Kaçış-2 / 3. Bölüm
* * *
Onun sözleri cehennem çukurundan çıkmama yetmemişti. Aksine onun cümlesini bitirdiği yerde acım çok daha fazlasına katlanarak kalbime çarpmıştı.
Benim hayatım bir savaşın merhameti kadardı işte. İçinden çıkamadığım için gün geçtikçe beni küle çevirmeye başlamış korkunç bir savaşın merhameti...
O ise savaşın içindeki merhameti elinin tersi ile itmek zorunda kalan bir asker....
Yenilgi nasıl bir şeydi?
Bir şeyi mücadele ederek kaybetmek demek oluyorsa, bile bile her şeyi arkada bırakmak, teslim olamak bir yenilgi sayılır mıydı? Yoksa göz göre göre gittiğimiz kaybedişin ırmağında beklemek infaza göz yummak demek miydi?
Yığıldığım yerde iri kar tanelerinin yerini, kavruk kara bir toprak parçası aldığı zaman artık hayal sahnemde canlanan yerde olmadığımı biliyordum. Kalçalarımı saran ıslak soğukluk yoktu. Aksine sağ yanağımın düştüğü zeminde dudaklarıma batan çakıllar vardı.
Sert zemin insanın göğsüne sinsi yumruklar gibi indiği zaman bütün hesaplaşmalar, bütün sorgulamalar görünmez bir şehrin masallarına dönüşüyordu. Ne için mücadele verildiği anlamsız gelmeye başlıyordu. insanı durmaya sevk eden şeyin adı bir parça topraktı. Dibi sıyırılmaya başlandığı zaman uğruna mücadele edilebilecek hiçbir şey kalmıyordu.
Ne insanlık, ne savaş, ne uğraş...
Hepsi o görünmez şehrin ışıkları arasında kaybolmuştu.
Başımın düştüğü toprağın üzerinde büyük bir gövde gösterisinin başladığının farkındaydım. Kesik kesik gelse de sesler onların ayakkabılarından yükselen tozlar suratıma çarptıktan sonra yerle bir oluyorlardı. Ve ben olduğum yerde ne kendimde kalabiliyordum, ne de kendimden ayrı.
* * * * * * * *
İnsanın normal yüksekliğinden arşı seyretmesi ne kadar garip bir şeydi... Zaten küçük olan yerim iyice ufalmış, hayatın içerisinde bir karınca deliğine mahkum edilmiş gibiydim. Buğulu gözler ardında gördüğüm tek şey bulutsuz ve mavi gökyüzüydü.
O an dudaklarımın tadına baktığı şeyin kuru topraklı çakıllar değil, çiçekli ve renkli bir toprak olmasını dilerdim. Acıdan kendinden geçmiş ve iyice hissizleşmiş bedenimi saran şey bir rüzgar olsun dilerdim. Ve birkaç metre ötemde bir kavganın değil, bir sevginin esamesini okumayı...
Oysa olduğum yer, dilediklerimin tam aksiydi.
Yüz üstü serilmiştim toprağa. Çarşafım esen bir rüzgarı diler gibi iki yanıma doğru açılmıştı. İki avucum, olduğu yerden medet diler gibi başımın üstüne toprağa dönmüşlerdi. Ve dudaklarım küçük yarık gibi aralanmış, dişlerimin arasında kopan bir parça salya kuru toprağa dökülüyordu.
Mecalim kesilmişti.
Bana can veren, canımı almaya başlamış gibi ayak uçlarımdan tepe doğru bir halsizlik yükseliyordu. Ve gözlerim göklerden gelmesini beklediği bir haberin inişi için yukarıdaydı.
Göz kapaklarımın üzerini kaplayan karanlık, aydınlanmıştı ama hala baktığım yerin üzerinde benekler uçuşmaya devam ediyordu. Muhtemelen küçük baygınlık geçirmiştim.
Bakışlarım mavi gökten yavaşça aşağı doğru indiğinde gördüğüm ilk şey yan duran iki katlı ev oldu. Bakışlarıma takılan her şey yana devrilmiş gibiydi. Gözlerim bir süre evde takılı kalırken kulaklarıma konuşmalar da damlamaya başlamıştı.
Her şey kesik kesik değil, artık daha netti.
Ve uğuldayan rüzgarı aklımdan uydurmadığımı varsayıyordum.
Tek bir hareketlenme göremesem bile esen bir rüzgarın varlığını hissedebiliyordum.
Gözlerimin takılı kaldığı evden beni ayıran şey, yüzüme yakın bir mesafeden birisinin geçmiş olmasıydı. Siyah uzun bilek ayakkabılar o kadar yakından geçmişti ki bir an yürürken çıkardığı tozun gözlerime kaçacağını düşünmüştüm.
Lakin beklediğim gibi olmadı.
Giden ayakkabılar dikkatleri dağılan göz bebeklerimi de peşine takmıştı. Bakışlarım hızla yukarısını göremediğim bacakların olduğu yerdeydi.
Neyse ki kadrajımdan tam çıkmadan durmuşlardı.
"Ben senin gitmene yeniden izin veriyorken, şansını daha fazla zorlama."
