İZDİVAÇ
>⚠️ BU KİTAPTA GEÇEN TÜM ÜLKELER, KARAKTERLER, İNANÇLAR, SİSTEMLER VE OLAYLAR TAMAMEN KURGUDUR. GERÇEKLE HİÇBİR BAĞLANTISI YOKTUR.
Dünya, diktatör hükümetlerin ve iktidar hırsının sonucu olarak helak olmuştu. Paranın, dinin, eğitimin neredeyse hiçbir anlamı kalmamış; insanlığın tek derdi, canını kurtarmak ve karnını doyurmaktı. Nüfus çizgisi hiç bu kadar düşmemişti; hayatta kalmak, artık bir ayrıcalık değil, bir mucizeydi.
Doğa, insanlığa öylesine öfkeliydi ki mevsimlerin bir önemi kalmamıştı; güneşin kavurucu sıcaklığı, fırtınaların acımasız darbeleri ve yağmurun soğuk öfkesi, yaşamı her an tehdit ediyordu. Şehirler yıkıntılarla dolmuş, sokaklar sessiz birer mezarlık gibi uzanıyordu. İnsanlar, geçmişin boş vaatlerini hatırlamaya bile gücü yetmeyen, sadece hayatta kalmaya odaklanmış gölgeler hâline gelmişti.
Ölülerin şanslı olduğunu söylüyordu; artık iyilik denen bir şey yoktu. Cinayet mi? Hayır, yamyamlık varlığın yeni gerçeği olmuştu. İnsanlar, açlığın ve umutsuzluğun pençesinde birbirine düşerken, gözlerindeki eski insanlığın ışığı sönmüştü. Toprak Ana bile bize sırtını dönmüştü; ne yağmur ne rüzgâr ne de güneş artık hayat vadetmiyor, yalnızca ölümün sessiz gölgesini fısıldıyordu. Her adım, boşluğa atılan bir taş gibi anlamsız; her nefes, geçmişin hatırasına karşı saygısızca bir isyan gibiydi.
Binalar yerle bir olmuştu; patlamanın ardından şehir hâlâ duman ve enkazla boğuşurken, gökyüzü şiddetli, fırtınalı bir yağmurla öfkesini sergiliyordu. Her ülkenin halkı, bu yağmurun Tanrı’nın fısıltısı olduğunu, kötüleri gazaba uğrattığını söylüyordu; ama bunu anlatmak, efsaneleşmiş bir gerçeği dile getirmek kadar zordu.
Tanrı’nın masum halkların kanını temizlemesine acizlik mi demeliydik? Yoksa koca bir hiç mi? Oysa tüm bu kötülükleri yaratan yine O’ydu. Öyleyse ne yapmalıydık? Tanrıyı mı suçlamalıydık? yoksa insanlığın kendi karanlığına mı bakmalıydık?
Yağmur, her damlasıyla enkazın üzerinde patlarken, sessizlik içinde çığlıklar gizlendi; gökyüzünün acımasızlığı, Tanrı’nın sessizliğiyle birleşip insanın kafasındaki soruları daha da keskinleştiriyordu.
O ilk dakikalarda dahi çığlıklar, acı dolu ve vahşetin içinde kaybolmuştu; nefesini içinde tutup seni patlatacak kadar yoğundu. Her ses, ruhunun derinliklerine işleyen bir baskı yaratıyor, kalbini sıkıştırıyor, aklını paramparça ediyordu. Vahşet yalnızca dışarıda değil, insanın içinde de varlığını hissettiriyor, hayatta kalmanın sınırlarını Her an test ediyordu.
Her ülke, biraz olsun toparlanmıştı. Birbirlerinin eksiklerini tamamlıyorlardı; ama bu birlik, insanlığı özgürlüğe değil, büyük bir askerî rejimin karanlığına sürükledi.
Artık her şey, her ülkenin kendi askerinin vicdanına kalmıştı. Sokaklarda diz çökmüş hayatların üzerinde ağır adımlar yankılanıyor, rejime boyun eğen şehirler birer mezarlığa dönüşüyordu. Karanlığa gömülen bu topraklarda, cesetlerin kokusu gökyüzüne kadar yükseliyor; vahşi hayvanlar yaralı, ölü ya da diri demeden bulduklarını parçalayıp yiyordu. İnsan hayatı, bir bakış ya da bir emir kadar değersizleşmişti.
