📖 4. BÖLÜM – DAĞIN GÖLGESİNDE BAŞLAYAN HİKÂYE
Lisenin daha ilk aylarıydı ama okulun enerjisi hiç ilk ay gibi değildi.
Herkes büyük bir yarışın içindeymiş gibi davranıyor, sınıflar kendi gruplarını kuruyor, teneffüslerde koridorlar savaş alanına dönüyordu.
Ben ve Derin ise o kalabalığın içinde, aynı anda hem çok görünür hem de çok yabancı kalıyorduk.
Ortaokulda her şey belliydi.
Kiminle oturacağın, kiminle güleceğin, kiminle kavga edeceğin bile yazılıymış gibi.
Ama lise… başka bir dünya.
Tam bu sırada okuldan bir duyuru geldi.
Sınıf rehber öğretmenimiz tahtaya dönüp büyük bir heyecanla söyledi:
“Çocuklar, bu dönem 9. sınıflar için bir haftalık doğa kampı düzenleniyor. İçinde dağ yürüyüşü var, çadır kurulumu var, gece etkinlikleri var. Katılmak isteyenler ismini yazdırsın.”
Sınıfta bir uğultu oldu.
Ben ve Derin aynı anda birbirimize baktık.
Bizim gözler aynı anda parıldar.
Öyle bir anlaşma şekli vardı ki, hiç konuşmadan “gidiyoruz” diyebiliyorduk.
Derin sessizce kaşını kaldırdı.
“Kesin gidiyoruz.”
Ben de defterime eğilmiş gibi yapıp fısıldadım:
“Kesin.”
Listenin başına adımızı yazdırdık.
Bize göre macera demek nefes demekti.
Sıkıcı sınıflardan, anlamsız ders notlarından, sıradaki çocuk gibi olma zorunluluğundan uzaklaşmanın tek yoluydu.
Ama bilmediğimiz bir şey vardı.
Bu kamp, sadece bir gezi değil, hayatımızdaki dönüm noktası olacaktı.
Kamp günü geldiğinde okulun bahçesi hareketliydi.
Sırt çantaları, uyku tulumları, matlar, su şişeleri…
Bir lise kampı ne kadar kaoslu olabilirse, o kadar kaoslu bir görüntü vardı.
Derya olarak ben, çantamın fermuarını kapatıp derin bir nefes aldım.
“Bu hafta ne olur kim bilir.”
Derin omzuma çarptı.
“Olacakları sen bile tahmin edemezsin. Bir de beni düşün.”
Otobüsler sırayla dizilmişti.
Biz 9/B ile aynı otobüse bindik.
Ön tarafa yakın boş iki koltuk bulup oturduk ama daha motor bile çalışmadan, bir gölge koltuğun yanına düştü.
“Burada boş mu?” dedi biri.
Başımı çevirdim.
O an ilk kez gördüm.
Daha otobüse yeni binen bir çocuk.
Boyu uzun, yüzü ciddi, saçları dağınık ama düzgün bir dağınıklık.
Gözlerinde hafif bir yorgunluk vardı, ama o yorgunluk rahatsızlık değil, sanki düşünmeyi seven insanların yorgunluğu.
Derin baktı.
“Boş.”
Çocuk oturdu.
Defterini açtı, sayfalarını sessizce çevirdi.
Ben eğilip fısıldadım:
“Yazı karakterinden bile ağırbaşlı çocuk olduğu belli.”
Derin gülmemek için dudağını ısırdı.
O an rehber öğretmen mikrofonu açtı:
“Bu kampın sorumluları Yaman öğretmen ve Ceren öğretmen. Hepiniz kuralları dinleyeceksiniz. Dağ yürüyüşü hafife alınacak bir şey değil. Birbirinize dikkat edeceksiniz.”
Otobüs hareket etti.
Kamp yolunda biz konuşurken, ön sıranın sağ tarafından bir ses yükseldi.
“Yine geç kaldın Deniz. Otobüs seni bekliyor sanırsın.”
Ses aynı anda hem kızgın hem eğlenceliydi.
O sesin sahibi de biraz sonra ortaya çıkacaktı.
Az önce yanımıza oturan oğlan, defterden başını kaldırmadan cevap verdi:
“Deniz’i tanıyorsun. Geç kalmak onun ikinci adı.”
Derin bana baktı.
“Demek kardeşi var.”
Otobüs ilerlerken, kapı açıldı ve biri soluğunu çekerek içeri girdi.
Ayakkabı bağı çözük, saçları rüzgâr yemiş, sırt çantası kaymış bir çocuk.
Enerji onda akıyordu sanki.
Nefes nefese, rehber öğretmene bakıp:
“Hocam bir saniye… Koşarak geldim… Tam zamanında geldim ama değil mi?”
Ceren öğretmen başını iki yana salladı.
“Deniz, senin için erken gelmek bile geç.”
Otobüs kahkahaya boğuldu.
O çocuk, yani Deniz, bizim yanımıza geldi.
Kardeşinin yanına dönüp yan koltuğa oturdu.