Bu...
Bu ses ona aitti.
Ammar' a.
Ben onun neredeyse o geceki görüşünü bir hayalden ibaret zannetmeye başlamışken buradaydı. Ve sesini duymak, hissizliğimin arasına minik bir şırınga ile ümit dağılmasına neden olmuştu. Eğer bacaklarımın varlığını hissedebilseydim yüz üstü düştüğüm bu kuru topraktan kalkmak için elimden gelen her şeyi yapacaktım.
Ama ben hala köksüz bir dal gibiydim.
"Şu an karşılıklı olarak birbirimize namluları çevirdiğimizi görmediğini varsayıyorum." Bu ses, Eliza' ya aitti. Sesi Ammar' ın sesinden daha yakın geliyordu. Muhtemelen çok uzağımda değildi. Ve sakin kurduğu cümlesinin arkasına saklanan öfkeyi görememek imkansızdı. Şu an benim gidip gitmeyeceğime karar verecek konumda olduğunu sanmıyorum Jack."
Birbirlerine silah mı doğrultmuşlardı?
Kuruyan dudaklarımın arasına karışan şey bu kez tozlu çakıllar değil, endişeydi. Onu yeniden bir namlunun ucunda görme ihtimali koca bir ateş yakmıştı ensemde. Ve yakılan ateş bütün bedenime yayılacak kadar asiydi.
"Ama dur!" dediğinde arkamdan bana doğru yaklaşan adım sesleri duymuştum. "İstersen kimin daha güçlü bir konumda olduğunu hemen büyük bir zevkle hatırlatayım."
Onun bu dikte edici sesinin oluşturduğu tahribatın, bana doğru yürüyen bir hamleden başka bir şey olmadığını Ammar' ın dişleri arasından çıkan sesinden anlamıştım. "Sakın ona dokunayım deme."
O dişlerin arasından çıkan kelimelerin gücünü olduğum yerden hissedebiliyordum. Tek bir hamle ile yer yüzünü ateşe verecek kadar öfke vardı. Hatta öyle ki benim ensemde yanan ateş, onun dilinin ucunda gibiydi.
Eliza' nın zevk alan sesi bir anda havaya yükseldi. "Hiç sanmıyorum..." Ve kelimeler daha gökyüzüne ulaşmamışken, benim bedenim bir anda iki büklüm kala kaldı.
Sol yanıma, kaburgamın tam üzerine inen bir tekme ile başım hızlıca havaya kalkmış, dudaklarımın arasından bir çığlık kaçamadan nefesim inilti ile boğazıma dizilmişti. Biraz önce gözlerini hareket ettirmekten aciz olan ben, şimdi tekmenin gücü ile neredeyse gövdemin yarısına kadar kalkacak kadar gerilmiştim. Belim bir yaydan farksızdı.
Acı o kadar ağırdı ki, vurduğu yer değil kafamın içi zonkluyordu ve ben sadece birkaç saniye o halde kalakalmışken, sanki asırlık bir zaman geçmişti olduğum yerde. Tutulan soluğum kesik ve gürültülü nefesler olarak nihayet dışarı çıktığında, bu kez yüzüm direkt toprağın içerisine düşmüştü. Başım gayrı ihtiyari yana devrilirken, yüzümün çoğuna yapışan toprak ölümü hatırlatıyordu.
Ve bu acı, ölümü dilendirecek türdendi.
"Aişe..." diye derin bir bağırtı duyduğum zaman, gözlerim yarı açık bir şekilde bütün setlerimi yere indirmiştim. Tek bir darbe ile kendimden geçebilecek kadar, ona teslim olacak kadar güçsüzdüm işte. Ammar' ın acı dolu sesi, olduğum vaziyetin dışarıdan da rahatlıkla görünebildiğini gösteriyordu. Ve onun sesinin titreyerek yere düştüğü an, içimden bir şeylerin koptuğunu hissettim.
"Bakıyorum da çok endişelendin Ammar."
Eliza, Ammar derken ismini olması gerekenden daha fazla uzatmıştı ve alaycı sesinden keyif alışını görebiliyordum. Benim bedenim tarif edemeyeceğim bir ağrı ile baş başayken o, keyif alabilecek kadar caniydi.
"Şansını zorluyorsun Eliza." Ammar sesindeki acı dolu hali hızla atmıştı. Konuşan Ammar, yeniden güçlü ve pervasız Ammar' dı. "Seni buraya gömeceğim. Şansını çok zorladın."
Yeniden konuşmasına devam etmeden önce derin bir iç çekti. "Ona kalkan bacağını kıracağımdan hiç şüphen olmasın."
Beni koruyan sesinin bir gölge gibi etrafımı sardığına yemin edebilirdim. O kadar katıydı ki kelimeleri, soğuk cümlesi bittiği zaman olduğumuz yeri kaplayacak bir kar getirdiğine yemin edebilirdim. Ve getirdiği soğuk hava canımın daha fazla yanmasına neden oluyordu. Her şey karman çormanken, bedenimdeki acı bugüne kadar hiç yaşamadığım bir acıya dönüşmüşken, ben hala onun dudakları arasından çıkan kelimeleri tartacak kadar ondaydım...
