KAÇIŞ- 2 / 2. Bölüm
* * *
Her şey o kadar gerçekti ki oturduğum karlı zeminin kalçalarımı ıslattığını bile hissediyordum. Koca kalabalık caddede önümden küçük bir kızın geçmesi ile dikkatim hemen ona kaydı.
Bu bendim...
Hemen arkasında yürüyen anne ve babam da önümden geçtiklerinde, dolan gözlerim babamın o memnuniyetsiz ifadesi ile karşılaşmıştı. Kırmızı ve efil efil uçuşan elbisesiyle eve gittiğinde başına neler geleceğinden habersiz olan küçük kızın ardından bakmaya devam ederken çığlık ata ata ağlamaya başladım.
O koca kalabalık caddede, ağlayışlarımın üzerine iri kar taneleri yağarken hiçkimse beni görmüyor ve yanımdan öylece geçip gidiyorlardı.Tıpkı o günden geriye kalan diğer bütün günlerde olduğu gibi...
Gecelerin insanlığın boynunu önüne eğdirdiği bir kuvveti vardı. En büyük hükümran ve en gariban insanı birbirine denk kılabilecek bir kabiliyeti. Nokta nokta düştüğü her yere herkesi birbirine denk düşürecek bir ayrıcalığı. Gecenin karanlığında kimsenin kimseden bir üstünlüğü kalmazdı.
Belki de bizim kör diye kendimize yakıştırmadığımız geceler de bizi kendisine yakıştırmıyordur. O koyu asaletinin dokunduğu bizlerden kendisine çirkin bir irin bulaştırdığımızdan yakınıyordur. Kim bilir belki de bundandır bize olan düşmanlığı. Onu hakir gören bizleredir zulmü.
Uzandığım karyolanın etrafını aydınlatacak en ufak bir renk yoktu. Her şeyin üzerine karanlık bir örtü örtülmüş, her şeye bir gece gibi kör perdelerden bakma şerefi ihsan edilmişti. Uzandığım karyolada göremediğim her şey de gece ile eşitleniyordum.
Dışımdaki her renk, içimle aynı tondaydı.
Kapkaranlıktık.
Bir aydınlığı içerimizde boğabilecek kadar karanlıktık...
Ve her aydınlık bizden kaçabilecek kadar korkak...
Gözlerim hayali şekiller çizdiğim tavandan bir saniye bile ayrılmıyordu. Her kırpışta büyük bir külfet hissediyordum omuzlarımda. Yorgunluğum ve içine atıldığım kuyunun ağırlığı bir göz kırpmayı bana yük edecek kadar fazlaydı.
İki elimi olabilecek en yavaş hareketler ile karnımın üzerinde bağladım. Ve hiçbir şeyin görünmediği o tavana hayal perdemde bir şeyler çizmeye başladım. Kalemim de içimdeki koyuluk ile aynı renkti. Yazılacaklar sadece benim görebileceğim bir aydınlıktaydı. Kalem oynatıldığı an, delirmek denen fiil birkaç adım ötemde başını hafifçe yana doğru eğmiş, bana bakıyordu. Kalemi ümitsizlik mürekkebine batırdığım an üzerime saldıracağından emindim.
Derin bir bir nefes alıp kalın ve büyük harfler ile yazmaya başladım.
JOSEF LEVY' NİN KIZI OLMAK...
Bir şeylerin lanetinin ölene kadar değil, sonsuza kadar sürdüğünü anladığım bir gecedeydim. Lanet üzerime sicim gibi yağan yağmur taneleri gibiydi. Kaçabilecek hiçbir yer yoktu.
Doğum insanın kaderinin alnının ortasına yazıldığı garip bir an olsaydı gerek. O an... Doğar doğmaz bize fısıldanan gerçekler, ölene kadar boynumuza takılmış büyük bir pranga gibi asılı kalıyorlardı. Kimisi prangayı çiçeklerle süslerken, kimisi aynı pranganın koyu kömür izlerini silmek ile meşguldü. Ben ikincisini yapan taraftaydım.
Bir ölümün beni prangalarımdan kurtaracağını zannetme yanılgısına kapılmıştım ve bu yanılgı boynumda daha geniş, daha görünür izlere neden olmuştu. Şimdi silmeye çabaladığım her kömür karası biraz daha elime yüzüme bulaşıyordu....
İnsan en çok babasından aldığı darbelerle yere serilirdi. En azından ben böyleydim. Ruhumu ucundan ucundan toplamaya çalıştığım her an, tek bir kelimesi ile yere serilirdim. Onun beni mimlediği yerin dışına çıkma cesaretini yıllar sonra alabilmiştim. Ama bu kez ölene kadar bana aşağılayarak bakan gözlerini sonsuza kadar bedenimde taşıyacağımdan habersizdim.
Babam benim lanetimdi.
Ve ondan kurtulmak o ölünce değil, ben ölünce sona erebilecek bir ayrılıktı.
Onu ruhumdan söküp atmak, beni öldürebilecek kadar zehirli bir oktu.
Çıkarmaya çalıştığım her an içime biraz daha saplanıyordu. Kaçamadığım yerin içine gömülüyordum habire.
