Uyandığımda kaburgalarım ve vücudum ağrıyordu. Demir parmaklıklara doğru koştum. Girişte iki muhafız burayı koruyordu sanırım.
“Çıkarın beni buradan, ben masumum, kimseye bir zararım yok!” diye seslendim ama çıt çıkaran olmadı. Burası eski bir zindan olmalıydı, zira her yer pas, kan ve lağım kokuyordu. Son sahneler aklımda canlandı; onlar melekti ve beni bu denli döven kadın da bir melekti. Melez bile olsam bana eziyet etmeye hakkı yoktu. Bir kere melekler, yapıları gereği şiddet yanlısı olmamaları gerekiyordu ama olmuştu. Kafamdan geçen düşünceler sesli bir şekilde döküldü. “Bir de melek olacaksınız, sadistler!” Cümlem bittiğinde bir kahkaha koptu.
“Hadi ama melez, biraz daha zorlayabilirsin bence.” Tok sesli bir adamdı, yaşlı olmalıydı, en azından orta yaşlı. Yüzünü göremedim. “Burada biri mi vardı? Neredesin?!”
“Hemen yan tarafında meleğim,” dedi. Yılışık tonunu beğenmemiştim ama yan taraftan duvarın tıklama sesi geldi. En azından tek başıma değildim. Sessiz kaldım. Annem yokluğumu fark etmiş miydi? Ya da Darrel beni buradan kurtarmaları gerekiyordu.
“Söylesene, ne suç işledin?” dedi yan tarafımdaki adam.
“Hiç... hiçbir şey yapmadım. Tek suçum doğmak sanırım.”
“Hadi ama, bir şey yapmasan seni neden buraya tıksınlar, hem de dayak yemişsin?”
“Bilmiyorum?!” diye çıkıştım. Bir an zonklayan yanlarım bir yana, iyice çileden çıkmıştım artık. “Özür dilerim, sinirlerim yıprandı. Kendimde değilim.” Sakin kalmak için nefes aldım derince. “Peki ya sen, senin suçun nedir? Ve adın?”
“Adım Nerathiel,” dedi tok bir sesle. “Ve suçum... işte, onları sayarak bitiremem.” Sonunda ise güldü. Zarif bir kahkahaydı.
“Sen iblis misin?”
“Aynen, doğru bildin meleğim.” Sessizlik çöktü kısa bir an. “Pekala, anlatmak ister misin? Yani başka bir programın yok diye söylüyorum, zaman burada farklı akıyor.” Şu halde bile eğlenebilmesi akıl alır gibi değildi. Ama belli ki durumdan hoşnuttu. Ve ben belki bir şeyleri anlatıp durumumun ne kadar vahim olduğunu öğrenebilirdim.
“İnan ama gerçekten hiçbir şey yapmadım. Tek hatam doğmak. Yıllarca o mahzende gün yüzü görmedim ve şimdi hayatımı yaşamadan öleceğim...”
“Sen cennette miydin? Bak işte bu yeni bir durum. Ayrıca ölmek mi? Sana bunları kim söyledi, melez?”
Sesindeki alay ve şaşkınlık bana bildiğim bir şeylerin yalan olma ihtimalini anımsattı. “Aman ne cennet! Ve evet, annem bana melezlerin melekler tarafından öldürüldüğünü söyledi...”
“Bak canım, bu seni üzebilir ama—” sözü yarım kaldı.
Ayak sesleri, taş duvarlarda yankılanarak çoğaldı; birden, tüm zindan sanki o ritimle nefes alıyordu. Nemli hava, pas kokusuyla karışmıştı. Tavandan sızan solgun mavi ışık, taşların arasında gezinen garip bir büyünün kalıntısı gibiydi.
Kapı açıldığında, bulunduğum yerin iğrençliğini daha çok fark ettim. Gerçek anlamıyla…
Çürümüş zincirler duvarlardan sarkıyor, üzerlerinden solucanlar süzülüyordu. Yerde, eski zamanlardan kalma tılsımların solmuş izleri vardı; kim bilir, buraya hapsedilen kimlerin kanıyla çizilmişti.