Yıllar önce her şeyi unutturma yetisine sahip tek duygunun, acı olduğunu okumuştum. Ama duyduğum acı bile onu duyma isteğimin üzerine basamıyordu.
"Kendini çok kabiliyetli sanman acayip sinirimi bozuyor Jack. "
Aklımdan geçenler Eliza' ya gösterilmiş gibi bir anda beklemediğim yeni bir tekme vücudumun aynı yerine indi. Diğerinin iki katı güce sahipti. Ve kafamı yerimden kaldırmama bile müsaade etmeyen bir tekmeydi. İnen tekme ile Ammar' ın yalvarır gibi çıkan bağırması birbirine karışmıştı. "Yapmaaa..."
Dudaklarımın arasından oldukça soluk bir inleme kaçtığında baktığım görüntüler silinmeye başladı. Her şey karışık ve tuhaf renklerde birbirine geçiyorken, artık acı bütün duyguların üzerindeydi. Zihnimi, kalbimi, ruhumu ve bütün bedenimi kaplayan bir acıydı. Etrafta hiçbir şey bırakmayacak bir acı...
Bir anda, silinen her şey içerisinde kulaklarıma acı dolu bir silah sesi doldu. Patlama sesi o kadar yakındı ki, endişe dalga dalga acımı araladı. Ne olduğunu anlayamadığım bir haldeyken, bir kuşun kanat çırpış sesini duyuyordum.
Ben Joseph Levy' nin önüne dünya serilmiş kızı Naomi Levy' dim. Elimin tersiyle o dünyayı ittirdiğim an, bana hizmet etmek için bekleyen her şey bir anda düşmanım olmuştu. Yeryüzünde rastladığım herkes bana hain diye seslenmeye başlamıştı. Herkes için yoldan çıkmış kız olarak ilan edilmiştim. Oysa onların kendimi kaybettiğimi zannetikleri yer, benim kendimi bir pamuk ipliğinin ucunda bulduğum yerdi.
Şimdi aynı pamuk ipliğin ucunda ömrüm duruyordu. Alnı yere yapışmış bir kadının çaresizliği içerisinde izliyordum gökyüzünü. Etrafımda olan her şey silinmişti. Baktığım gökyüzü ve ona değen gözlerim dışında her şey yok olmuştu zihnimde.
Bir kanat çırpışının kulağımdaki salınışı kadar yaşadığıma inanacaktım ki, o da yok olduğu vakit geriye bana kalabilecek hiçbir şey kalmadı avuçlarımda...
Ölüm asılı beklediğim pamuk ipliğinin altında kucağına düşmemi bekliyordu ve ben düşmekten korkmayacak kadar yorgundum...
Vurulduğumu düşünecek kadar yorgun.
*
"Naomi. Buradayım..."
Karanlıkta duyduğum ses babama aitti. Boş bir arazide bana sesleniyordu. Yer yüzü sessiz ve mor bir karanlığa bulanmıştı. Onu göremesem bile biraz ileride duran sisin hemen ardında olduğuna emindim.
"Naomi..."
Sesi boş arazide yankı yaparak yayılıyordu ve çarpıp duracak hiçbir şey bulamadığı için yayıldığı her yere kan damlaları düşmesine neden oluyordu.
İki elimi önümde birleştirdiğim zaman bana doğru seslenen babamın kelimeleri yerimde mimlenmeme neden olmuştu bile. Bir mumun ısıtılan damlaları ayaklarımın altına yapıştırılmıştı. Olduğum yere, yanık kokular eşliğinde hapsedilmiştim. .
Babamın sesinin bir süre kesildiğini fark ettiğimde sadece küçük bir an beni aramaktan vazgeçtiğini düşünerek, zapt edilmeye çalışıldığım mumun esirliğinden kurtulmak için çırpınmaya başladım. Onun sesi bile bedenimdeki bütün cesareti soluyarak kesecek kadar kuvvetliydi.
Ayaklarımı her hareket ettirdiğimde, sallanan eteklerim bacaklarıma dolanıyordu ve çabam boşuna olsa dahi her defasında daha fazlasını yapmaya gayret ediyordum.
Boş arazide, bir anda etrafımı kaplamaya başlayan kuvvetli bir rüzgar fark ettiğimde çırpınmam bir anda yarıda kesilmişti. Saçlarım ve eteklerim rüzgarın tesiri ile uçuşuyor, sürekli kapanıp açılan gözlerim sisi görmeme engel oluyordu.
Kurtların uluma sesi kalbimin içindeki atışlarla yarışacak kadar yakından geliyordu. Ve ben, o mor karanlığın içerisinde yapayalnızdım.
Çalan hızlı bir müzik, ortamın hararetini arttırmak için kendi kafamdan yükselen bir bağırıştan başka bir şey değildi.
Ben sağıma soluma bakmaya devam ederken rüzgar bir anda dindi. Eteklerim ve saçlarım uçuşmayı bıraktı. Ve babamın beni görmesini engelleyen sis, dağılmaya başladı.
