Gülşiir
"Ama sonunda kaybeden siz olmuşsunuz."
"Kayıp mı? Kaç kişi böyle sevebilmiştir dünyada?"
"Ama kucağında bir kucak korla kalan siz olmuşsunuz."
"İyi ya, boş değildi kucağım."
"Ama yandınız, kül oldunuz."
"Ama vardım, kül bunun kanıtı."
Ayfer Tunç
***
Aslan anahtarı kilitten çıkarıp Gülşah'ın beline dolanan tek kolundan destek almaya çalışarak, kızı nazikçe kendine biraz daha yasladı. Gülşah tüm ağırlığını Aslan'a vermiş, adımlarını da adamın kontrolüne bırakmıştı. Her nefesinde adamın kokusu genzinin yanmasına neden oluyor, ciğerlerine değdikçe yaraları sızlıyordu. Bıçak kesiği gibi... Aslan sonunda salona girmeyi başardığında, narin bedenini kollarıyla sardığı kızı dikkatle tutup oturmasına yardım etti. Gülşah koltuğun üzerinde yerini beğenmiş gibi kıpırdanıp başını geriye yasladığı sırada kahve yapmasının iyi bir fikir olduğunu düşünerek adımlarını mutfağın olduğu tarafa yönlendirdi. Kız, adamdan kalan boşluğun iliklerine işleyerek ürpermesine neden olduğunu fark edince olduğu yerde huzursuzca kıpırdandı. Şimdi adam hemen yanı başından mutfağa giderken bile Gülşah'ı zemheri ayazlarında bırakıyordu ya, bir de Gülşah hepten gittiğinde; yani artık dönecek yol kalmadığında, çalacak kapı bulunmadığında, mesafeler Aslan'ı ona yabancı kıldığında, her şey hiç yaşanmamış gibi olduğunda ve ikisi bir ihtimal yeniden bir araya geldiklerinde öylesine bir anı paylaşan iki yabancı gibi birbirlerine gülümsemek için çabaladıklarında; yani adamın uzağına düştüğünde bu yüreğine yağan kış, hiç bitmeyecekti anlaşılan.
Aklı başındayken bile bunları düşünmek ruhuna ağır geliyordu ki, şimdi bir de alkolün etkisiyle kendine hiç alışık olmadığı bir biçimde acımaya başlamıştı. Yoksa iki cihan bir araya gelse, adamın biri çıkıp yüreğini tırnaklarıyla tel tel ayırıyor diye kendini bu kadar aciz ve çaresiz hissetmezdi. Değildi çünkü. Hiç olmamıştı. Gülşah bunca zaman, durmak istediği için Aslan'ın yanında durmuştu. Aşkına karşılık bulmayı ümit ediyordu - etmişti - çünkü kalbini varlığıyla genişleten her bir duygu beraberinde bu ihtimalin tutunduğu kökleri daha derine itiyordu. Ama asla bunun için diretmemişti. İçin için bunu isteyebilir, güne bu dilekle gözlerini açabilirdi ama Aslan'ın yakasına yapışıp sevilmeyi talep edecek değildi. Çünkü aşk böyle bir şey değildi esasında. Gülşah, Aslan'ı seviyorsa bu ondan başka kimseyi ilgilendirmezdi. Islanan kirpiklerini yavaşça aralayarak mutfaktan gelen seslere dikkat kesildi. Aslan'ın hepi topu bir kaç metrekarelik yerde uygun adım yürümeyeceği aşikar olduğuna göre... Başındaki ağrıyla başa çıkmayı umarak kaşlarını çattı. Sanki insafsız bir el taşla kafatasının bir tarafını diğer yarısından ayırmaya uğraşıyordu. Ayağa kalkıp bir iki adım atmıştı ki, zamanın devir daim hızına yetişemeyen beyni sonunda kendi evinde değil de, Aslan'ın evinde olduğunu idrak edebildi. Salondan mutfağa geçip tavırlarına sinmiş tatlı bir boş vermişlikle önce bar taburelerine benzeyen sandalyeye otursa da yeterince rahat olmadığına karar vererek mutfak tezgahının üzerine küçük - ki yaralı kanatlarını iki yanına açmış gibi kederli görünüyordu - bir bağdaş kurdu.
Eli rastgele bir hareketle, havada savruk bir daire çizerken "Burası benim evim değil," diyerek gevşekçe mırıldandı.
Aslan, sanki kızın hep tezgahın üzerinde bağdaş kurup oturmasına alışkınmış gibi omzunun üzerinden kısa bir bakış attı: "Çantanı Diyalektik'te unutmuşuz."
"İyi ki beni bırakmamışsın."
Gülşah omurgasını dik tutan bağ çözülmüşçesine omuzlarını düşürüp yapraklarını içine çeken bir küstüm çiçeği gibi kendine dönerken, Aslan daha o dokunmadan içine kıvrılan yapraklarına yüreğinin tellerini titreten derin bir hüzünle baktı. Daha dokunmadan bir çiçek gibi küsen kadına el uzatmak, meyil vermek, göz düşürmek adamın boynuna ağır bir vebal gibi yüklenmişti. 'Kal' dese olmuyordu, 'Git' demeye dili varmıyordu. Gülşah'ın ondan uzakta nefes alma ihtimali bile ruhunun sancımasına neden oluyordu. Tüm gücü öyle acımasız bir hızla vücudundan çekiliyordu ki koca adam, dizlerinin üzerine çöküp kalacakmış gibi hissediyordu. Bu, kızın omurgasında yabani bir diken gibi, tek tek tek uç veren hüznün; acı bir su olup kılcal damarlarına değin sızdığını hissediyordu. Derin bir nefesle toparlanıp kahve fincanını Gülşah'ın önüne bıraktı.