Eliza' nın sözlerinden oluşan keskin bıçak, bedenimi paramparça etmişti. Her tarafım uzandığım bu karyolanın üzerine yapışan yaralarla doluydu. Ve çaresizlik bir karabasan olup üzerime uzanmıştı. Hareket ettiğim her an dudakları ile sömürdüğü nefesim bitip tükenmek üzereydi.
Kurtuluşun ve bir daha yıkılmamanın diğer adı gibiydi artık ölüm.
Her geçen gün bana biraz daha kardeş, biraz daha yandaş oluyordu.
İçine gömüldüğüm bu yerden beni kurtarabilecek gerçek bir kahraman gibiydi artık. Korkmadan kucağına atlayabileceğim bir kahraman...
Ne kadar zaman geçti bilmiyorum. Kırpmaya imtina ettiğim gözlerim kaç dakika öylece o yazının üzerinde gezindi hesap edemedim. Fakat öyle bir uzantıya uğramıştı ki zaman, sanki geçmek yerine saniyeler ruhuma kuvvetli bir zamk gibi yapışmıştı.
Küçük bir kız çocuğu iken bir yurt dışı seyahatimizde, -sanıyorum Noel vakitleri idi- akşamın karanlığında yürüyorduk. Sarı ışıkların aydınlattığı kar kütleleri çok daha göz alıcı bir şekilde parlamaya başlamıştı, ışıkların altında. Ve ben o güne kadar ilk kez yaşadığım bir mutluluk içindeydim. Karın ışıması gözlerimi o kadar çok doldurmuştu ki bastığım zemindeki ayak izlerini saatlarce izleyebilirdim. Bir çocuğa verilebilecek en değerli şeylerden birinin kar olduğunu içimden geçirip duruyordum.
Joseph Levy, Yahudi bir temsilciydi ve onun için Noel anlamsız bir kutlamadan ibaretti ama saygınlığını korumaya gayret eden bir temsilci olduğu için Noel' e duyduğu öfkeyi dışarıya değil, içerideki ailesine kusardı.
O gün Noel parıltısı içinde heyecanla oynayan kızına eve geldiği zaman verdiği ağır tepki hala her kar tanesini görüşümde aklımda canlanır. Oysa ben ne karı ne de Noel'i birbirinden ayıracak kadar büyük değildim henüz. O zaman anlamıştım ki babamın sevgisi dışarıda görünen bir kar kütlesinden farksızdı. Onun bana dışarıda gösterdiği hassasiyet evin sıcaklığı ile buluştuğu an hızla eriyordu. Onun sevgisi benim gözlerimde hep bir kar kütlesine eş değerdi. Ne zaman gözlerim yağan kar tanelerinin üzerinde salınsa aklıma babamın sevgisi gelirdi. Ve ben daima sonsuza kadar erimeyecek kar kütlelerinin hayalini kurardım. Buna rağmen elime aldığım her kar sadece saniyeler içinde şeffaf bir suya dönüşürdü.
Ne babam beni hakkı ile sevebilmişti ne de avucuma aldığım kar taneleri birkaç saniyeden fazla kalabilmişti.
Karanlık odanın içinde üzerime oturmuş karabasanı kaçıran şey, odanın kapısının açılması oldu. Gözlerim karanlık tavandan bir ışık süzmesi ile açılan kapıya kaydığında, içeri giren kişinin bedeni koyu bir gölge gibiydi. Ama hatlarından bunun Eliza olduğunu tahmin etmek zor değildi.
Odanın ışığını açtığı an gözlerim aydınlığı görünce sağa sola kaçışan fareler gibi hızla kapanmıştı. Karnımda birleştirdiğim elleri hızla gözlerime siper ederken kaşlarımın çatılmasına mani olamamıştım.
"Işığı açmasan olmaz değil mi?" Memnuniyetsiz sesim tok bir kapı gıcırtısından farksızdı. Gözlerim ışığa alışana kadar, göz bebeklerimin önünde kırmızı benekler uçuştu.
"Bir tutsağa göre fazla isteğin var Naomi." dediği zaman kapıyı kapatmış ve bana doğru yaklaşmıştı.
Nihayet gözlerim ışığa alıştıktan sonra ellerimi yeniden karnımda birleştirdim. "Enseme indirdiğiniz darbeden başka, bana kendimi tutsak gibi hissettirmediniz. Baksana bir hücre yerine eski bir konakta tutuluyorum."
Alaylı çıkan sesim ona ulaştığında bakmasam bile bıyık altından bana gülümsediğine adım kadar emindim. Uzun süredir uzanmamdan kaynaklı ensemin ağrısının git gide arttığını hissediyordum. Uzandığım karyoladan başımı kaldırdım ve yükselerek sırtımı karyolanın demirlerine yasladım. Ne kadar zamandır aynı pozisyonda uzanıyordum bilmiyorum ama epey bir zaman olduğunu dönen başımdan anlayabiliyordum.
"Sana yiyecek bir şeyler getirdim." Elindeki küçük tepsiyi şimdi fark edebilmiştim. "Ayrıca ...." dedi, kendinden emin bir sesle. "Burada köhne bir ev bulmak zor. Sokak başından sonuna kadar eski konaklarla dolu bir yer bu ülke. Sana özel bir şey değil anlayacağın."