Korku yutkunmama neden olacak kadar canlıydı. Ve ben kaçamayacak kadar mahkum...
Sis tamamen dağıldığında karanlığın içerisinde saçları beyazlamış adamı fark etmem ile yüreğimin atışı iki katına çıktı.
Görüntü yavaşça netleşti, netleşti ve netleşti...
Karanlığın netleşen pususunda gördüğüm kişi ile dudaklarım hayretle aralandı. Karşımda gördüğüm kişi babam değildi. Yaşlanmış, yüzünden çizgiler belirmiş ve en az genç halindeki kadar dik yürüyen Ammar' dı.
O bana doğru yürümeye devam ettikçe, ayaklarımın altını zamk gibi zemine sabitleyen mumlar erimeye başlamıştı. Sesini duymasam da, dudaklarını kımıldatarak söylediği cümleyi kalbimin en derin yerinde hissetmiştim.
"Yanındayım. Merak etme..."
* * * * * * * * * * * *
Gökyüzünün buğusu dağıldığında bana doğru yaklaşan adımları görebiliyordum. Siyah ayakkabılardan çıkan toz bulutu adımların heybetinden kaynaklanıyordu. Ve bastığı yerin titreyişini yanağımın yaslı olduğu zeminden anlayabiliyordum.
Üzerimde bir ağırlık vardı. Yanan kaburgalarımın acısını bastıran bir ağırlık. Hatta öyle ki üzerimden çekildiğinde her tarafımın ilk andaki acısıyla zonklayacağına emindim. Bu yük ruhsal değil, gerçekten var olan bir ağırlıktı.
Vakit bir atın yelesinde savrulan zaman gibiydi. Hızlı ama geçmesini talep edemeyecek kadar cürretkar...
Tozlarını savrula savrula bana doğru gelen adımların titreyişi durduğunda, ayakkabıların sahibi tam baş ucumda duruyordu. Bu ayakkabılar Ammar' a aitti.
Muhtemelen kanlar içerisinde yatan bedenimi nasıl kaldıracağını hesap ediyordu. Eliza' nın silahından kopan kurşunun beni ölümün eşiğine getirdiğine o kadar çok inanıyordum ki, üzerime binen yükün bir kurşuna ait olduğunu düşünecek kadar kendimi çaresiz hissediyordum.
Yarı açık gözlerimin arasında Ammar' ın ne yaptığını seçmeye çalışıyordum. Bana dokunmadığını düşünüyordum. En azından hissettiklerim arasında bir dokunuş yoktu. Yahut ben madden gelebilecek her şeyi hissetme yetimi bir kurşun ile kaybetmiştim.
Ammar' ın ayaklarının yavaş yavaş geriye doğru hareketlendiğini fark ettiğim zaman üzerimdeki ağırlık yavaş yavaş kenara çekilmeye başlamıştı. Ağırlığın bir gerçekliğe ait olduğunu en fazla kaburgalarımdaki ağrı ilk andaki kadar hızlı vuku bulduğunda anlamıştım.
Canım acının ucuna takılmış, inatla hareket ettiriliyordu. Perde perde yayılan sancılar yeniden gözlerimin önünde beneklerin hareketlenmesine neden olmuştu. Toprağa bir parça daha salya bıraktığımda, gözlerim boşluğun içerisinde yönünü bulmaya çalışan bir körün gözlerinden farksızdı. Benden bağımsız kaymalarına engel olamıyordum.
Ammar gittikçe uzaklaştığında, dışarıdaki soğuk havanın tesiri camda yoğun bir buğu oluşmasına neden olmuş gibi görüş alanım karıncalıydı. Baktığım yerde net gördüğüm hiçbir şey yoktu. Ama buna rağmen Ammar' ın kucağında bir kadın ile uzaklaştığını görebiliyordum. Kadının saçları Ammar' ın onu tutan kollarından aşağı özenle dökülüyordu. Onlar arkalarında siyah lekeler bırakarak gözden kaybolduklarında Eliza' yı kucağında götüren Ammar' ın silueti yüreğime oturmuştu.
Vurulan ben değil, Eliza 'ydı ve Ammar ilk kez puslu bakışlarımın ardından gerçek bir katil gibiydi. Yürüyüşündeki sarsılmazlık ve kendinden eminlik, bir insan öldürmekten çok uzaktı...
Ve Eliza...
O benim üzerime yığılmış kanlı bir siperdi. Kaburgalarıma inen darbeleri benim zihnimi bulandırırken onun sonunu hazırlamıştı.
Bir parça salyamın daha dudaklarımdan aşağı süzüldüğünü hissettiğim zaman zihnim kalan son sağlam parçalarını da feda etmek üzereydi. Olayların acısı çektiğim fiziksel acının içine düşerken, delirmenin eşiğinde olduğumun farkındaydım.
Onunla tanıştığım günden bu yana üçüncü cesedim de gözlerimin önünde puslu bir cama yaslanmış acılı bir veda gibi benden uzaklaşmıştı.
Soluklarımın kesildiği an ölümü net görememiş olsam bile hemen tepemde gerçekleşmiş olduğunun farkına varmamdı.
