. O ise yas sürecini henüz atlatamamıştı.
Ağlamaklı ifadesi, şiş gözaltları dışında biraz da kilo vermişti ya da yüzü çökmüştü. İnci beni gördüğünde çok kısa bir an bakıp pencereye döndü. Uzaklara dalıp gitmişti. Bir çocuğun suratında görmeye alışık olmadığım durgunlukla uzanıyordu sedyede küçücük bedeni.
Nicole’e dışarı çıkmak için işaret yaptım. Kapının önünde sendelediğinde dirseğini sıkıca kavradım. “İyi misin?”
Başıyla onayladı. “Doktor ne dedi?”
“Konuşmuyor.” Gözlerinden birkaç yaş süzülüp yanaklarına akarken silme zahmetine girmedi. “Ma fille est traumatisée…” Aklı karman çorman olmalı ki ana diline geçmişti. Zaten bana mı söylüyor kendi derdine mi yakınıyor anlaşılmıyordu. Kollarımı tuttu. Omuzları çökmüş, bacaklarındaki güç çekilivermişti. “Çok ağır bunlar onun için.” Dudakları titriyordu. “Küçük o.” Aman dilenir hâline karşın elimden bir şey gelmeyişiyle başımı eğdim. “Eve götürün dediler. Orası güvenli, iyi gelir dedi doktor.” Başını şiddetle iki yana salladı, kriz geçiriyor gibi görünüyordu. “Güven yok, güvenli değil.”
Hiç benden beklenmeyecek şekilde ona sarıldım. “Güvenli olacak, söz veriyorum.” O bir anneydi, İnci için yeterince endişeleniyordu bir de güvenliğinden endişe etmemeliydi.
Eve dönerken arabada yol boyu İnci’nin yumuşacık saçlarını okşadım. Dizlerime uzanmış gözlerini kapatmıştı. Konuşmaya zorlamadım. Ne zaman ister, hazır hissederse o zaman konuşabilirdi. Acıları bedenine büyük geliyordu. Hiçbir çocuk böylesine bir hayatı hak etmezdi.
Onları eve bırakıp Mediha Teyze’ye emanet ettikten sonra şirkete döndüm. Bu kez yolculuk gündemimiz güvenlik ekibinin ne durumda olduğuydu. Ekrem Cemal ile iş birliği içinde çalışıyordu. “Hızlandır” diye emir verdim. “Ama savsaklama sakın.” Üstüne düşeceğine emindim ama konunun önemi bunu vurgulamama sebep olmuştu.
Personel kayıtlarını incelemeye geçtiğimde kazıdığım her yerden daha da pislik çıkacağını anladım. Şirket yalnızca borçlarla boğuşmuyordu. Üst düzey kadrolardan en alta kadar eş, dost ayağına işe alınmış yüksek maaşlı, iş bilmez ve liyakatsiz çalışanları gördükçe midem bulandı. Uzak akrabalarımızdan bazılarının da yer aldığı bu listelerdeki yöneticilerden birçoğu kendi departmanlarını yönetmekten acizdi. Zaten talep ettiğim bazı raporlar o kadar kötü, düzensizdi ki excel kullanmaktan bir haber beyaz yakalı kadromuzu görmeden tanımıştım.
Dişlilerin dönmesinin önünde bunca engel varken bir makine nasıl işeyebilirdi? Damarlarımdaki kan kaynıyordu. Zavallı dedemin mezarında kemikleri sızlıyor olmalıydı.
Şakaklarımı ovuştururken kapı tıklanınca gelenin az önce çağırdığım insan kaynakları müdürümüz olduğunu düşünerek sert bir sesle “gir” diye talimat verdim. Ancak kapı aralanıp içeri başını uzatan kızıl belayı gördüğümde yerimden kalktım.
O da büyük bir coşkuyla içeri girmişti. Elinde bir şampanya şişesini sallıyordu. İkimizin dudaklarından dökülen farklı tonlardaki iki cümle aynı anda odayı doldurdu. “Senin burada ne işi var?”
“Bir şirketin olması olay! Kutlama dediler geldim.”