Hislerime karşı derin bir hissizlik hali ile yüklendiğim için aç olup olmadığımı anlayamıyordum. Açlığımı hissedecek kadar kendimde olaydım bile yiyeceklerinden yiyeceğimi zannetmiyordum. O her ne kadar yandaş bir politika izlese bile, bir önceki karşılaşmamızın sonucunu hala karnımdaki yaradan biliyordum. O, şu an beni kendi tarafına çekmeye çalışan bir İsrail elçisiydi. Ve Ammar hakkında söylediklerinin gerçek olma ihtimali sol tarafımı derinden yaralasa bile onun bir anda eski arkadaşım Eliza' ya dönüştüğünü düşünemezdim. Kullanıldığımın farkında olmayacak kadar aptal hissetsem bile bunu yapacak kadar vicdansız değildim. O benim için hala bir çocuk katiliydi.
Ölümüm onun başına büyük bir bela açmayacak olsaydı, şimdiye çoktan benim de canımı almış olan bir katil...
Kafamın içindekiler aramıza derin bir sessizlik yerleştirmişti. Suskunluğumuzu bölen onun yeniden konuşması oldu. "Seni yakalamamış olsaydım, gerçekten bir daha İsrail'e dönmeyecek miydin?"
İnce bir metal tiz bir çığlık atarak kafamın duvarlarını çizmeye başlamıştı. Eliza' nın beni götüreceğini haykıran cümlesi içimde derin bir yarık oluşturdu. Vereceğimi düşündüğüm cevaplarımın hepsi o yarığın içinden içeri doğru yuvarlanıyordu.
Allah' ım içimdeki boşluğun büyümesine engel ol. Yeterince hırpalanan gururumu gözyaşları ile süsleyerek kendimi daha fazla mahcup etmeme müsaade etme.
O yarık beni de kendisine doğru çekerken, hiçbir şey olmamış gibi sakince cevap verdim. Allah'ın yardımı olmasa, çoktan su alan bir güvertenin içerisinde kaybolmuştum bile...
"Ne o zaman, ne de şimdi... Ben işgal devletine dönmeyeceğim Eliza."
Hamlığımın suratıma yansımaması için içimdeki duvarlara tutunmuştum. Ve içimden verdiğim mücadelenin suratıma yansımaması en büyük şansımdı. Çünkü bulunduğum enkazın farkına vardığı an çok daha güçlü bir şekilde üzerime geleceğine adım kadar emindim.
"Sana gelmen için herhangi bir ricada bulunduğumu hatırlamıyorum. Ve ayrıca..." dediğinde, bana doğru uzandı. Eli yavaşça havaya kalktı. Ne yapacağını bekleyen tavrımın içinden süzülen endişeyi gözlerimden seçtiği an bir anda saçımı örten çarşafıma yapıştı. Tuttuğu örtünün altından parmakları arasında kalan saçlarımı kendine doğru çektiği zaman, saç diplerimin elinde kaldığını hissediyordum.
Gözlerim acının o yaşartan yankıları arasında sıkıştığında gözlerim dolmaya başlamıştı. Yüzünü yüzüme iyice yaklaştırdı. Yemin ederim o kadar kuvvetliydi ki, bir an başımın boynumdan ayrılacağını düşünmeye başladım.
"Ben..." dedi, dişlerini sıkarken. Yüzü neredeyse yüzüme yapışmak üzereydi. "sana konuşman için müsaade ediyorsam, sen benim vatanıma hakaret etme cürretini kendinde bul diye değil. Bir daha..." dediği an çok daha kuvvetli bir şekilde saçlarımı kendine çekti. "Bir kez daha benim kutsal devletime işgal devleti dersen, Eloah' a yemin olsun ki seni gebertirim. Kızdığım an neler yapabileceğime dair en ufak bir fikrin yok. Kimin kızı olduğun zerre umurumda değil. Anladın mı?"
Tam göz bebeklerimin içerisine bakıyordu. Kirpiklerimiz birbirine girmek için komut bekleyen saha askerlerinden farksızdı ve hırlayarak gerekli emri bekliyorlardı.
Ben sorusuna yanıt vermediğimde, parmakları arasındaki saçlarımı biraz daha sıkı çekti kendine doğru. "Sa na an la dın mı dedim Naomi Levy?"
Kelimelerini kızgınlığını daha fazla harlamak ister gibi hecelemişti. Bunu söylerken boynum avuçları arasında kopmak üzere olan kuru bir daldan farksızdı. Canımın acısına daha fazla dayanamadan hızla kafamı salladım. Bir süre daha gözlerimin içerisine baktıktan sonra nefret başımı ileri doğru ittirerek saçlarımı bıraktı.
Eliza geriye doğru çekildiği zaman çektiği yerlerin kan içinde kaldığını düşündürecek kadar bir acı ile başbaşa kalmıştım.
Doğrulduğu an yen tarafıma koyduğu tepsiyi yeniden ellerine aldı. "Anlaşılan o ki sana gösterilen müsamaha her geçen saniye biraz daha şımarmana neden oluyor. Madem iyi muamele seni tatmin etmiyor o zaman benim yöntemlerimi kullansak iyi olacak. Çünkü sen bunu hak ediyorsun."