Ama...
Gözlerim yeni bir baygınlık hali ile kapanmadan önce aklımdan geçenler ne ölüme dairdi ne de bedenimde zonklamaya devam eden acıya...
Ben Ammar' ın Eliza' yı kucağına almasındakşi o yakışmanın arazisindeydim. Aklım benimle dalga geçer gibi haberi onların o mükemmel uyumunu gözlerime sokuyordu. Benden uzaklaşırken Ammar bir ölü veya yaralıyı taşır gibi değil, güzel Eliza'sını kucaklamış götürüyor gibiydi. Zihnimin bana yaptığı oyunlar devam ederken bilincim usulca akan bir çeşmenin kurnasından süzülür gibi ellerimden kayıp gitmişti bile...
*
Omuzlarımdan tutulup yerimden oynatıldığım zaman gözlerim bir anda açıldı. Dudaklarımdan bir hıçkırık kaçmış ve acı bedenimin bütününde yanmaya devam eden bir ateş gibi seyrini göstermeye başlamıştı. Zihnim acının yankısı ile kendine gelmişti ve o an o ağrının tesiri ile uyanmamayı ne kadar dilediğimi fark ediyordu.
Yaşların peşi sıra bir anda hareketlenmesi görüşümü kısıyordu. Ve ben beni doğrultan elleri, üzerine sinen yoğun sigara kokusundan tanıyabiliyordum.
Başımı bir eli ile sabitledikten sonra tam bedenimi sırt üstü çevirecekti ki inleme ile çıkan sesin arasından istemsizce yalvarmaya başladım. Bunu bana yaptığı zaman beni vuracak ikinci bir acı dalgasına hazır değildim. "Ammar..." adını söylemem ile hareketlerinin duraksadığını hissettim.
"Yapma. Ne olur yapma..."
Bir an çıkan kelimelerin benim dudaklarım arasından düştüğüne şüphe ettim. O kadar kısık, o kadar bitkindim ki söylediklerimin ona ulaştığına ciddi bir endişe duymaya başladım. Yeniden konuşmam onu kendine getirmiş gibi başımı kolunun altında iyice sabitledi.
"Buradayım merak etme. Hepsi geçecek." Onun kelimelerindeki güç daha yoğun olsa bile en az benim kadar canının yandığına yemin edebilirdim. "Söz veriyorum. Geçecek..."
Daha önce de insanların halleri üzerine çıkarımlarda bulunmayı severim ama bu adamın konuşan bir sesi değil, konuşan tavırları vardı ve verdiği tepkilerin hepsinin tavırları ile veriyordu. Şimdiki halinin altında ise soluk soluğa çaresizlikle acı çeken bir adam vardı. Ve bana verdiği sözün bir anda kendisine verilmiş bir söz olarak dudaklarından ayrıldığını düşünmeye başladım.
Dalga dalga yayılan kıvılcımlar, beni bir anda kendisine doğru çevirdiğinde büyük bir lav olup bedenime yayılmıştı. Yüzüm ona tamamen döndüğünde dudaklarımın arasında kaçan şey bir iniltiden çok daha fazlasıydı. Bedenim cayır cayır yanarken göz yaşlarım şakaklarıma iniyordu. Ve verdiğim tepkinin en çok onu afallattığını, ne yapacağını şaşırarak sakinleştirmeye çalışan hareketlerinden anlıyordum.
"Çok... Çok özür dilerim. Geçecek. Söz veriyorum geçecek... Yemin ederim ki geçmesi için elimden gelen her şeyi yapacağım."
Ağlayışlarım, bir yelenin arasına karışan yeller gibi bir türlü dinmiyordu. Acı her yerdeydi. Baştan aşağı kan ter içindeydim ve dinmeyen soluklarım ölümün habercisi gibiydi. Dudaklarım yavaşça aralandığında en çaresiz halim ile bitmesini dileyecek kadar acı çekiyordum.
"Yardım et. Ne olur yardım et..." Bir ölümün arkasından tutulan ağıttan farksızdı halim ve ona yakarışlarım acımı dindirmek için çırpınmalarımdı. Dinmeyeceğini, dindiremeyeceğini bile bile onun kıyısına yanaşıyorum. Ve onun titrek sesi, çaresizliği ile birleştiği vakit kalbimin ağrısı, bedenimin ağrısının önüne koşa koşa geçiyordu.
"Yanındayım. Yanındayım... Yemin ederim geçecek..."
Bedenimi çevirdikten sonra boşta kalan elini havaya kaldırdığını gördüm, göz yaşlarım arasında. Alnıma yaklaşan siyah eldivenli eli bir an dokunacak gibi olduğu zaman, hemen göğüs kafesinin dibinde duran kulaklarıma derin soluklarının hızlanma sesi yayıldı. Ben onun kolları arasında beklerken onun çaresizliğini inip kalkan göğsünde hissediyordum.
Eli tenim ile arasında minik bir boşluk bıraktığı zaman durduğunu anlamıştım. Öyle bir durmak ki canım durduğu yerde atıyordu ve değmeyen ellerinin arasından şefkat dilenir gibi daha çok ağlamaya devam ediyordum.
