MUAYENE

1409 Kelimeler
Kalabalığın uğultusu bir anda değişti. Fısıltılar yayıldı, kadınlar birbirine eğilip bir şeyler söylemeye başladı. “Geliyor… geliyor!” “Vallahi ağa bu!” “Kara atla gelmiş!” Başımı kaldırdım. Yoldan simsiyah bir at belirdi. Güneş vurdukça tüyleri cam gibi parlıyor, neredeyse gece karanlığını gündüze taşıyordu. At yavaşça adımladıkça toz yükseliyor, herkes nefesini tutmuş onu izliyordu. Atın yanında biri yürüyordu. Adımlarında bir tereddüt yoktu. Sessiz, ağır, emin… Sanki bütün köy ona yol veriyordu. Yaklaştıkça yüzü belirginleşti. Siyah takım elbisesi, üzerine iliştirilmiş kırmızı tülbent ya da öyle bir şey, alnına düşen kömür karası saçları, gecenin içinden çekilmiş gibi koyu gözleri… Ama bütün bu karanlığa rağmen teninin beyazlığı onu daha da belirgin, daha da sert gösteriyordu. Bir yabancıydı. Bir bilinmezdi. Benim kaderime adı yazılan adamdı. Düğün kalabalığı coşkuyla bağırmaya başladı. “Maşallah ağaya!” “Gelinle çok yakışacaklar!” “Hah işte damat!” Bense durduğum yerde donup kaldım. Kafamın içinde aynı cümle yankılandı: O… damat mı? Sanki yutkunmayı unutmuşum. Mideme bir ağırlık çöktü. Elleri atın yularında, bakışları ağır ağır kalabalığı tarıyordu. Benden büyük görünüyordu, belki on, belki daha fazla. Eğer bugün böyle zorla evlendirilmiyor olsaydım, eğer kalbimde bu kadar korku yok olsaydı, belki onu yakışıklı bile bulurdum. Belki kızlar gibi ben de: “Allah sahibine bağışlasın…” derdim. Ama şimdi… Şimdi hiç öyle hissetmiyordum. Ona baktığım an sadece kaderin ağırlığını, özgürlüğümün bittiğini, hayatımın yön değiştirdiğini hissettim. Yaklaştı. İnsanlar iki yana çekildi. Atın dizlerinin sesi, çakılların kıtırdaması… Her şey kalbimin ritmine karışıyordu. Ben ise yalnızca düşündüm: “İşte hayatımın sahibi olduğunu düşündükleri adam geliyor.” Ve ben hiçbir şey diyemiyordum. Kadınlar gelinliğimin eteklerini düzeltti, duvağımı omuzlarıma doğru hafifçe çektiler. “Hadi kızım.” dediler. Ayaklarım bana ait değilmiş gibi ağırdı, ama yine de adım attım. Herkesin yüzü bana dönüktü. Ve oradaydı. Simsiyah atın yanında duruyordu damat. Atın tüyleri güneşte parlıyordu ama onun bakışı daha çok yere mıhlıyordu insanı. Omzundaki kırmızı tülbent hafifçe rüzgwrda sallanıyordu. Gözleri… o kara gözler, duvağımın ardından bile beni net görüyor gibiydi. Adımlarım beni ona doğru sürüklerken boğazım kurudu. Yaklaştıkça nefesim hızlandı. Beni inceliyordu; kaçacak yerim kalmamış gibi hissettim. Tam atın önüne geldiğimde durdum. Rüzgqr duvağımı hafifçe kaldırdı, bir an yüzüm ortaya çıktı. Damatla göz göze geldik. Bir şey söylemedi. Sadece baktı. Bakışı sert değildi ama yumuşak da değildi daha çok kabulleniş gibi bir şeydi. Ne düşündüğünü anlamıyordum, bu da beni daha çok huzursuz ediyordu. Yanıma bir adım yaklaştı. Etrafımızdaki kadınlar benimle uğraşmayı bırakıp geri çekildi. Sanki artık teslim edilen bir eşyaymışım gibi. Damat elini uzattı. İlk anda tereddüt ettim. O da bunu fark etti ama elini çekmedi. Bir adım daha yaklaştı, sesini ilk kez o zaman duydum. “Düşmeyesin.” dedi alçak bir sesle. Elini tutmam için izin istediği ton buydu. Mecburen elini tuttum. Parmakları, beklediğimden daha sıcaktı. Benim ise ellerim titriyordu. Eteklerimi toplamama yardım etti, diğer eliyle de atın eyerine tutunmam için destek verdi. Omzumu nazikçe itti kaba değildi ama ne yaptığını biliyordu. “Bas ayağını.” dedi. Dizimin