Zemin, sanki yaşayan bir şeymiş gibi nefes alıyor, üzerindeki taşlar belli belirsiz titreşiyordu.
Kapının ardında, yüzü maskeyle gizlenmiş bir varlık belirdi. Gözlerinden yayılan beyaz ışık, zindanın içindeki büyü mühürlerini bir anlığına canlandırdı.
“Uyanma vaktin geldi,” dedi, sesi hem bir fısıltı hem de bir emir gibiydi.
Ben zincirlerime baktım; gümüş değil, saf gök metaliydi, melek kanıyla mühürlenmişti. Kaçmak mümkün değildi. Hem olmasa ne olurdu ki, meleklere karşı koyamazdım.
Maskeli varlık zincirimi çözdü, bileklerime sinmiş kanın ışıltısı yavaşça sönüyordu. Gücüm yoktu, çünkü bende hiçbir melek gücü yoktu. Sadece onların kanı vardı içimde; bana asla ait olmayan bir miras.
“Konsey seni bekliyor,” dedi o soğuk sesle.
Adımlarım taş zeminde yankılandı. Duvarlardan akan mavi ışıklar, neredeyse bir kalp atışı gibi titreşiyordu.
Koridorun sonunda açılan kapı, bir yargı salonundan çok bir tapınağı andırıyordu.
Yedi taht, yarı karanlıkta sıralanmıştı. Her birinin arkasında dev kanatlar, ışıkla şekil bulmuş hâlde duruyordu. Onların arasına girdiğim an dizlerim çözüldü; bu, korkudan çok bastırılmış bir utançtı.
Annem oradaydı, diğerlerinin gerisinde, yüzü bembeyaz.
Yanında Darrel duruyordu, gözlerini kaçırarak.
“İşte bu o,” dedi ortadaki melek. “Kanı bizden, özü onlardan. Kusurlu yaratım.”
Kelimeleri ruhumu delip geçti.
“Ben kimseye zarar vermedim,” dedim, sesim yankılandı. “Sadece yaşamak istedim. Eğer günahsa bu, o zaman hepiniz günahkârsınız!”
Bir uğultu yükseldi. Meleklerden biri ayağa kalktı, kanatlarının ışıltısı gözlerimi yaktı.
“İnsan doğasına melek kanı karıştığında denge bozulur.”
“Yeter!” diye bağırdım. “Ben bir lanet değilim! Ben—”
Sözüm yarıda kesildi.
Darrel’in bakışı gözlerime değdi. İçinde acı vardı ama korku da…
Annem bir adım öne çıktı, sonra geri çekildi.
“Onlara karşı koyma,” dedi kısık bir sesle. “Hayatta kalman için tek şansın sessizlik.”
Sessizlik mi?
Onların önünde bir hiç gibi durmak mı?
Yıllarca karanlıkta, zincir içinde yaşadıktan sonra yine susmak mı?
Ortadaki melek sessizliğini bozdu.
“Yukarıya ait değilsin. Aşağıya da değil. Karar verilmiştir.”
Bir uğultu yayıldı salonda, ışıklar sanki bu kararı onaylıyormuş gibi titreşti.
Ben ise hâlâ onların gözlerinin içine bakıyordum, özellikle annemin.
Bir kelime bile etmedi. Sadece sustu.
Darrel başını eğdi, kollarını kavuşturdu.
Sanki ben hiç olmamışım gibi.
“Yarın sabahın ilk ışığıyla,” dedi meleklerden biri, sesi taş gibi soğuktu, “dünya katmanına gönderilecektir. Varlığın orada yaşayacak.”
Yarın sabah.
Demek ki bu geceyi sağ çıkarsam bile, bir sonraki gün yaşamım belirsizlik içinde sürünecekti, belki de ölecektim.
Maskeli varlık diz çöktü.
“Emir yerine getirilecektir.”
Sonra bileğimden yakaladı, beni yerden kaldırdı. Sanki bir eşya taşır gibi.
Konseyin dev kapıları yeniden açıldı, ışık dışarıya döküldü.