Ve uzaklarda, diğer ülkelerin erişemediği bir kıta vardı: Tartessa. İnsanlığın karanlığa en çok teslim olduğu yer. Orada rejimin gölgesi yalnızca sokaklara değil, insanların kalbine de düşmüştü. Dehşetin başkenti olarak anılan Tartessa, artık sadece bir coğrafya değil, dünyanın en derin korkularının adıydı
Yüz ölçümü yaklaşık 7,6 milyon km² olan Tartessa, denizlerle diğer ülkelerden tamamen izole edilmişti. Nükleer felaketin ardından iklim dengesizleşmiş, kuraklık hayatın ayrılmaz bir parçası hâline gelmişti. Topraklar verimsizleşmiş, su kaynakları çekilmişti; doğa, insanlığa sırtını dönmüştü.
Nüfus ise hızla azalmıştı. Bir zamanlar 80 milyon insanın yaşadığı bu kıta ülkesi, açlığın, nükleer yıkımın ve yeni çıkan salgınların ardından yarıya düşmüş, 40 milyon civarında bir nüfusla ayakta kalmaya çalışıyordu.
Evet, tüm dünya açlık sınırının altına inmişti. Her ülkede bir çöküş vardı. Fakat Tartessa, en derindeydi. Coğrafyasının lanetiyle birleşen kader, orayı karanlığın en tiz çığlıklarının yankılandığı toprak hâline getirmişti. Sokaklarda sessizliği delen her ses, varoluşun ölümle yaptığı pazarlığın yankısı gibiydi.
Tartessa’nın askerleri, halkın zengin kesimi haricinde kalan herkese “avam” gözüyle bakıyordu. Değerleri, isimleri, hatta yaşam hakları bile yoktu. Fakat madalyonun diğer yüzü daha da korkunçtu: Nükleer felaketin ardından kurulan toplama kamplarında kaybolanlar… Kaçırılanlar… Zorla yapılan iğrenç ayinler, orgiler, tecavüzler. Savaş, onlar için sadece ölmekten ibaret sanılan bir oyun değildi; yaşamak, ölmekten daha ağır bir azaba dönüşmüştü.
Bu dünyada tek gerçek vardı: her an teyakkuz hâlinde olacaksın. Yoksa senden geriye, bir isim bile kalmazdı. Ne bir mezar, ne bir hatıra… Sadece sessizliğin içinde kaybolmuş bir gölge.
Tartessa’yı yöneten altı asker vardı. Onlar, diğer ülkelerin askerî rejimleriyle kıyaslanamazdı; çünkü onlar kötü değil, resmen iblisti. Altı asker, büyük orduları yönetiyor, bütün kıtanın kaderini tek bir emirle değiştirebiliyordu.
Hedefleri belliydi: dünyanın zaten sonu gelmişti, evet… ama onlar işi daha da batırmak istiyordu. Halkın eline bir lokma ekmek dahi geçmesin diye yemek dağıtmayı reddettiler. Çünkü planları, Tartessa tamamen karanlığa gömüldüğünde ülkeyi terk etmekti. Tüm sağlam kalan hava araçları onların elindeydi; gökyüzüne açılan tek kapıyı da ellerinde tutuyorlardı.
Oysa geriye tek bir soru kalıyordu: Tartessa halkı, daha ne kadar karanlığa gömülebilirdi ki? Açlığın, hastalığın, vahşetin ve ihanetten doğan çürümüşlüğün içinde, karanlığın daha koyusu var mıydı? Yoksa bu altı asker, insanlığa en dibi göstermeye mi ant içmişti?
Altı asker, Tartessa’da bir sosyal hiyerarşi sistemi kurmuştu. Yeraltı sığınaklarından çıkan zengin kesimi saraylarına davet ediyor, onlara kırmızı şaraplar ikram ediyorlardı. Kristal kadehler çarpışıyor, o boşlukta yankılanan kahkahalar yüksek bir sınıfın zafer nidaları gibi yükseliyordu.
Ama bu kahkahaların ardında, hiç var olmamış kalpler ve taş kesilmiş vicdanlar vardı. Gaddarca bir keyifti bu: halk açlıktan sürünürken, onlar şarabın tadını ölümün kokusuna karıştırıyordu. Her tokalaşma, bir ihaneti kutluyor; her gülüş, milyonların suskunluğunu ezip geçiyordu.