hemen altından, usulca ama kararlı bir şekilde kolunu uzattı. Bir an ona dayanmak zorunda kaldım. Tüm vücudumun ona yaslandığını hissetmek istemediğim bir yakınlıktı ama kaçışı yoktu. Ata binmeyi bilmiyorum ki. Bir hamlede beni yukarı kaldırdı. Ayağım eyerin kenarına geldi, diğer ayağımla destek aldım ve… Atın üzerine oturdum. Gelinlik yanlara doğru kabardı. Damat elini yavaşça çekti ama hala atın yanında duruyordu. Dizginleri tuttu, at uslu dursun diye. Son kez bana baktı. O an bir şey çaktı içimde belki endişe, belki kabulleniş… belki de sadece bunun geri dönüşü olmadığı gerçeği. Kadınlar alkışlamaya, zılgıt atmaya başladı. Ben ise atın üzerinde, dizlerimin titremesini kimse fark etmesin diye ellerimi gelinliğin üzerine sıkıca bastırdım. Damat dizginleri çekti. At hafifçe ileri yürüdü. Ve ben artık geri dönemeyeceğimi o ilk adımda anladım. At yavaş adımlarla Ağa konağının geniş bahçesine doğru ilerledi. Eteklerim rüzgarda uçuşuyor, kalbim göğsümde deli gibi çarpıyordu. Kadınlar geride, ellerimde tuttukları örtülerle sessizce bizi izliyorlardı. Birkaç kez nefesimi tutup kendimi toparladım, ama kalbim hala hızlıydı. Bahçeye vardığımızda çardak görünüyordu; çiçeklerle süslenmiş, tüller ve renkli örtülerle donatılmış bir yer. Oraya doğru at yavaşça yaklaştı, damat dizginleri elinde tuttu, bana bakışlarıyla rehberlik ediyordu. Yanımdaki kadınlar sessizce kenara çekildi. Damat attan inmem için, nazikçe elini uzattı. Ben sadece başımı sallayabildim. İnmek daha kolaydı binmekten. Adımlarım ağır, düşüncelerim darmadağınıktı. Kaçmak istiyordum, ama her şey elimden alınmış gibiydi. Çardakta imam bekliyordu. Beyaz sakallı, ciddi bakışlı bir adam… Hızlı bir nefes aldım, içimdeki tedirginlik arttı. Kadınlar bir anda beni çardağın içine yönlendirdi. Oturmam gereken yer gösterildi; dizlerim titriyordu. İmam bir iki soru sordu, sıradan gelenekler gibi: “Mehir miktarı belirlendi mi?” Ben ne diyeceğimi bilemedim. Ağzımı açacak oldum ama bir tek kelime çıkamadı. Bir şey istemiyordum. İçimden sessizce “Lütfen, lütfen geçsin” dedim. Damat sessizdi. Elini dizinin üzerine hafifçe koymuştu. Bana bakmıyordu bile. Ama ben hala uzaklaşmayı düşlüyordum, ellerim terliyordu. İmam biraz bekledi. “Kızım ne mehir istiyorsun?” dedi. Ben başımı öne eğdim, istemediğimi belli ettim. “İstemiyorum. ” diyebildim fısıltıyla. İmam kaşlarını çattı, hafifçe başını salladı. “Ama mehirsiz olmaz” O sırada kaynanam ortaya çıktı. Siyah elbisesi, başındaki örtüsü ve o keskin bakışıyla adeta tüm havayı doldurdu. Ağırlığıyla konuştu. “Mehirimiz ağırlığınca altındır. Ağamız da bununla razıdır.” İmam bir an kaynanama baktı, sonra bana: “Peki, kabul ediyor musun?” Ben sadece başımı salladım. Gözlerimi kaçırdım, ellerimi dizlerimin üzerinde sıkıca kenetledim. Bir yandan içimde korku, bir yandan tuhaf bir kabulleniş vardı. “Tamam.” dedi imam. “Mehir belirlendi, iki taraf da razı…” İmam hafifçe başını kaldırdı, ciddi ve derin bir sesle konuştu. “Bugün burada, şahitler huzurunda kız ve erkek, evliliklerini Allah rızası için tamamlamayı kabul ediyorlar. Mehir de belirlendi. Peki, kızımız razı mı?” Ben başımı öne eğdim. Nasılsa boşanmama izin vermeyecekler. Mehir niye şart ki? Gözlerimi yerde tutarak sadece küçük bir baş salladım. Kelimeler boğazımda düğümlendi. İçimde hem korku vardı hem de, sanki bir parçam teslim olmuştu. Dışarıdaki kadınların bakışlarını