O ışığın içinde annemin silueti hâlâ duruyordu ama gözleri bana bakmıyordu.
Soğuk koridorlara geri götürülürken içimdeki öfke giderek büyüyordu.
Beni karanlığa götürürken bir şey fark ettim; duvarlarda küçük yanık izleri vardı.
Sanki burada benden önce de biri… yanmıştı.
Zindanın demir kapısı bir kez daha gıcırdayarak açıldı.
İçeri itildim, zincirler tekrar bileklerime dolandı.
Sonra kapıyı kapatıp gitti.
Adımlarının yankısı uzaklaştığında, zindan yeniden kendi soluklarını aldı.
Bir köşede sessizce otururken, yan hücreden tanıdık bir ses geldi:
“Hayatta mısın, meleğim?”
Nerathiel’di.
Bir an gözlerimi kapadım, boğazımdan çıkan kelime neredeyse bir fısıltıydı.
“Şimdilik.”
“Peki ya sonuç ne olacak?” Bir anda benimle neden ilgileniyordu ki? Zaten yeterince aklım doluydu. Belki de burada yapacak başka bir şeyi yoktu, bilemiyorum.
“Dünyaya sürgün edildim,” dedim kısık bir sesle. Orada tek başıma nasıl hayatta kalacaktım bilmiyorum. Ya da daha doğrusu Darrel olmadan nasıl yaşayacağımı... Ama bana bakmamıştı bile, değil mi? Gözleri bana değmemişti bile. Gerçekten beni sevmemişti sanırım. Aklım bir an zindandan çıkmadan önce Nerathiel’in diyeceklerine gitti. “Sen gitmeden önce bir şey diyecektin?”
“Ha, sadece ölebilirsin diyecektim ama affedilmişsin. Peki ya şimdi ne yapacaksın?”
Derin bir iç çektim, ben de bilmiyordum ve birine dökülmeye ihtiyacım vardı. “Darrel... Ona âşık oldum. Belki bir şekilde dünyada yaşarım ama o olmadan hayat nasıl geçer?”
“Hmmm,” dedi düşünürcesine. “Seni affetselerdi bile olmazdı. Çünkü sen ölümsüz değilsin, meleğim. Melekler haddinden fazla yaşar ve sen ölümlüsün. Kimse ölümlü bir kızla bağ kurmaz. Hem teknik olarak gücün olmadığından zayıfsın da. Genelde evlilikler güç üzerine kurulur göklerde. Arada kurulan bağ onları güçlendirir ama senin gibi biri bunu yapamaz.”
“Yani...” dedim, ellerimi dizlerime bastırarak. “Beni buraya atanlar, beni yaratanlar... Onlar kadar saf kan değilim. Ama hâlâ onların gözlerinin içine bakınca neden içim acıyor, biliyor musun?”
“Çünkü hâlâ onlara ait olduğunu sanıyorsun,” dedi Nerathiel sessizce. “Oysa onlar seni çoktan unutacak.”
Demir parmaklıkların ötesinde sanki bir rüzgâr esti.
Oysa bu kadar derinde, hiçbir hava akımı olmamalıydı.
Bir tüy savruldu önümde, solgun, yanık bir melek tüyü.
“Unutulmak...” diye fısıldadım. “Bazen ölmekten daha kötü.”
“Olabilir,” dedi o, alaycı bir tebessümle. “Ama unutulmak aynı zamanda özgürlüktür. Sen artık onların zincirinde değilsin. Yarın sabah dünyaya düştüğünde ne melek olacaksın ne insan. Bu seni korkutmalı ama... aynı zamanda kıskanılacak bir kader.”
“Özgürlük mü?” dedim öfkeyle. “Zincirlerle mi? Sürgünle mi?”
Ayağa kalktım, duvarlara vurdum. “Beni onların yaptığı gibi sen de kandırma, iblis!”
Sessizlik.
Sonra hafif bir gülüş duyuldu.
“Ben kimseyi kandırmam, meleğim,” dedi yumuşak bir sesle. “Sadece olanı söylerim. Biz iblisler doğrunun peşindeyizdir, melekler gibi gerçeği saklamayız. Bu yüzden sevilmeyiz.”