Tartessa’da, saray duvarlarının dışında insanlar karanlığa gömülürken, içeride şarap ve kahkaha, iblislerin müziği olmuştu.
Altı askerin bir lideri yoktu; ama sözünü mutlaka geçiren biri vardı: en ataerkil, en sert ve korkutucu olan Zarneth Voralan Eskür. Saray toplantısına katılmamıştı; ayağını masanın üzerine attı, üst üste, ağır ve baskın bir duruş sergiliyordu.
Botlarının sertliği, odadaki herkesin içine işleyen bir korku yayıyordu; her adımı, her hareketi emirlerin ve tehdidin somut bir yansıması gibiydi. Gözleri, şarapla dolu kristal kadehlere bile bir mahkûm bakışıyla hükmediyor, kalplerin titremesine sebep oluyordu.
Zarneth’in sessizliği bile korkutucuydu; çünkü onun varlığı, sadece konuştuğunda değil, orada bulunduğu her an dünyayı yutan bir baskı gibi hissediliyordu.
Zarneth Voralan Eskür, kendi karanlık, loş ofisinde deri koltuğuna yaslanmıştı. Başındaki siyah kürk uşanka, gölgesiyle birleşip yüzünü gizliyordu; siyah saçlarının birkaç tutamı ise sert bakışlarının önüne düşüyordu. Geniş kesim siyah pantolonu, siyah gömleği ve omuzlarına taktığı holster silah kılıfı kemeri, ona hem ağır hem de tehditkâr bir duruş kazandırıyordu.
Dizlerine kadar uzanan siyah palto ve ayak bileklerine kadar uzanan koyu gri kaban kürkü, geniş kalıbı ve ağır botlarıyla birleşince, odadaki her adımı, her nefesi adeta bir güç dalgası yayıyordu. 1.96 boyunda, geniş omuzlu ve cüsseli bir figürdü; varlığı, odadaki havayı bile kendi ağırlığında boğar gibiydi.
Parmakları arasında sıkıca tuttuğu sigarayı dudağına götürdü. Dumanı derin bir nefesle içine çekti; nefesinin her ritmi, sanki hem keyfi hem de mutlak kontrolü simgeliyordu. Duman, loş ışığın altında havada dolanıyor, odadaki gölgeleri uzatıyor, Zarneth’in varlığını odanın her köşesine yayıyordu. Koltuğun derisi, onun cüssesine rağmen esnemiyor, her hareketiyle sessiz bir gerginlik yayıyordu.
Odada zaman, neredeyse onun nefesiyle ölçülüyordu; her çekiş, odadaki sessizliği kırıyor, her duman halkası, hakimiyetinin görünür bir izi gibi yükseliyordu. Zarneth, sadece oturmakla kalmıyor, bulunduğu her alanı kendi karanlık iradesiyle şekillendiriyordu.
Sigarayı derin bir nefesle içine çektiğinde, ucundaki alev karanlık ofiste anlık bir parıltı saçtı; kırmızı turuncu ışık, gölgeleri oynatıyor, odanın her köşesini kısa bir an için canlı hâle getiriyordu. Dumanı ağır ağır tavana doğru üfledi; loş ışığın arasında duman halkaları, sanki odadaki sessizliği somutlaştırıyordu.
Zarneth, sıkıca birleştirdiği ön kollarıyla kendi çevresinde bir kale inşa etmiş gibi duruyordu. Keskin gözleri, pencereden bakarken karanlık gökyüzünü taradı. Yarım ay, titrek ışığıyla gökyüzünde dik duruyordu; Zarneth’in bakışlarıyla birleşen o ışık, odada yükselen sessizliği neredeyse çatlatacak bir gerilim yaratıyordu.
Her nefesi, her duman halkası, her bakışı; hem keyfi hem de hâkimiyetinin sessiz bir ilanıydı. O an, Zarneth’in varlığı yalnızca fiziksel değil, odanın karanlığını bile biçimlendiren bir güçtü.
Kapı tıklandı ve ardından bir ses yükseldi:
“Zarneth… girebilir miyim?”
“Şimdi değil.”
Kalın, derin ve soğuk sesi öylesine tüyler ürperticiydi ki, kelimelerle anlatmak neredeyse imkânsızdı. Odadaki gölgeler, sanki o sesle daha da yoğunlaşıyor, havayı ağırlaştırıyordu.