Arkasını dönüp kapıya doğru yürümeye başladı. Açtığı kapıdan çıkmak üzereyken "Seni İsrail' e sağ teslim etmem gerekmese çoktan canını almıştım. Ama inan bana seni öldürmeden süründürecek çok yöntem biliyorum." deyip hızla kapıdan çıktı. Kapı yüzüme kapandığı an, Eliza' nın bağıran sesi kulaklarıma doldu. "Kilitleyin kapıyı. Haberim olmadan açtığınızı duyarsam kendinizi cehennemde bulursunuz."
Kapı, emri üzerine hemen kilitlenmişti. Ve ben yeniden ne ile baş başa kaldığımı bilmeden odanın içerisine mahkum edildim.
Gözyaşlarım saç derimin ağrısını bahane ederek yanaklarıma dökülmeye başladığında, ağlamak için bir bahane bulduğum için içten içe seviniyordum. Aksi halde yanaklarıma süzülen her damla yaşın sebebini tarafından ihanete uğradığım adama mal edecektim. O ağlayış benim canımı biraz daha yakacak. Kendi içimde açmış olduğum yarık gözyaşlarım ile dolacaktı. Bize ihanet eden adama olan haykırışım küçük Naomi tarafından o çukura doğru itilmeme neden olacaktı.
Ona dair hiçbir sebep bırakmamalıydım içimde.
Ben dahil hiç kimse bilmemeliydi onun için, içimde başlattığım yası. Süzülenler bile onun için indiklerinden habersiz olmalıydılar.
En çok da Küçük Naomi...
O itildiği çukurun toprağı ile oynarken, Ammar için verdiğim terk edilme hislerinden bihaber olmalıydı.
Kollarımı yavaşça bedenime çektiğim dizlerime doladım. Kuruyan dudaklarımı yaladığım da acımaya devam eden saç diplerim ile biraz, biraz ve biraz daha ağlamaya devam ettim.
Bir süre böyle geçti. Odaklandığım şeyin ne olduğunu göremiyordum bile. Bakışlarımın değdiği yerden habersiz, kendi içimdeki yarık ile mücadele ederek. Çaresizliğin gecenin seyrindeki uçuşunu izleyerek...
Yaşlar nihayet soğuk bir kuruluğa döndüğünde Küçük Naomi oynadığı topraktan başını kaldırmış, gözlerimin içerisine bakıyordu. Onun da benim de ne yapacağımıza hızlıca karar vermemiz gerekiyordu.
Ammar, Eliza' nın düşündüğünün aksine buraya gelmeyecekti ve gelse bile etrafımızın bir sürü adam ile korunduğuna adım kadar emindim. Buraya yolu yanlışlıkla düşse bile ensesine binilmesi sadece birkaç dakikayı alırdı.
Odanın içerisine yavaşça göz gezdirdim. Uyandığım dakikadan beri kuru ve çatlak tavan dışında hiçbir yere dikkat etmemiştim. Kendi elimle verdiğim bir mücadele neticesinde kurtulma olasılığım az olsa bile hiçbir şey yapmadan beni götürmelerine müsaade edemezdim. Orada beni bekleyen bir cehennem vardı. Ve o cehenneme gitmek yerine bilmediğim bir ülkenin sokaklarında sürünerek ölmeyi yeğlerdim.
Eski bir yeşilin genel olarak hükümranlık sürdüğü bir odadaydım. Toprak tonları yeşil ile uzun zamandır birlikte gibiydi. Olduğum yatak dahil olmak üzere birçok şeyin üzerine işlemeli örtüler örtülmüştü. Eski bir aynalı şifonyerin hemen solunda bir pencere vardı.
Dışarıya dair herhangi bir karanlık dışında hiçbir detayın hakim olmadığı bir karanlık. Menteşeleri eski ve çatlamış ahşaptandı. Görüntü bakımından hiç sağlam durmuyordu. Bu ihtimal benim için bir an küçük bir ümit kırıntısı haline geldi. Ve ben o minik ümidin karanlığın içinde yanan loş aydınlığına tutunarak olduğum yerden aşağıya sarkıttım bacaklarımı.
Ayakkabılarım zemin ile buluştuğunda olabildiğince sessiz olmaya gayret ediyordum. Gözlerim kapıdayken yavaşça oturduğum karyoladan doğruldum. Herhangi bir halının kaplamadığı desenli zeminde herhangi bir ses olmaması için içimden dua etmeye başlamıştım. Tam bir adım atıp pencereye doğru yürüyecektim ki bir anda kasığıma doğru saplanan sancı ile dudaklarımın arasından beklemediğim bir inleme kaçtı.
Elimi hızla dudaklarıma kapattım. İki büklüm olduğum yerde kalakalmışken dudaklarımdaki elim kasığımın biraz solunda kalan ağrıya kaydı. Kapıda herhangi bir hareketlenmenin olmaması benim için büyük bir şanstı.
Karın boşluğumda olan ağrı yayılmış gibi kasıklarıma yakın yerler cayır cayır yanıyordu. Üstünü ısrarla örttüğüm yaramın sızlaması için hiç uygun bir zaman değildi. Bu denli bir koşuşturmacanın arasında iyi bile dayandığımı biliyordum ama şu an bu ağrının ne yeriydi ne de zamanı.