Sözleri damarlarımda yankılandı.
Annemi düşündüm. Soğuk yüzünü, bana bakmayan gözlerini...
Belki de gerçekten sakladığı bir şey vardı.
“Yarın sabah,” dedi Nerathiel, “seni dünyaya gönderecekler. Orada hayatta kalmak istiyorsan bir şeye ihtiyacın olacak.”
“Ne gibi?”
“Bir sebep.”
Sesi karanlığın içinden geldi, neredeyse bir fısıltıydı.
“Yaşamak için bir sebep bul, meleğim. Yoksa dünya seni yutar.”
Bir an sessiz kaldım.
Sonra demirlerin arasından fısıldadım:
“Benim sebebim zaten çoktan beni bıraktı.”
“Öyle mi?” dedi gülerek. “O zaman yeni bir sebep bulacaksın. Belki ben sana yardım ederim. Belki de yollarımız dünyada kesişir. Kim bilir, belki bu zindan o kadar da kötü bir başlangıç değildir.”
Daha fazla konuşmadım. Ne olduysa olmuştu. Canımı yakan sürgün değil, Darrel’di. Ben ona sonsuz bir güven duyarken o gözlerime bile bakmamıştı. Cidden, gözümde fazla mı büyütmüştüm?
Sabah kaderime doğru götürülmek için kaldırıldım. Adımlarım geri geri gidiyor olsa bile iki yanımdan sıkıca tutan muhafız melekler beni sürüklüyordu adeta. Ama daha önce gittiğim konsey yolundan değil, başka bir yöne saptık. “Hey, nereye gidiyorum?” Cevap veren olmamıştı. Beni bir odanın içine doğru ittirdiler. Kapı üzerime kapandığından korkuyla vurmaya başladım. Ne diye beni odanın tekine tıkmışlardı?
Ama kapı anında nurani bir büyü ile kaplandı ve tanıdık bir enerji yayıldı. Arkamı döndüm hızla. Artık karanlık bir mahzen yerine aydınlık bir yerde, tüm ihtişamıyla Darrel vardı. Ah, her gördüğümde daha iyi görünmesi ona kendimi kaptırdığım içindi sanırım. Ama son gördüğümdeki tavırları beni ikileme sokmuştu.
“Darrel! Neden buradayım?”
Gülümsedi kocaman. Aklımdan yüzlerce senaryo geçti ama hiçbiri umduğum gibi değildi sanırım. “Veda. Güzel bir veda için buradasın ve vaktimiz az.”
Benim için bir şey yapar sanmıştım ama o beni hemen hayatından çıkarmaya oldukça hevesliydi. “Cidden mi, hiçbir şey yapmadan kabullendin mi, Darrel?! Beni sevdiğini sanmıştım!” dedim hınçla. Yüzü soldu, yanıma yaklaştı bir çırpıda. Eli çenemi kavradı, kendine kaldırdı.
“Zaten seni sevdiğim için bunu yapmak zorundayım. Ölmemen için.”
Duyduklarıma inanamadım. “Ha?” dedim anlamayarak. “Ne demek bu?”
Yine gülümsedi; yani şu an bu kadar sakin olması can sıkmaya başlamıştı. “Senin için, yaşamın için aşkımı feda ediyorum. Sen yaşa diye senden vazgeçiyorum. Babama söz verdim ve o da benim için bunu halletti.”
Gerçek miydi? Ben onun hakkında neler düşünürken o, benim için babasıyla konuşup hayatımı mı kurtarmıştı? “Sen de gel benimle, Darrel. Eminim dünyada gözden uzak bir yer vardır; hayatımızı orada geçiririz, herkesin ve her şeyin uzağında.” Aklıma en parlak fikir olarak bu gelmişti. Onsuz yaşamak mı? Hayal bile edemiyordum.