“Otuz bir mi çekiyorsun ha?”
Ravnek’dan gelen iğrenç, alaycı sözleri duyan Zarneth’in dudağı, sert ve keskin bir çizgiye dönüştü; tek bir kıpırtı bile göstermedi.
“Kes zırvayı. Gir. Ne söyleyeceksen söyle.”
Ciddi, kontrol dolu sesiyle Zarneth, odadaki baskıyı her kelimesine işledi. Tonunda asla bir titreme yoktu; sanki bütün dünya onun iradesine teslim olmuş gibiydi. Gölgeler arasında oturan adam, sadece oturmakla kalmıyor, kelimeleriyle bile odadaki havayı şekillendiriyordu.
Kapı ağır bir tıkırtıyla açıldı ve Ravnek odaya girdi. Üzerinde siyah, tam donanımlı bir asker üniforması vardı; sert botları zemine her bastığında odada metalik bir yankı yayıldı. Zırhı ve ceplerle dolu yeleği, telsizler, şarjörler ve çeşitli aletlerle yüklüydü; her parçası görev ve tehdidin görünür simgesiydi.
Zarneth doğruca ona baktı.
“İzdivaya mı çekildin?”
Tek kaşını kaldırdı; sesi sakin, ama keskin ve öfkeyi bastıran bir tonla çıktı:
“Ee, ne olmuş?”
Ravnek omuzlarını silkerek iki elini yavaşça kaldırdı. Alaycı bir tavırdan resmi bir tona geçti:
“Hiçbir şey… Vatandaşlara Angara yasası artık resmi oldu. Sağlam kalan her vatandaş karşılıksız çalıştırılacak ve bir ülkeye gidicez. İsmini bilmiyorum… Şimdi gidiyoruz. Seni bekliyoruz.”
Odada kısa bir sessizlik çöktü. Ravnek’in sert duruşu ve Zarneth’in keskin, soğuk bakışları arasındaki gerilim, havayı ağır bir perde gibi kapladı. Duman halkaları sigaradan yükseliyor, odadaki loş ışık gölgeleri daha uzun ve tehditkâr hâle getiriyordu. Zarneth’in her nefesi, her küçük hareketi, odadaki sessizliği kendi iradesiyle şekillendiriyor; Ravnek’in sözleri, odada yankılanan soğuk bir emri daha da görünür kılıyordu.
Altı asker, Kallos isimli ülkeye varmıştı. Burada artık rejim yoktu; zengin kesim sessizliğe gömülmüş, halk ise ölülerin naaşlarını ya kendi inanç sistemine göre denize atmış ya da gömmekle yetinmişti. Yapabilecekleri bundan ibaretti; ama açlık hâlâ tüm insanları pençesine almıştı. Nüfus, binlere kadar düşmüştü.
Altı asker, şehirleri temiz ve düzenli hâlini görünce ister istemez bir aşağılık kompleksi hissetti. Ellerindeki büyük boy pompalı tüfekler, sessiz sokaklarda bir tehdit gibi duruyor, orduları şehirlerin her köşesine dağılmıştı. Her adımları, her nefesleri bir güç gösterisi gibiydi; ama bu düzenin, kendilerinin kontrol edebildiği bir oyun olduğunu görmek, içlerindeki boşluğu ve yetersizlik duygusunu daha da büyütüyordu.
Kallos’un sessiz şehirleri, askerlerin varlığıyla gerilimli bir sahneye dönüşmüştü; her sokak, her bina, silahların gölgesinde korku ve itaatin sessiz yankılarını taşıyordu.
Kallos’un nükleer felaketten sonra inşa edilen
Vale köşkü, gri taşlarla örülmüş, yüksek sütunlarla ayakta duran bir yapıydı. Her ayrıntısı nötr tonlara bürünmüş; ne bir ihtişam ne de bir sıcaklık barındırıyordu. Pencereleri uzun ve dar, camları ise zamanla solmuştu; içeride ışığın değil gölgelerin dolaştığı belliydi. Çatısının uçlarında paslanmış bakır heykeller vardı; bir zamanlar ihtişam simgesi olan bu figürler, şimdi karanlığın suskun muhafızları gibi dimdik duruyordu.