"Seni asla bırakmayacağım Naomi..."
Bana ilk kez seslendiği bu isim yaşlarımın arasına karışıp aşağı süzüldüğünde, sesinin içerisinde öyle bir şey vardı ki, zorlukla nefes aldığını çok net hissediyordum. "Ölsem bile bırakmayacağım artık."
Alnımın hemen birkaç santim mesafesinde duran elini kendine gelmiş gibi hemen çekti. Benim ağlayışlarım çığlıktan usulca çıkan haykırışlara dönüşmüştü. Aynı elini bacaklarımın altından geçirdi. Bedenim yerden yükseldiğinde başım tamamen göğsüne yaslanmıştı ve bunca olandan sonra ilk kez yüzünü görebilmiştim. O beni o şekilde tutmasa boynumu hareket ettirebilecek en ufak bir güce sahip değildim çünkü.
Yerden ayrılan bedenim boşluğun dokunulmazlığında iyice hafiflemişti. Ve bir yere temas etmiyor olmak acıyı biraz daha çekilebilir kılmıştı. Yahut acı, daha alışılabilir bir noktada duruyordu.
Bilmiyorum.
Usul haykırmalar, Ammar' ın attığı birkaç adım ile iç çekişlere dönmüştü ve şimdi durmayan sessiz yaşlarım onun tenini ıslatıyordu.
Göğsü tam kulağımın altındaydı. İlk kez ona bu kadar yakındım ve duyduğum acıya rağmen bu yakınlığın bendeki etkilerine mani olamıyordum. Onun kucağında, kalbini dinlerken sürekli değişen kalp atışları dikkatimi çeken tek şeydi.
Gözyaşlarım dindiğinde bilmem kaç adım attığımızı bilmiyordum ve nereye gittiğimizi de...
Gözlerimdeki ıslaklık dindiği zaman nihayet net bir şekilde yüzünü görebilmiştim. Sakalları adem elmasına doğru inerken o kadar özenliydi ki, bir usta bir karakalem çalışmasına bakmak gibiydi. Olması gerekenden daha çıkık duruyordu gırtlağında duran elması. Ve çenesinden yukarısı...
Bir insanın olabileceğinden çok daha ayrı bir güzelliği vardı. Bu hayatın başka bir koşulunu seçmiş olsaydı şayet güzelliği hakkında uzun uzun şiirlerin yazılacağına yemin edebilirdim. O bugüne kadar bambaşka özellikleri ile benim dikkatimi çekmişti ama güzelliği için bir ayrıcalık sağlayamamış olduğumu fark etmek bir an kendimi suçlamama neden olmuştu. Es geçilemeyecek kadar başkaydı oysa...
Bakışlarını yürüdüğü yoldan bir anda bana doğru indirdiği zaman ona bakan gözlerimi yakalamıştı. Yorgun ve acıdan halsiz düşmüş olsam bile içimde ayaklanmış düşüncelerimi göz bebeklerimin içerisinde gördüğüne adım kadar emindim. Görülmeyecek gibi olduklarına inanmıyordum zaten...
"Biraz daha iyi misin?" dediğinde, sesinde birkaç dakika önce hüküm süren çaresizlik hissinden eser yoktu. Hatta o kadar toktu ki, neredeyse hiçbir şey olmadığına inandıracak kadar kusursuz çıkıyordu.
Sadece başımı salladım.
Vücudumda hala aynı acı vardı. Benimde yanan alevin farkında mıydı bilmiyorum ama onun kıyısında açtığı liman, bir miktarda olsa soğumama yardım ediyordu. Hala dipdiriydi hissettiklerim fakat bir duygunun üzerine daha baskın başka bir duygu eklendiğinde insan önceliği daima daha hissedilir olana veriyordu. Ve benim baskınlığı altında ezildiğim şey onun varlığıydı.
"Bir şeylerin iyi olacağına inanmak bazen yetmiyor biliyorum ama sen yine de senin için her şeyin iyi olacağına inan olur mu?"
Sorusunu soran gözlerinin arkasında bir kasaba yanıyordu. Hayır hayır bir şehir... Alev almış cayır cayır yanan ve ara ara geceye patlamaların seslerinin yayıldığı bir gece. Her şey onun bana bakan göz bebeklerinin boşluğunda gerçekleşiyordu. Yeniden başını kaldırıp yürüdüğü yola bakmıştı.
Büyük bir savaşın içindeydik biz. O bana bunları söylerken henüz birbimize sırtımızı yaslayabileceğimiz kadar güvenmiyorduk bile. Hatta iki tarafın ikisi de birbirine derin şüpheler duyuyordu. Ama düşmanlarımız o kadar ortaktı ki, biz bu kadar kavganın ve bu kadar silahın arasında ancak ölmeden birbirimize yaslanabilmiştik. O bunu söylerken gözlerinde yanan koca bir şehirden sonra kelimelerine güvenmek hiçte kolay değildi. Hatta yanan her evden kaçan insanlar, bana benziyorlardı. Onun göz bebeğine, benim için tutunan ümit ben onun alevlerine bakarken sönüyordu.