"Niye bu kadar çok içtin?"
Gülşah adamın önüne bıraktığı kahve fincanının içine memnuniyetsiz bir bakış attıktan sonra yüzünü kaldırıp kaşları üzerindeki hakimiyeti elden bırakmadan umursamazca havalanmalarını sağladı. "Nur nasılmış?"
"Kahveyi içecek misin? Yoksa..."
"Ben kahve sevmem."
"Gülşah," diyerek itiraz kabul etmediğini anlatmak istercesine başını yana eğerek kızın hafifçe kızarmış yanaklarına ve uykusuzluğun da etkisiyle kanlanmış gözlerine baktı. "Haydi..."
Kız yanaklarına paralel bir biçimde hafifçe kızaran burnunu tatlı bir kibirle kaldırdıktan sonra kaşlarını çatıp "Nur nasılmış diye sordum," diyerek inatla üsteledi.
Aslan gergin bir tavırla dudağının bir kenarını ısırırken tedirginliğini gizlemek istercesine bakışlarını kaçırdı. "Fena değil."
Gülşah adamdan tarafa ters bir bakış atıp gözlerinin devirirken yüzüne yapmacık olduğunu gizlemediği bir ifade yerleştirerek "Yazık," diye mırıldandı alay edercesine. En çok kendi canını yaktığını göz ardı ederek...
Aslan bir anda, can havliyle konuyu değiştirmek için derin bir istek, hatta daha da ötesi hayati bir ihtiyaç duyduğu için sesinin sabırsız, neredeyse tahammülsüz çıkmasını umursamadan "Gülşah, o kahveyi içecek misin?" diyerek araya girdi.
"Hayır."
Aslan Gülşah'ın sesinde geceyi yırtan bir çığlık gibi uzayan boşluğun; kaburgalarını tarumar ederek hiç kapanmayacak bir oyuk açılmışçasına göğsünde sızlamasına karşılık kaşlarının acıyla çatılmasına engel olamadan sessizce nefes aldı. Başka şartlar altında, aralarındaki bu dikenli sessizlik kızın hüznünü bunca koyultmasa mesela, o hüzün gelip bir maraz gibi Aslan'ın ciğerlerine yapışmasa ve nefes almak her an bu kadar zorlaşmasa, kızın yüzüne bakmaya devam etmek adamın içinde bir yaraya dönüşmese... Belki o zaman her zamanki tavrına bürünüp Gülşah'a bu kahveyi içmesi için ısrar etmek, hatta düpedüz diretmek daha kolay olabilirdi. Ama içinde bulundukları şartlar, normal olmanın kıyısından bile geçmiyordu. "Gel o zaman." Mutfak tezgahının etrafını dolanıp Gülşah'ın tam karşısına geçtikten sonra kıza elini uzattı. "Yatıralım seni."
Gülşah bir anda içini saran ağlama isteğini geçirmek istercesine dişlerini sertçe alt dudağına bastırıp sızlayan burnunu ovuşturdu. Giderayak Aslan'ın ona şefkat göstereceği tutmuştu! Adamın bu ılık ilgisine kapılıp gitmek o kadar kolaydı ki çaresizce eğdiği kaşlarını düzeltmeye tenezzül etmeden umursamazca omuz silkip elini Aslan'ın avcuna bıraktı. Adamın beline dolanan kollarını, ciğerlerinde bir bulut gibi ağırlaşan kokusunu hissederek yutkundu. Ayakları zeminle buluşunca saçlarının savruluşuna keyifle kıkırdadı. "Ama benim geceliğim yok."
"Artık bir şeyler ayarlayacağız."
Aslan'ın gözlerinin içine bakıp olması gerekenden misliyle ciddi bir bakış atarak kafasını salladı. "Ayarlayalım."
Adam kızı odaya yönlendirirken yüzünde beliren sıcak gülüşe engel olamadan tekrar etti. "Ayarlayalım."
Koridoru geçip odasına açılan kapıyı araladıktan sonra yeniden insanın içini titreten bir ilgiyle kızın yatağın üzerine oturmasına yardım etti. Gülşah omuzlarını aşıp göğüs kafesine dökülen saçlarını geriye çekmeden iki eliyle yüzünü kapatmıştı. Başı o kadar çok ağrıyordu ki Aslan'ın dolabın kapaklarını seri bir biçimde açıp kapayarak aradığı şey her neyse - büyük ihtimalle kızın üzerine uygun bir şeyler arıyordu - bir an önce bulmasını diledi içinden. Yoksa beyninin içinde adeta bir canavara dönüşen bu gürültüyle başa çıkabileceğini sanmıyordu. Kısa süren sessizliği adamın ayak sesleri takip etti. Hemen önüne geldiğinde durduğunu fark ederek kafasını kaldırdı Gülşah. Tişörtü hiç görmemiş gibi suçlu bir tavırla "Aslan," dedi ve ekledi: "Ben sana yalan söyledim."
"Olsun," diyerek bir eliyle yavaşça Gülşah'ın saçlarını okşadı Aslan. "Ben inandım sana."