Köşkün kapısı, ağır demirden yapılmıştı; yüzeyinde çizikler ve darbeler, yılların ve belki de saldırıların izlerini taşıyordu. Duvarlar boyunca sarmaşıkların kurumuş dalları uzanıyor, köşkün ruhunu daha da kasvetli bir hale getiriyordu. Etrafında sessizlik hâkimdi; ne bir kuş sesi ne de rüzgârın hafifliği… Sanki köşk, kendi varlığıyla çevresine ağır bir baskı yayıyordu.
Köşkün önünde duran altı asker, yapıya karşı devasa siluetler gibi görünüyordu. Gövdeleriyle, taşıdıkları silahlarla ve gözlerinde parlayan soğuklukla adeta köşkü dahi gölgede bırakıyorlardı. Hepsi, sanki dünyayı yıkmış o karanlığın içinden çıkan altı dev gibi, hareketsiz ama korkutucu birer anıt gibiydi.
Ağır demir kapı gıcırtıyla aralandı. Kapının ardında, siyah takım elbise giymiş bir uşak belirdi. Yorgun bakışları, yılların yükünü taşıyordu; göz kapakları ağır, yüz hatları çökük, elleri titrekti. Elbiseleri her ne kadar özenle giyilmiş gibi görünse de, kumaşın solgunluğu ve adamın omuzlarına çöken yorgunluk, onun da bu felaketler çağından payını aldığını gösteriyordu.
Altı asker, kapının ardında duran bu gölge gibi adama karşı tek bir kelime etmedi. Uşağın bakışları, askerlerin sert siluetlerinde gezindi; onların cüsseleri, taşıdıkları silahlar ve sessiz hakimiyetleri karşısında uşak bir anlığına nefesini tutmak zorunda kaldı.
Adam başını eğdi, sanki boynuna görünmez bir zincir vurulmuş gibi. Ardından, kısık ve neredeyse fısıltıya benzeyen bir sesle:
“Efendim de… sizi bekliyordu.”
Kapının ardında, loş koridorun derinliklerinden köşkün kasvetli atmosferi yüzeye vuruyordu. Yüksek tavanlardan sarkan eski avizelerin kristalleri tozla kaplıydı; duvarlarda asılı tabloların renkleri çoktan solmuş, çerçeveler kararmıştı. Zeminde yankılanan ilk adım bile, köşkün içinde gölgeleri uyandırıyordu.
Oda, boşluğun ve sessizliğin mekânı gibiydi. Yalnızca ortada duran uzun metal masa ve altı demir sandalye, karanlık köşelerin arasında tek başına duruyordu. Soğuk duvarlardan yansıyan çıplak ışık, odanın ruhunu daha da kasvetli kılıyordu.
Zarneth ağır adımlarla masaya doğru yürüdü. Göğsünde birleşen kolları, gerilen pazılarıyla daha da görkemli görünüyordu. Gözleri, buz gibi sert bir çizgiye daralmıştı. Sesi, boğuk ve kalın bir gökgürültüsü gibi odanın tavanına çarparak yankılandı:
“Piçe bak… Bu mu bize reva gördüğün misafirlik, bu mu?”
Diğer beş asker, tek bir hareketle başlarını çevirip Zarneth’e baktı. Bir anlık sessizlik, gerilimi kat kat büyüttü.
Tam o sırada kapı ağır bir gıcırtıyla açıldı. İçeri giren adamın varlığı, odanın havasını değiştirdi.
Eros… Elinde tuttuğu siyah bastonunun metal ucu zemine her vurduğunda yankı yapan tok bir ses çıkıyordu. Adeta odanın kalbine çivi çakıyordu her adımında. Koyu kahverengi pantolonu, beyaz gömleğiyle birlikte sıradan görünebilirdi ama griye çalan gümüş saçlarının ortasındaki kel açıklık, kırışmış yüzüne eşlik eden başarısız ameliyat izleriyle birleşince görüntüsü tek kelimeyle rahatsız ediciydi.
Eros’un dudakları ince bir tebessümle aralandı.
“Efendim… Ben Eros. Sözümü dolandırmayacağım. Duyduğuma göre Kallos’ta herkesi öldürmeyi, ardından da yiyecekleri toplayıp gitmeyi planlıyorsunuz. Ben de—”
Cümlesi havada kesildi.
Birden Thalrik, öfkesini dizginleyemeyerek masaya iki elini indirdi. Metal yüzeyden yükselen gürültü, boş odanın içinde yankılandı. Gözlerindeki ateş, nefretle parlıyordu. Dudakları dişlerinin arasında alaycı bir sırıtışla gerildi:
“Kendi götünü kurtarmayı umuyorsan, çok beklersin… babalık!”