Dişlerimin arasına dudaklarımı sıkıştırarak doğrulmaya gayret ettim. Hareketlendiğim an, inanılmaz bir ağrı bütün karnımı kaplamaya başlıyordu. Kaşlarım ağrıdan gergin bir yaya dönüşmüşken, bir elim karnımda ve dişlerim arasındaki dudaklarımı ısırarak pencereye doğru yürümeye başladım.
Olabildiğince sessiz olmak zorundaydım.
Ben, pencerenin önünde durduğum zaman Naomi de korkan gözlerle bana bakmaya devam ediyordu. Benim içimdeki ben, benden çok daha ürküyordu olacak olanlardan.
Dışarıda etrafı aydınlatan en ufak bir aydınlık yoktu. Geceye düşen tek ışık, bizim olduğumuz konaktan süzülen kısık lambalara aitti. Dışarıda hiçbir yaşam belirtisi görememek, şehir merkezinden uzak olduğumuzun en büyük deliliydi. Yakın surette ulaşabileceğim bir yer olduğunu hiç zannetmiyordum.
Gittiğim yerler beni kabul eder miydi, o da büyük bir belirsizlikti.
Etrafta, bulunduğumuz evin ışığı ile zorlukla seçilebilecek kadar zor görünen birkaç ağaç vardı. Onlar dışında görünen başka bir şey yoktu.
Pencerenin olduğu katın ikinci kat olduğunu şimdi anlayabiliyordum. Farkında değildim. Baygınken merdiven çıkmış olmalıydık. Pencerenin kulpuna elimi yavaşça attığım zaman hızla arkama bakıp kapıyı kontrol ettim. En ufak bir ses duyduğum zaman hemen buradan ayrılmam gerekiyordu. Eliza' nın kaçmaya teşebbüs ettiğimi sezinlemesi benim için hiç iyi olmazdı.
Yeniden yaptığım kontrol sonrası herhangi bir sesin gelmemesi üzerine pencerenin tozlu kulpunu yavaşça aşağı indirdim. Kulpun hareketlenmesi bir an ümidimin etrafını saran küçük bir aydınlık olmuştu. Açabileceğime inanmıştım. Fakat ümidimin solması sadece birkaç saniyemi aldı. Geriye çektiğimde pencere yerinden bile oynamamıştı. Eski menteşeler göründüğünden çok daha sağlam olmalıydılar. Bütün gücümle asılmama rağmen hiçbir hareketlenme olmamıştı.
Birkaç saniye daha sıkıca uğraştıktan sonra çabalarımın bir sonuç vermeyeceğini anladım. Zaten pencere açılsaydı bile bu yükseklik, aşabileceğim bir yükseklik değildi. Atlamaya kalkıştığım an sonuç bir yerimi kırmak olurdu.
Ümidim gecenin karanlığı içerisinde hızla söndüğü zaman yapabilecek hiçbir şeyim kalmamıştı. Gözlerim kaldığım kapanın arasında yeniden dolmaya başladığı zaman kafamı tozlu cama yasladım. Acıyan yaram, sancıyan kalbim ile derin bir ortaklık kurmuştu. Aralarında yaptıkları anlaşma canımı kimin daha fazla yakacağı üzerineydi. Ben bu anlaşmanın kazananını kalbim ilan ederken, içinde Ammar' a ayırdığım derin boşluk sızım sızım sızlamaya başlamıştı.
Korku, endişe, kaçamama, ümitsizlik...
Yaşadığım duygu bunların hiçbirisi değildi
Yarı yolda bırakıldığım adam tarafından yarım bırakıldığımı anladığım içindi gözlerimi dolduran. Bir yarım kalmanın boğazıma dizilmesi hem şimdim hem de yarınım olmuştu. Sıkıştığım köşe, kaçabilecek hiçbir yer olmadığının en büyük kanıtıydı. Ben buradan kaçabilmeyi başarsam bile sonsuza kadar aynı yarım ile yaşamaya mahkum edilmiştim artık. Benim için ne olduğu tam olarak büyük bir muammadan oluşan o adamın yıktığı her yerden burnuma sürekli moloz kokuları yükseliyordu.
Kafamı yasladığım camın soğukluğu içimdeki Naomi' yi üşütmüştü ve onun titreyişi yaşları biraz daha hızlandırıyordu.
Cehennem böyle bir şey miydi acaba?
Beni yere serebilecek tek gücün belirsizlik olduğunu kendime hatırlatıp dururken, etrafımda olan biten her şeyin varlığından şüphe edecek kıvama gelmiş olmak mıydı? Git gide harlanan alevlerin ruhumda yanışını hissetmek miydi?
Gözlerim usulca kapandığı zaman başımı yavaşça sağa sola doğru salladım. Ben yaşamaya layık olmayanların atıldığı o kuyudaydım. Ve baş aşağı düştüğüm bu yerde, sırtımı yaslamalık hiçbir yer bulamamak benim eserimdi. En başında yapmıştım hatayı. Kötü de olsa devam eden hayat akışımı bozmak, benim en büyük lanetim olmuştu. Kafa tuttukalarım, nihayet beni yüzüstü yere yatırmışlardı. Ve dudaklarımda tadını hissettiğim tek şey onların ayakları ile bastıkları topraktı.