Bir şeylerin iyi olmayacağına emin olacak kadar büyük bir savaştı bu.
Ve kazanan ancak ölüm ile zaferlendiriliyordu.
"Bu..." dedim kollarının arasında ona bakarken, sakalları bir hikayenin kesikli parçaları gibiydi ve o parçaların her birinde aynı son vardı. Ölüm...
Ona da, bana da yakışabilecek bir ölüm.
Bizi bekleyen bundan başkası değildi.
Bakışları yeniden gözlerime kaymıştı. "Bu çok büyük bir savaş Ammar." Kuruyan dudaklarımı yavaşça ıslattığımda, bana bakmasa sesimin ona ulaşmadığını düşünecektim. "Ve sen tek başına bir ordu olmaya çalışıyorsun."
Gözlerinin içindeki şehrin alevleri biraz daha harlanmıştı. Cayır cayırdı bakışlarının içerisi...
"İkimizi de bekleyen sonun ne olduğunu öngörecek kadar uzun süredir yanındayım. Ne beni ne de seni bekleyen iyi şeyler yok. Hatta her şey bir kıyametin habercisi gibi... Bizi bekleyen tek şey ölüm."
Bunu söylemem ile gözlerimin içerisinde ölümün çalkantısını gördüğünü çok iyi biliyordum. Ve o ümitsizliğin durduğu yerde onu sarmasını izlemeye başladım .
"Ve şanslıysak..." dediğimde kanlı başlayan gündüzün ışıkları bıraksam düşecekmiş gibi duran başıma isabet ediyordu. "Ölürken peşimizden onlardan birilerini de götürürüz."
Gözleri, gözlerimden yavaşça dudaklarıma kaydığı zaman yaptığı şeyin farkına varmış gibi kaşlarını çatarak hızla yürüdüğü yola doğru bakmaya devam etti. Bu işin sonunu tek başına verdiği mücadele ile getiremeyeceğini benden çok daha iyi biliyordu.
Konuşma sırası ona geldiği zaman, ileriye başlayan gözlerinde yananlar kütlelerce küle dönüşmüştü bile. Tek bir sağ çıkmamıştı göz bebeklerindeki alevlerden.
"Eğer tek amacım savaşın sonunu getirmek olsaydı eğer en az seninki kadar hızlı bir ümitsizliğin içinde kaybolmuştum çoktan."
Bakışları bana doğru indiğinde sessiz bir eminlik yatıyordu bakışlarında. Tek kaşını havaya kaldırarak konuşmasına devam etti. "Ama ben zaferden sorumlu olmadığımı daha bu yola çıkmadan önce gayet iyi biliyordum. Belki de benim savaşım kendimle birilerini götürmek içindir Mona?"
Bunu der demez yeniden kendi önüne dönmüştü. Cümlenin sonuna eklediği kelime dikkatimi çekmişti. Daha önce hiç buna yakın bir kelime duymamıştım. Muhtemelen kendi diline ait herhangi bir kelimeydi. Cümlenin tamamını anladığım için kelimenin peşine takılma gereği duymamıştım.
Aslında benimle aynı sonu düşündüğünü alenen ifade etmişti. O da ölüm için yaşadığını, ölürken yanında götürmek için bir mücadele verdiğini söylüyordu. Ve bu son... Acı olacağa benziyordu.
"Ama..." dediği zaman kafamın içindekiler hızlı bir bölünme yaşadılar ve gözlerim yeniden ondaydı. Ona bakarken gökyüzü onunla beraber yürüyordu.
"Bu benim sonum... Seni bekleyen başka bir hayat var." dediğinde hızla karşı çıktım. Ondan ayrıldığım an başıma gelenler, o hayatın kısa bir demosu olmaya yetmişti.
"Yok. Görmüyor musun? Beni bekleyen sonların hepsi aynı kapıya çıkıyor. İkimiz de kanla yazılan hikayelerdeyiz. Başka bir son vaat edemezsin."
"Görüyorum..." dediği zaman bakışları bedenim harap olmuş hali üzerinde kısa bir süre gezindi. Yeniden önüne baktığında konuşmasına devam etti. "Ama başka bir hayatı hazırlayacağım. Ve buna kimse engel olamayacak..."
Onunla itiraz kavgasına girebilecek kadar kendimde değildim. Konuşmak yaralarımın acısını daha az hissedilir kılsa bile onlar hala oldukları yerdeydiler. Ve tepemde ışımaya devam eden güneş işimi daha fazla zorlaştırıyordu.
Suskunluk hali aramızda uzadığı zaman kafam göğsünün üzerinde adım hareketlerinin oluşturduğu senkronizasyon ile yukarı aşağı doğru bir ritim tutturmuştu. Gözlerim acının alışılırlığı arasında kapanmaya başladığında ilk kez sigara dumanının arkasındaki kendine has kokusunu bu kadar net alıyordum. Bu koku çocukluğumdan bir parça taşıyacak kadar güzeldi. Ne olduğunu bilmiyordum ama koku burnuma yayıldıkça uyku daha çok beni kendisine çağırıyordu.