Sesi öyle güçlü ve ham öfke doluydu ki, o an odanın her köşesi onun çığlığını yankılıyormuş gibi geldi. Diğer askerlerin gözleri sertleşti, nefesleri ağırlaştı. Bir anlığına, sessizlik yeniden hâkim oldu. Fakat o sessizlik, fırtına öncesi uğursuz bir dinginlik gibiydi.
Eros’un alnında ince damlacıklar süzülmeye başlamıştı. Yüzü soluklaştıkça gözlerindeki panik daha da belirginleşti. Bastonuna yüklenerek titreyen sesiyle konuştu:
“İza edeyim… Benim bir kızım var… Lütfen ona dokunmayın. Yirmi iki yaşında… Halkı öldürün, hepsini alın götürün… Ama ne olur kızıma dokunmayın!”
Cebinden çıkardığı beyaz mendili hızla alnına bastırdı. Terini silerken parmakları titriyordu. Dudaklarının kenarı çaresizlikten seğirdi; sözleri, odanın ağır havasına düşen çırpınışlar gibiydi.
Askerler, ilk anda şaşkınlıktan birbirlerine baktı. Zarneth’in gözleri daraldı; Thalrik’in dudaklarındaki sırıtış dondu. Koca bir anlık sessizlik, Eros’un nefes alış verişleriyle doldu.
Sonra…
Hepsinin yüzünde aynı farkındalık belirdi.
Bu zayıflık, bu korku, bu ihanet… Onların gerçek ziyafetiydi. Halkın kanı ve çığlıklarından bile daha doyurucuydu. Göz göze geldiklerinde hiçbiri konuşmadı; çünkü gözbebeklerinde aynı şey parlıyordu: Zayıflıkla beslenmenin verdiği o karanlık haz.
Thalrik, dudaklarını yalayarak kısık bir sesle hırladı:
“İşte… işte bundan söz ediyorum.”
Diğerleri başlarını yavaşça salladı. O an, Eros’un değil sadece kızının da kaderi, onların sadistik oyunlarının parçasına dönüşmüştü.
Eros derin bir iç çekti, neredeyse odadaki sessizlikle bütünleşen bir nefes gibi yükseldi. Gözlerinde korku ve çaresizlik, dudaklarından akan kelimelerden bile daha ağırdı.
Masanın başında, ordunun yönetenlerinden biri olan Arden, elini masada birleştirip Eros’un yüzüne dikti bakışlarını. Başında siyah kepi vardı; dağınık, beyaz saçları kepin kenarlarından taşmış, teni alabildiğine beyaz ve solgundu. Üzerinde tam donanımlı siyah asker üniforması, omuzlarındaki sert hatlarıyla birleşince hem otorite hem de soğuk bir tehdit yayıyordu.
Arden’in bakışları keskin, zeki ve hesapçıydı. İçlerinde en kurnaz olanlardan biriydi; gözleri her hareketi, her kelimeyi okuyor, Eros’un panik ve çaresizliğini adım adım ölçüyordu. Masadaki duruşu, sessiz bir meydan okuma gibiydi; elleri birleşmiş, nefesi kontrollü, tüm odadaki ağırlık onun etrafında dönüyordu.
Zarneth’in sert ve soğuk varlığıyla birleşen Arden’in sinsi zekâsı, Eros’un korkusunu daha da görünür kılıyordu. O an odada tek bir nefes bile gerginliği dağıtamıyordu; herkes Arden’in bir sonraki hamlesini bekliyordu.
Arden soğuk ve hesapçı bir sesle konuştu:
“Kızını Zarneth ile evlendir.”
Kafasında, Eros’un kızı hakkında hızlıca bir değerlendirme yapmıştı: çirkin, şımarık ve kontrol edilmesi kolay biri. Bu, onun gözünde işleri daha da planlanabilir hâle getiriyordu.
Oda bir anlık sessizliğe gömüldü. Herkes Zarneth’e doğru baktı. Zarneth ise gözlerini devirdi ve ilgisiz bir şekilde başka tarafa yöneldi; bu hareketi, odadaki gerilimi artıran soğuk bir meydan okuma gibiydi.