Suçluluk duygusu ömrüm boyunca hiç olmadığı kadar sert hamleler ile bedenime batıyordu. Okları döndürdüğüm ilk yer kendi kendimdi. Ve kendime karşı ilk kez kaybettiğim an, o okların bana döndüğü o andı.
Bir süre öylece kalakaldım. Yaşlar kuru bir yoldu artık. Gözlerimi açabildiğim zaman gördüğüm ilk şey penceren pervazındaki menteşelere dolmuş olan kirdi. Bir süre boş gözlerle pervaz izledikten sonra başımı camdan geri çektim. Bakışlarım daha önce adını bile zorlukla duymuş olduğum ülkenin gecesi ile yeniden buluştuğu zaman gözlerim detaylıca indi ağaçların gövdesine. Karanlığın sardığı çevrelerini seçmek her ne kadar zor olsa da usanmadan bakmaya devam ettim. Beni suçlayan iğnelerin ruhumdan çekilmesi için kafamı meşgul etme gereği duyuyordum.
Bakışlarım biraz daha sabit kaldıktan sonra tam başka yöne döneceklerdi ki, çok hafif bir hareketlenme daha dikkatli bir şekilde bir ağacın gövdesine bakmama neden oldu.
Hareketlenme sabitlenmişti yeniden ama ben bakmaya devam ediyordum. Karanlığı aralayan bu titrek ışıklar arasından seçmek zor olsa bile kökten gövdeye doğru yeniden baktığımda birisinin karanlıkla karışan siluetinin varlığını ancak seçebilmiştim. Eliza'nın adamlarından birisi olma olasılığı oldukça yüksekti ama ben kaşlarımı çatarak bakmaya devam ettim. İçimde şaha kalkan garip bir duygu vardı.
Kıpırdadığım an, midemde uçuşanların dudaklarımdan döküleceği bir duygu...
Buna rağmen bakmaya devam ettim. Küçük, minicik bir denk gelişe ihtiyacı vardı kalbimin. Yeniden yanabilmek için, suç oklarını kendimden başkasına yönlendirmem içini, ayağa kalkabilmem için ve en önemlisi yeniden inanabilmek için.
Kalbimin atışını gırtlağımda hissediyordum. Göğüs kafesimin nefessiz kalmışım gibi ileri geri yaptığı ayaklanma soluklarımı birbiri ardına kilitliyordu. Ne yapacağımı bilmeden, iki avucum benden habersiz heyecanla cama sabitlendi. Derin bir nefes daha alarak alığım nefesi ak ciğerlerime hapsettim. En ufak bir ses, ümidini kıracak en ufak bir hareketlenme olmasını istemiyordum. Benden habersiz yapılabilecek en küçük bir eylem bu anın varlığını hızla tuzla buz edecekmiş gibi geliyordu.
Kafamın içerisinde nereden hatırladığımı bilmediğim bir ezgi tutuşurken, gölgedeki siluetin bana kendisini göstermesi için neredeyse yalvarmaya başlayacaktım.
Kafamın içindeki ezgi git gide hızlanırken ağacın dibindeki hareketlenme de arttı. Tuttuğum nefes ak ciğerlerimi yakmaya başladığın an ezgi olabilecek en yüksek hızla çalmaya devam ediyordu. Hızlandı, hızlandı ve hızlandı...
Küçük Naomi ve ruhumda dinlenen her şey kıpırdamadan olacakları bekliyordu.
Vakit, bilmediğim Alaca bir saate vurduğu an kafamdaki ezgi bir jilet kesiği gibi bir anda sustu. Akciğerlerime hapsettiğim hava dudaklarımın arasından kaçtı. Nefesimin harareti camda sıcak bir buğu yaparken iki elim hızla iki yanıma düştü.
Kalabalık sessiz bir sukuta yattığında saatler Alaca'yı bir geçiyordu. Ağaç dibinden seçebildiğim ayaklar bekleyişimi sona erdirmek isteyen bir kavuştay gibi bir anda öne doğru atıldığında, durmuş olan herşeyin heyecandan canı burnunda atıyordu.
İlk önce siyah ayakkabılar aydınlandı.
Arından siyah bir pantolonun süslediği bacaklar.
Bir savaşın yükünü omuzlanan gövde de aydınlığa erdiğinde, nihayet omuzların ardından görünen yüz tam gözlerimi isabet alıyordu.
Bana bakan bakışları ruhumun içini görür gibi delip geçerken, Ammar yüzüne vuran o loş aydınlıkta tam karşımda duruyordu.
Ve bende tükendiğine inandığım her şey, bir tohumun toprağı sarması gibi capcanlıydı şimdi.
Onun gözleri beni delip geçerken boğazıma doğru yükselen hıçkırığı son anda fark edebildim. İki elim hızla dudaklarıma kapanırken, yaşlar yeniden sicim gibi yağmaya başladılar. Gözlerime dolan yaşlar onu silikleştirirken, gördüğüm manzaranın bir hayalden ibaret olmasından korkar gibi dökülen yaşları hızla siliyordum.
Buradaydı.
Gelmişti.
Bırakmamıştı.