Ben o çağrıya kulak verip ona doğru yürürken, kulaklarımda uzun zamandan beri duyduğum en güzel şarkının sözleri çalıyordu.
Kalbi kulağımın tam altındaydı ve senkronizasyonsuz attığı her an için uyku biraz daha sarmalıyordu beni. En son duyduğum şey ise aynı atış sesine eşlik eden sözleri olmuştu.
"Çok özür dilerim Mona..."
*
Bedenim yumuşak bir yatağa bırakıldığı zaman tenimin zemin ile buluşması gözlerimi acı ile aralamama neden olmuştu. İnlemem bilmediğim bir yerde olduğumu fark etmem ile büyük bir telaşa dönüşünce yanımdaki ses hızlıca müdahale etmişti yaşadığım karmaşaya.
"Sakin ol. Güvendesin...."
Bakışlarım başımın yaslı olduğu yastıktan Ammar' a döndüğünde baş ucumda duruyordu. Olabildiğince yorgun olduğunu her halinden belliydi.
"İyi olacaksın..." dediği zaman yanan bedenimin yeniden baş rolü oynadığını fark ettim. Acım ilk anı kadar şiddetli olmasa bile başımın içinde gürültülü uğultulara neden olacak kadar fazlaydı. Ve dolan gözlerim ile beraber kendime engel olamayarak mırıldanmaya başladım. "Canım çok yanıyor Ammar..."
Bunu dediğimde, ifade edilmiş kelimelerin de ağırlığını üzerime alınmışım gibi yaşlarım yeniden süzülmeye başlamıştı. Acının soluk almak istediği yerin şefkat olduğunu tahmin etmek zor değildi ama Ammar' ın bunu yapabilecek son insan bile olmadığını iyi biliyordum.
"Doktor birazdan burada olur. Lütfen biraz daha dayanmaya çalış."
Başımı salladığımda gözyaşlarım durmadan inmeye devam ediyordu. Darbe yiyen bedenimin zeminle buluşması büyük bir gaz yığını arasında çakılan kıvılcım gibi her yeri yeniden tutuşturmuştu. Ve başımda duran adamın ne yapacağını bilmediğini öylece dikilmesinden anlayabiliyordum.
Beklemediğim bir anda yatağın kenarına diz çöktüğünde acı her yerdeydi.
"Senin için şu an yapabileceğim bir şeyim olmasını çok isterdim. Acını dindirebilmek için, gözyaşlarının akışını durdurmak ve bir daha görmemek için elimden gelen bir şeylerin olmasını dilerdim."
Onun sözleri benim arayıp ama bulamayacağımı zannettiğim şefkat ırmağıydı ve onun bana vermeye çalıştığı şefkatin içerisinde ağlayacak bir omuz bulmuşum gibi daha çok ağlamaya devam ettim.
"Bambaşka bir adam da olmak isterdim biliyor musun?" Bunu demesi ile gözlerim boşlukta savruluyordu. "Senin karşına bambaşka koşullarda çıkabilecek bir adam olmayı dilerdim." Duyduklarımın acının tesiri ile görmeye başladığım sanrılar olduğunu düşünmeye başlamıştım.
Çünkü bu ses Ammar' a ait olamayacak kadar başkaydı.
Zihnim olmasını istediklerini üretmeye başlamış olmalıydı.
"Ardından savaşı getiren bir adam olmasaydım eğer, acını dindirmek için seni rahatlıkla sarmalayabileyim diye başka koşullar ile karşına çıkardım. Sana acıyı getiren olmayı istemezdim. Bu yola çıktığım andan beri verdiğim en zorlu imtihan sensin. Ve ben artık kendime söz geçiremeyecek kadar sana yakın olmak istiyorum. Her anında yanında olabilecek kadar yakının olmayı istiyorum..."
Bunlar hayali bir perdeden bana söylenmeye devam ederken, ben perdenin arkasındaki iniltilerle karşılık veriyordum.
"Yemin ederim sana bir hayat kuracağım." dediğinde kelimeler acı ile uçuşuyordu. "Seni göğsüne istediği gibi basabilecek bir adamla devam edebileceğin bir hayat. Bunu sana sağladıktan sonra öyle çok gideceğim ki senden, benim savaşımın tek bir oku sana isabet etmeyecek. Böyle büyük yaralar almayacaksın bir daha. Benim ülkemde her yer enkaz altında kalmışken, sen bahçende begonviller büyüteceksin. Yaptığım her şey için çok özür dilerim Mona."
Mona...
Onun sözleri cehennem çukurundan çıkmama yetmemişti. Aksine onun cümlesini bitirdiği yerde acım çok daha fazlasına katlanarak kalbime çarpmıştı.
Benim hayatım bir savaşın merhameti kadardı işte. İçinden çıkamadığım için gün geçtikçe beni küle çevirmeye başlamış korkunç bir savaşın merhameti...
O ise savaşın içindeki merhameti elinin tersi ile itmek zorunda kalan bir asker....
* * * * * * *
Selamun Aleykum.
Selam Ve Dua İle...