Saçımı kulağımın kenarına koydu. Elini indirip kolunu açtı. “Bu bozamayacağım bir yemin,” dedi. Garip simgeye dokunurken ışık saçmıştı. Yine baktı bana derince; enerjisi tüm benliğimi sararken ondan uzak kalma düşüncesi beni delirtecekti. “Hem tüm bunlar olmasa bile ben ölümsüz bir varlığım, sen ise en fazla yüz yıl yaşayacak bir insan. Sen olmadığında hayatımın çok büyük bir kısmını kaçarak mı yaşayacağım? Hem sen de tamamında kaçarak taşıyacaksın, bu ikimize de işkence olur, Em. Tabii o da şansımız yaver gider, bir mucize filan olur ve yakalanmazsak.”
Gözyaşlarım aktı yanağımdan. “Darrel…” dedim titreyen ve itiraz eden bir sesle. Parmağını dudağıma dayadı, susturdu beni. “Varlığımız kalbimizde güzel hatıralarla anılsın.” Cebinden o ince sedef yüzüğü çıkarıp bana verdi. “İhtiyacın olduğunda sadece tek seferliğine geleceğim. Şimdi git, Ember, git ve hayatını yaşa.”
Ama ben hatıra olmak istemiyordum.
Yaşamak istiyordum, onunla.
Tam elini tutacakken kapı yeniden açıldı.
İki muhafız içeri girdi, bembeyaz zırhlarının üzerindeki semboller parıldıyordu.
Darrel’in bakışları bir anlığına titredi. Sonra geri çekildi.
Bir daha dokunmadı.
Bir daha konuşmadı.
Kollarımdan yakalayıp beni dışarı sürüklediler.
Zemin ışıkla doluydu. Ayaklarımın altındaki mühürler tek tek yanıyor, her biri adımı bir günah gibi yazıyordu.
Darrel arkamdan sadece izledi.
Gözlerime bakmadı.
Sonunda gerçekten gitmeme izin verdi.
Koridor boyunca ilerlerken sanki tüm gökyüzü sessizliğe gömülmüştü.
Meleklerin diyarında bile ölüm gibi kokan bir hava vardı.
Kafamı çevirdiğimde, duvarlardaki kristallerde kendi yansımamı gördüm.
Kanatları olmayan ama kanında onların mirasını taşıyan biri.
Yarım.
Kusurlu.
Konsey salonuna vardığımızda sabah ışığı kırık vitraylardan süzülüyor, taş zeminde renkli gölgeler oluşturuyordu.
Ortadaki melek tahtından yükseldi.
Elinde parlayan bir asa, üzeri binlerce mühürle doluydu.
“Ember,” dedi, sesi yankılandı. “Gökyüzü seni reddetti.
Kanının ışığı bu âleme ait değil.
Seni alt katmanlara sürüyoruz, insan diyarına.”
Yüzümü kaldırdım, gözlerim annemi aradı.
O yine oradaydı.
Ama gözleri… taş gibi soğuktu.
Sadece başını eğdi.
Bir damla bile yaş dökmedi.
“Anne…” dedim fısıltıyla.
O an dudakları kıpırdandı.
Ama çıkan tek kelime “Affet beni” oldu.
Sonra bir ışık çemberi açıldı.
Altımdaki zemin çözülmeye başladı, sanki gökyüzü beni kusuyordu.
Etrafımda yedi mühür parladı.
Bir melek dua etmeye başladı.
Diğerleri gözlerini kapattı.
Ben ise son kez Darrel’i düşündüm.
Elimdeki yüzük, ışığın içinde kaybolmadan hemen önce parladı.
Bir ses yankılandı, son hüküm gibiydi:
“Gökyüzü seni unutsun, dünya seni tutsun. Işığın karanlıkta yankı bulsun.”
Ve her şey bir anda sessizleşti.
Zemin yarıldı, ışık beni yuttu.
Yere değil, boşluğa düşüyordum.
Rüzgâr, kanımın içindeki tanrısal yankıları söküp atarcasına çığlık atıyordu.
Son gördüğüm şey annemin yüzüydü.
Son duyduğum şey ise Nerathiel’in sesi; zindan duvarlarının ötesinden, sanki zamanın dışından fısıldadı:
“Yaşamak için bir sebep bul, meleğim…”
Sonra her şey karardı.