Ruhumda biriken ümidin tamamı onun bakışlarının değdiği gözlerimde toparlanmıştı.
Sağ elini kaldırıp dudaklarına götürdüğü vakit işaret parmağı ile bana küçük bir sus işareti yaptı. Onun o işareti ile hızla başımı salladığımda, aydınlığın vurduğu yüzüne dağınık saçlarının gölgesi düşüyordu. Verdiği komutu aldığımı anladığında bu kez aynı eli ile bana git işareti yapmıştı. Dikkat çekmek istemediğini anlamıştım.
O kadar güzeldi ki, karanlık önünde boyun eğecek gibi çaresiz kalıyordu.
Bana git işareti yaptıktan hemen birkaç saniye sonra bir adım atarak bulunduğu gölgenin arasına yeniden girdi. Bulunduğu yeri hesaplayarak seçtiği o kadar belliydi ki bir adımlık bir yanlışa bakardı yakalanması. Ve o küçük ihtimallerin oluşturacağı tehlikeleri def etmeyi çok iyi biliyordu.
Onun oradaki varlığının eminliğinin verdiği rahatlama ile pencereden çekildim.
Karyolaya doğru yürürken, biraz önce oturduğum gibi oturmaya başladım.
İçim, onun gelişi ile yeni bir aydınlık ile kaplanmıştı. Beni nasıl kurtaracağına dair bir fikrim yoktu. Buraya getirilirken baygın olduğum için takriben kaç tane adamın olduğunu hesap edemiyordum. Eliza' nın buraya hatırı sayılır çoğunlukta insan yığdığını tahmin etmek güç değildi.
Ama ona güvenen tarafım beni buradan çıkaracağına o kadar emindi ki, başka hiçbir seçeneğin varlığını düşünemiyordum bile.
Sırtım karyolanın demirlerine yeniden yaslı beklerken, kulağım her an yükselme ihtimali olan seslerdeydi. Bir iğnenin yere düşmesini duyabilecek kadar odaklanmıştım kapının dışında yükselen seslere. Arada bir hareketlenen adım seslerinden başka hiçbir şey duyamıyordum.
Bekleyişim bir salyangozun sırtındaki yürüyüş kadar uzun sürdüğünde, gözlerime uyku damlamaya başlamıştı. Kendimi ısrarla ayakta tutmaya çalışsam da gecenin ilerleyen saatleri ve evdeki derin sessizlik uykumu getiriyordu. Gözlerim boşlukta gezinen bir hayal gibi yana doğru devrilmeye başladığında, uykusuzluğun bütün gücü ile bedenimdeki yorgunluğa saldırdığını biliyordum. Birkaç dakika kadar dayandıktan sonra sessizlik kafamın içinde derin bir ninniye dönüşmeye başladı. Göz kapaklarım artık bir ton ağırlığındaydı. Kafam karyolanın başlığına, geriye doğru düştüğünde hatırladığım son şey sarı ışın altında dünyanın yana devrilmesi gibi yerinden kayan eşyalardı. Daha fazla dayanamamış, kendimi uykunun kollarına bırakmıştım.
Ümit dolu bir uykunun kollarına...
* * * * * * * *
Büyük bir gürültü ile gözlerimi açtığım zaman, bir an neye uğradığımı şaşırdım. Uyku etrafa dağılmaya başladığında, sersemlemiş bir şekilde sağıma soluma bakıyordum. Güneş doğmuş ve ışıkları direkt odanın penceresinden yatağımı hedef alıyordu.
Çarşafım terleyen vücuduma neredeyse yapışmıştı. Alnımın çatısında boncuk boncuk oluşmuş ter baş örtüsünün yüzüm ile bir olmasına neden olmuştu.
Kopan gürültünün ardından gürültü ile yükselen adım sesleri kulaklarımı doldurduğunda, hızla eşarbımı düzelttim. Alnımın biraz yukarısından kaymış olan eşarbı saçlarımı kapatacak şekilde sabitledim.
Adımlar iyice kapıya yaklaştığı zaman doğan güneşin araladığı bugüne Ammar' ı görerek başlamayı diliyordum.
Dün gece onu beklerken uyuya kalmıştım. Bu kadar gecikmesi normal miydi bilmiyorum ama alevlenmiş ümidim hala bakiydi. Bir şekilde bana ulaşmanın yolunu bulacağından emindim.
Kapının anahtarı hızla döndü ve bir anda ardına kadar açıldı. Kapı duvara sertçe çarpıp durmuştu. Gürültünün bende oluşturduğu korku ile yerimde zıplamıştım.
Açılan kapının ardında bana bakan Eliza' yı görmem ile gözlerim fal taşı gibi aralandı.
Ammar neredeydi?
"Kalk hemen. Gidiyoruz..." dediğinde, bir şeylerin ters gittiğini yüzünden anlayabiliyordum.
Ben daha ne olduğunu anlayamadan, bir anda kolumdan tutup çekiştirmeye başladı.
Parmakları bir zırh gibi tenime geçtiğinde, beni olduğum yerden kaldırmış arkasından sürüklemeye başlamıştı. Karın boşluğuma saplanan ağrı ile onun arkasından sürükleniyordum.