Eros, dişlerini sıkarken, dudaklarının arasından derin bir iç çekti. Titreyen sesi neredeyse fısıltıya dönmüştü:
“Ah… ne hoş… Hemen şimdi mi imza atalım? Bende kızımın kopya imzası var…”
Sözleri, hem çaresizliği hem de umutsuz bir alaycılığı bir araya getiriyordu. O an odadaki hava ağırlaştı; her nefes, her bakış, bir tehdidin ve boyun eğmenin sessiz yankısını taşıyordu. Arden’in keskin zekâsı ve Zarneth’in kayıtsızlığı, Eros’un titreyen korkusunu daha da görünür hâle getiriyordu.
Uşak ağır adımlarla masaya doğru yürüdü ve kalın, resmi kitabı önlerine bıraktı. Sayfaların sertliği, odadaki sessizliği daha da keskinleştiriyordu.
Eros titreyen elleriyle kitabı tuttu, ardından kızının eğik el yazısıyla yapılmış kopya imzasını damga ile bastı. Damganın sert sesi odada yankılandı; metalin kağıda değdiği an, odadaki hava adeta dondu.
Zarneth, soğukkanlı ve kararlı bir hareketle masaya eğildi. Geniş omuzlarıyla gölgesini kitabın üzerine düşürdü. Eğik el yazısıyla kendi imzasını attığında, her harf sanki odadaki sessizliği keskin bir bıçak gibi yarıyordu. İmza, sadece resmi bir onay değil, aynı zamanda Zarneth’in soğukkanlı otoritesini ve kararlılığını somutlaştıran bir işaretti.
Altı asker, masanın etrafında sessiz ve dimdik duruyordu; silahlarının soğuk metalini hissedebiliyordun. Zarneth’in imzayı atarkenki duruşu, odadaki gerilimi daha da yoğunlaştırıyordu. Eros’un yüzünde, korku ve çaresizliğin karıştığı bir ifade belirdi; damga ve imza, onun için hem bir kurtuluş hem de kaçınılmaz sonun simgesiydi.
Diğer beş asker, Zarneth’in imzasını görünce alaycı bir şekilde yüksek sesle alkışlamaya başladılar. Çığlıkları boş odada yankılanıyor, metal masanın soğuk yüzeyinde titrek gölgeler yaratıyordu.
Zarneth başını yavaşça kaldırdı, bakışları odanın karanlığına dalarken dudaklarının arasından kalın ve boğuk bir sesle mırıldandı:
“Orospu çocukları…”
Sözü sadece havaya değil, odadaki gerilime de ağır bir yük bindiriyordu. Diğer askerler bir an durdular ama yüzlerindeki sırıtış hâlâ yerindeydi; alaycı ve ürkütücü bir ifade, sessiz bir tehdide dönüşmüştü.
Arden sessizce Eros’a yöneldi ve ayağa kalktı. Uzun adımlarla Eros’un yanına geldi, bakışları bıçak gibi keskinti:
“Kendi ülkeni terk et. Bu arada kızın nerede?”
Eros, şok içinde Arden’e bakakaldı. Yüzü solgun, nefesi hızlanmıştı:
“Yukarıda odasında… Ama en azından bir kez konuşsaydım kızımla…”
Arden başını yavaşça salladı, soğuk bakışlarını Eros’un üzerinde gezdirdi ve tek kelimeyle hükmünü verdi:
“Hayır… git.”
O gözlerdeki soğuk ton, bir duvar gibi önüne dikildi; ardında merhamet veya yumuşaklık yoktu, yalnızca sert bir emir vardı.
Eros, korku ve çaresizlik arasında titreyerek köşkün çıkış kapısına doğru hızla yürüdü. Her adımı, boş ve sessiz koridorlarda yankılanıyordu. Kapıyı araladığında, ardında kalan odanın sessizliği ve askerlerin baskısı, onu bir kez daha felaketin soğuk yüzüyle karşı karşıya bırakmıştı.
Ravnek, soğuk ve keskin bakışlarını uşağa çevirdi. Sesinde tek bir emir vardı, titremeyen ve tartışılmaz:
“Evin hanımını bahçeye gelmesini söyle.”
Uşak, emirden hiçbir tereddüt göstermeden harekete geçti. Ağır adımlarını köşkün eski döşeme tahtalarına bastı; tahtaların gıcırdayan sesleri, boş koridorlarda yankılandı. Kapıyı tıklattığında, sessizlik bir anlığına kesildi