Bölüm 1:Moda'da Bir Nisan Sabahı
Moda' nın eski sokaklarından birinde, sokağın köşesine ilişmiş küçük bir kafenin arka bahçesindeydiler.
Bahçeyi saran yasemin kokuları, rüzgarda ağır ağır kıvrılarak havaya karışıyor, üstü açık tahta masaların etrafında sessiz bir sis gibi dolaşıyordu.
Lina, bir fincan kahveyi iki eliyle kavramış, dalgın bir bakışla fincanın kenarındaki çatlağı inceliyordu. İncecik parmakları, çatlağın üzerinden usulca geçiyor; sanki görünmeyen bir hikâyeyi okur gibi dikkatle sürüklüyordu parmaklarını.
Eren, yandaki sandalyeye rahatça kurulmuş, sırtını geriye yaslamıştı. Gözleri yarı kapalı, kafasındaki sessiz düşüncelerle boğuşuyor gibi görünüyordu. Deniz ise, karşılarında oturuyor, alnından kayan birkaç saç telini düzeltirken göz ucuyla Lina' ya bakıyordu. Hayranlığını saklamaya çalışmadan, ama aynı zamanda onun dikkatini çekmeden.
Masada kahkahalar vardı, ama kahkahaların arasında ince, görünmez bir ip gibi hissedilen bir gerilim de vardı.
Hiçbir kelime açıkça söylenmiyor, hiçbir bakış fazladan bir saniye uzamıyordu.
Sanki üçü de çıplak gerçekleri göstermemek için kelimeleri, bakışları ve kahkahaları zarif birer perde gibi kullanıyordu.
Eren her iki arkadaşını da sırayla süzerken bir yandan da telefonundan bir şeyler arıyordu. Aralarındaki bu durum tam da Yalın'ın şarkısında bahsedildiği gibi "tenhalaşmıştı" birden. Hem birbirlerine çok yakın hem de kilometrelerce uzakmış gibi bir hava vardı bugün hallerinde. Kendisi de onlardan pek farklı sayılmazdı belki, ama bu durum biraz daha bu şekilde devam ederse yangın var diye bağırıp denize atlaması an meselesiydi. Yaşının diğerlerinden daha büyük olmasına rağmen aralarında en şakacı ve en haşarı olan oydu sanki. Lina ve Deniz'in sessizliğine karşılık onları şaşırtacak hamle yine kendisinden gelmişti. Telefonunu masanın ortasına doğru uzattı ve birden Yalın'dan "Ki Sen" şarkısının en vurucu bölümü çalmaya başladı; "tenhalaştı kahvaltılarımız, bomboş bakıyoruz artık bir bildiğin var da susuyor gibisin...heyecanını kaybetmişsin..." birden şarkının başlaması ikisinde de şaşkınlık yaratsa da Lina Eren'in ne yapmak istediğini anlayıp gülmeye başladı, Deniz ise şarkıyı dinlerken ne olduğunu anlamaya çalışarak ikisine bakıyordu.
Lina'nın kahkahası, eski bir çalar saatin aniden çalması gibi, bahçenin sessizliğini deldi.
Önce hafif, neredeyse kıkırdayarak başladı; sonra büyüyerek yayıldı kahkahası.
Gülüşünün içinde, Eren'e duyduğu o güvenli yakınlığın sıcaklığı kadar, içten içe taşıdığı karmaşanın buruk bir kırıntısı da gizliydi.
Bir kahkaha atarsın bazen; herkes duyar, kimse anlamaz ya... İşte Lila’nınki tam öyleydi.
Eren, kahkahaya karşılık hafifçe gülümsedi. Sanki kollarını iki yana açıp "Evet, işte böyle!" der gibiydi bakışlarıyla.
Masadaki boş zeytin tabakları, yarım kalmış simit parçaları, güneşin altındaki kafenin eski tahta sandalyeleri... Hepsi bir anlığına sahne dekoruna dönüşmüş, üçlüyü bu küçük, sahte bir mutluluk anına hapsetmiş gibiydi.
Deniz ise başını hafifçe yana eğerek Lina'ya baktı.
Şarkının sözleri, kahvaltı masasının etrafında görünmez bir ağ gibi örülürken, onun gözlerinde tuhaf bir bulanıklık oluşmuştu.
Bir şeyler söylemek ister gibi, dudağını hafifçe ısırdı.
Ama kelimeler, boğazına bir düğüm gibi takıldı.
Eren yaptığı hamlenin Lina tarafından anlaşılmasına sevinmiş ve amacına ulaşıp masanın hak ettiği neşeye kavuşmasını sağlamıştı. Deniz'in şaşkınlığıysa onun keyfini gizliden artıran bir detaydı.
Deniz masada kahkahalar eşliğinde kurulan ikili ittifaktan hiç hoşlanmamıştı. Lina'nın Eren'in küçücük jestlerinden bile bu kadar çok etkilenmesi içinde ince bir sızı gibi ilerliyordu. Deniz bugün kendini yorgun ve halsiz hissediyordu. O böyle hissederken Eren ve Lina'nın bu kadar eğlenmesine anlam veremiyordu. Bir duygu vardı derinlerde, henüz kendisinin de isimlendiremediği; kıskançlık mıydı bu duygunun adı, paylaşamamak mı, yoksa...
Böyle hissetmeye hakkı yoktu, doğru da değildi belki, ama arkadaşlık sınırlarında olduklarını ısrarla belirten bu ikilinin bu kadar yakın olmaları aklındaki cevapsız soruları artırıyordu. Lina ‘ya nedenini sormaya ya da cevaplarını istemeye cesareti yoktu. Mızıkçı bir çocuk gibi somurtup oturmak da ona yakışmazdı.
Eren'e bir karşı atak olarak o da telefonunu eline aldı ve youtube dan bir şarkı açıp masanın ortasına doğru uzattı; "Derdi nedir bu sonbaharın, neden soldurur bu gülleri? nerden bulur bu insanlar ben mutsuzken gülünecek şeyleri?" Halil Sezai'nin sesiyle Lina'nın kahkahaları daha da arttı. Eren'in şarkının devamında gelen sözlere eşlik ederek "ben hep diyorum Lina, bak bu çocukta bir tuhaflık var diye" derken Lina yerinden kalkıp Deniz'in yanına gitti. Başını kollarının arasına alarak "aşkım sen neden mutsuzsun yaa" diyerek gülmeye devam ederken alnına küçük bir öpücük kondurdu.
Deniz, Lina'nın alnına kondurduğu minik öpücüğün bıraktığı sıcaklığı yüzünde hissetti.
Sanki alnına değil, kalbine dokunulmuş gibiydi.
İçinden geçen binlerce kelime vardı; ama hepsi, dilinin ucunda birer kurşun gibi ağırlık yapıyor, çıkmaya cesaret edemiyordu.
Başını kaldırıp Lina' ya baktı.
Onun gözlerinde, yalnızca dostça bir şefkat mi vardı, yoksa biraz daha fazlası mı?
Bu sorunun cevabı, masadaki simit kırıntılarının arasına karışmış, bulunmayı bekliyordu.
Eren ise bu küçük sahneyi göz ucuyla izliyor, dudaklarının kenarında hafif bir tebessüm taşıyordu.
Kimi zaman hayatta her şey apaçık ortadaymış gibi görünür, ama aslında kimse hiçbir şeyi tam olarak bilmezdi.
Üçü de aynı masanın etrafında oturuyorlardı; fakat her biri bambaşka bir hikâyenin içindeydi.
Ve belki de en büyük sır, her birinin kendi içinde, kimsenin bilmediği küçük bir dünyası olmasıydı.