Eski konağın ikinci katından aşağı doğru indiğimizde karın boşluğuma saplanan ağrı nefesimi kesiyordu. Dışarı çıktığımızda yalvarmaya başlamıştım. "Ne olur dur. Lütfen. Yalvarırım."
Ammar neredeydi ? Bu kadın neden beni böyle sürüklüyordu. Sarı otların süslediği bu arazide ben ile Eliza dışında hiç kimse yok muydu?
Gücüm ayaklarımdan kesildiğinde konağın arkasına doğru yürütülüyordum ve sabah uyandığımda yüzümü kaplayan ter damlaları iki katına çıkmıştı. Kasıklarıma inen ağrı bacaklarıma yayılıyordu. Konağın köşesini döndüğümüzde bir beyaz Range Rover bekliyordu.
Konağın bu kısmı dün gece benim camdan Ammar'a baktığım taraftı. Acı çeken bedenime rağmen, Eliza sürüklemeye devam ederken etrafıma bakmaya devam ediyordum.
Acı sürüklenmenin etkisiyle bütün bedenime yayılmıştı. Gözlerim kararmaya başladığında son bir kez Eliza' ya seslendim.
"Lütfen yavaşla. Daha fazla dayanamayacağım..."
Bunu demem ile daha hızlı bir şekilde çekmeye devam etti. Bir şeylerin yolunda gitmediği kesindi. Ve Eliza dur durak bilmiyordu.
Beni son bir kez daha arabanın yanına doğru çekiştirdiğin de, artık yeryüzü ayaklarımın altından kaymaya başlamıştı. Gözlerim derin bir karanlığa doğru kapanırken, boğazımın kuruduğunu hissedebiliyordum. Eliza' nın kolumu tutan eli bir yokluğa dönüştüğünde bedenim bir anda toprak zemine süzüldü onun da beklemediği bir an ayaklarının hemen dibine yığılmıştım.
Günlerdir ısrarla üzerine örttüğüm yaram bütün bedenime yayılmış gibi derin bir ağrı ile zonkluyordu. Sağ yanağıma düştüğüm zeminlerin çakıllarının battığını hissedebiliyordum.
Eliza'nın "Kahretsin. Kahretsin..." diye bağıran sesi kulaklarımı dolduran son şeydi.
Sonrasına düştüğüm hissizlik kuyusunda ne ağrım vardı ne de sancım...
Tenimin üzerine yağmaya başlayan kar tanelerinin varlığını hissediyordum. Sanki her biri çıplak bedenime düşüyormuş gibi indikleri an bedenimde oluşturdukları erimeye yakından tanık oluyordum. Etrafımda esen soğuk bir rüzgar yerini iyiden iyiye fark ettiriyordu.
Nereden geldiğini bilmediğim bir ışık demeti gözlerimin kapalı kapaklarının ardından rahatsız ederken, bulunduğum yerin yığıldığım yer olmadığına artık emin olmuştum.
Yanağıma batan çakıllar yerine soğuk bir ıslaklık fark ettiğim zaman nereye getirildiğimi bulmaya çalışıyordum.
Gözlerim yavaşça aralandı. Gördüğüm ilk şey zemine düşmüş parıltılı beyazlıklardı. Puslu olan görüntü yavaş yavaş netleştiği zaman yakından baktığım şey karlı bir zemindi.
Şaşırarak hızla kafamı düştüğü yerden kaldırdım.
Bir rüyanın içinde miydim?
Geniş bir caddenin tam ortasındaydım. Her yeri beyaz bir kar örtüsü kaplamıştı. Bir anda burnuma düşen iri bir tane ile hızla irkildim. Kar tanesinin erimesi sadece bir saniyeyi almıştı. Gözlerim burun ucumdan yükselip yavaşça gökyüzüne doğru kaydı. İri iri kar taneleri başımdan aşağı bütün caddeye dökülüyordu. Hatta öyle ki düşen tanelerden gökyüzünü göremiyordum.
Etraftaki kalabalıktan yeni canlanmış gibi sesler yükselmeye başladığı zaman ve kulaklarıma bir Noel şarkısı geldiğinde ancak etrafımda olan bitene bakmayı akıl etmiştim.
New York' taydım.
Annem ve babam ile geldiğimiz o caddedeydim.
Her şey o kadar gerçekti ki oturduğum karlı zeminin kalçalarımı ıslattığını bile hissediyordum. Koca kalabalık caddede önümden küçük bir kızın geçmesi ile dikkatim hemen ona kaydı.
Bu bendim...
Hemen arkasında yürüyen anne ve babam da önümden geçtiklerinde, dolan gözlerim babamın o memnuniyetsiz ifadesi ile karşılaşmıştı.
Kırmızı ve efil efil uçuşan elbisesiyle eve gittiğinde başına neler geleceğinden habersiz olan küçük kızın ardından bakmaya devam ederken çığlık ata ata ağlamaya başladım.
O koca kalabalık caddede, ağlayışlarımın üzerine iri kar taneleri yağarken hiçkimse beni görmüyor ve yanımdan öylece geçip gidiyorlardı.
Tıpkı o günden geriye kalan diğer bütün günlerde olduğu gibi...
* * * * *
Selamun Aleykum.
Selam Ve Dua İle...