hissettim; hepsi sessizce izliyor, onaylıyor gibiydiler. Ama kimse bana dokunmuyordu. İmam bir adım öne çıktı, sesini hafif yükseltti. “Erkek tarafı razı mı? Bu evlilikte sorumluluklarını yerine getirecek, Allah rızası için sadık kalacak mı?” Damat sadece başını hafifçe salladı. Soğuk, mesafeli… Hiçbir ifade yoktu yüzünde, sadece katı bir disiplin ve sessizlik. İçimde bir ürperti dolaştı; göz göze gelmedik, ellerimiz bile değmedi. Ama soğukluğu, sertliği bütün bedenime yayıldı. İmam nikahımızı kıydı. Resmi nikah olacak mı onu bile bilmiyorum. Gözlerim doldu, nefesim hızlıydı. Herkes sessizce bir adım geri çekildi, sadece bakışlar üzerimdeydi. Kaynanam, siyah elbisesi ve başındaki örtüsüyle çardakta duruyor, bakışlarıyla havayı dolduruyordu. Sanki tek bir bakışıyla her şeyi kontrol edebiliyordu. O anda içimden sessizce fısıldadım: “Bitti mi… şimdi?” Ama biliyordum ki, bugün sadece başlangıçtı. Bugün kendi isteğim dışında bir hayatın, ilk adımı atılmıştı. Kaynanamın sesi hala kulaklarımdaydı. “Herkes meydana gitsin. Gelin ve damat gelecek birazdan. Düğünümüz başlayacak.” Kadınlar, akrabalar, hizmetliler… Herkes bir anda hareketlendi. Koşturmalar, fısıltılar, kapıların açılıp kapanması… İçimde bir çırpınma hissettim. Herkesin gözlerinin üzerimde olduğunu bilmek, midemde bir ağırlık yaratıyordu. Kaynanam bana doğru geldi. Siyah elbisesiyle, başındaki örtüsüyle hala keskin ve otoriter görünüyordu. Elimi tuttu ve hafifçe kaldırdı, beni kenara çekti. Arkasında kadınların bir arada toplandığını gördüm; sanki hep birlikte bekliyorlardı, hazırlık için sırayı. “Kızım, ebe kadın bir baksın sana.” dedi. Sesi sert ama bir parça da güven veriyordu. Kalbim sıkıştı. Korku ve tedirginlik arasında bir yerlerdeydim. Ebe kadın dediği kadın koluma girdi; eli sıcak ama güçlüydü. Beni yavaşça bir odaya doğru götürdü. Adımlarım düzensizdi, neredeyse yürüyemiyormuşum gibi hissediyordum. “Bu senin iyiliğin için kızım. Bana güven.” Kaynanamın sesi hala kulaklarımda yankılanıyordu. Ama güvenmek, böylesine kalabalık ve sıkışmış bir anda o kadar kolay değildi. Odaya girdiğimizde ışık biraz daha yumuşaktı, kapı kapandı. Kadınlar önümde dikildi. Ebe kadın nazikçe ellerimi tuttu, gözlerinin içine baktı. “Korkma kızım.” Ama ben hala korkuyordum. Kalbim deli gibi atıyor, nefesim düzensizleşiyordu. Ellerimi dizlerime sıkıca bastım, gözlerimi kaçırdım. “Başlayalım kızım, biraz sabret. Her şey bitecek.” dedi ebe kadın, ve sessizce bana rehberlik etmeye başladı. Beni yatağa uzattı. İç çamaşırımı çıkardı. Bacaklarımı katlayıp tabanlarımı yatağa bastırdı. Çok utanıyordum. Işığı açtı. Hatta eline de küçük fener gibi bir şey aldı. Sonra beni muayene etmeye başladı. Ben ağlamaya başladım. İç çamaşırımı geri giydirdi. Kapıyı açtı. Kaynanam beni yataktan kaldırdı. Gözyaşlarımı sildi. Ebe kadın kaynanama. " Kız oğlan kızdır Hanımağam. İçiniz ferah olsun. " dedi. Ben yerin dibine girdim. Kaynanam eliyle gözyaşımı sildi. " Ağlama güzel kızım. Sen şehirden geldin. Sabah silah sesleri ne kadar bütün köye duyuracak olsa da yine de senin için iyidir bir şahidin olması. Benim bütün derdim ne köyde ne konakta hor görülmeyesin, namusuna laf gelmesin. " Ağlamamak mümkün değildi ki. Hala utanıyordum.
Yeni kullanıcılar için ücretsiz okuma
Uygulamayı indirmek için tara
Facebookexpand_more
  • author-avatar
    Yazar
  • chap_listİçindekiler
  • likeEKLE