İkisi birbirine çok benzemiyordu ama benzerlikleri gözlerinde gizliydi.
Biri daha ağır, sessiz; diğeri daha hareketli, cıvıl cıvıl.
Derin kulağıma eğildi.
“Tamam. Sessiz olan → Alp.
Enerji topu olan → Deniz.
Garanti.”
Ben hafif bir gülüşle:
“Kanka, isimleri bile yakışıyor.”
Otobüs dağa doğru tırmanmaya başladığında ben camdan dışarı baktım.
Ağaçlar koyulaşıyor, yollar virajlaşıyor, gökyüzü daha açık görünüyordu.
Derin omzuma dokundu.
“Bu kamp hayatımızı değiştirebilir.”
“Nasıl yani?” dedim.
Gözlerini kısıp fısıldadı:
“Bilmem. İçimde bir his var.”
Ben içimdeki hissi söylemedim.
Ama ben de aynı şeyi hissediyordum.
Bu kamp… bir şeylerin başlangıcıydı.
Otobüs molada durdu.
Herkes indi.
O anda bir şey oldu.
Tam basamaklardan inerken benim ayağım kaydı.
Hayatımın en gereksiz kazası.
Ama refleksle bir el kolumu tuttu.
Dengem bozulmadan ayağımı sabitleyebildim.
Elini çekmedi, bir saniye bekledi.
Sonra o sakin ses konuştu:
“Biraz dikkat etsen iyi olur. İleride tırmanış var sonuçta.”
Başımı kaldırdım.
Alp.
Derin bana bakıyordu, ama yüzündeki ifade her şeyi söylüyordu.
“Bu hikâyede bir şey başlıyor.”
Ben sadece,
“Teşekkür ederim,”
dedim.
Alp hafifçe başını eğdi ve uzaklaştı.
Sessiz, düzgün, abartısız.
Yanımızdan geçerken Deniz de atladı:
“Derya mıydı? Kardeşimin hayat kurtarma anı başlasın. Bir daha düşersen haber ver, ben kameraya çekerim.”
Ben kaşlarımı kaldırdım.
“Sen çekmeden de düşmem merak etme.”
Derin kıkırdadı.
Deniz bana baktı.
O bakışta ne vardı bilmiyorum ama sanki çoktan tanışmış kadar rahattı.
Kamp alanına geldiğimizde ağaçlar göğe uzanıyordu.
Çadır yerleri ayrılmış, öğretmenler sınıfları gruplara bölüyordu.
Derin ve ben çadırımızı kurmaya çalışırken halimiz ortalıktaydı.
Mat açılmıyor, çadır direkleri birbirine giriyor, ben sinirden gülüyorum.
Aynı anda bir ses:
“İstersen yardım edebiliriz.”
Arkamı döndüğümde Alp ve Deniz yan yana duruyordu.
Derin önce Alp’e baktı, sonra bana yanaştı:
“Kanka, biz galiba bu kampta yalnız kalmayacağız.”
Ben direği elimde döndürürken:
“Yalnız kalmak istemiyormuşuz gibi de davranmayalım.”
Derin gözlerini devirdi.
“Sen Deniz’e bakarken ben her şeyi görüyorum merak etme.”
O an yüzüm kızardı ama belli etmedim.
İki kardeş çadırı kurdu.
Biz de izledik.
Alp, direkleri yerleştirirken konuştu:
“Siz çadır kurma işinde bayağı… özgünsünüz.”
Ben dudak bükerek:
“Ama sonuç güzel olacak.”
Deniz hemen atladı:
“Sonuç güzel olmazsa biz varız, merak etmeyin.”
Derin hafifçe güldü.
O an aramızdaki dört kişilik bağ tam kurulmadı ama ilk düğümü atılmıştı.
Akşam yemeğinden sonra büyük dağ yürüyüşü başladı.
Gökyüzü kararmıştı.
Herkes el feneri taşıyordu.
Derin yanıma yaklaşıp fısıldadı:
“Kanka, bugün çok şey oldu ama daha fazlası olacak. Hissediyorum.”
Ben başımı salladım.
“Bence de.”
Derin durdu.
“Bana bak. İçimde bir cümle var, durup durup geliyor.”
“Ne geliyor?” dedim.
“Bazen dağlar insanları korkutmak için değil, aynı yere getirmek için yükselir.”
O cümle içime işledi.
Bu kamp daha başlamıştı ama biz şimdiden değişiyorduk.
Göl Kenarı, Ateş Başı ve Korku Kralı Deniz
Kamp alanı büyüktü ama bütün öğrenciler sanki tek bir yere toplanmış gibiydi.
Yaman öğretmen elindeki düdüğü çalıp bağırdı:
“Herkes göl kenarına! Akşam ateşi başlıyor!”
Gölü ilk gördüğümde kalbim hızlandı.
Su simsiyah görünüyordu ama yüzeyi ayın ışığıyla parlıyordu.
Sanki göl, sessiz sessiz bizi izliyordu.
Derin koluma girip fısıldadı:
“Kanka… Burası tam film sahnesi.”
“Tam film sahnesi ama filmde kesin biri düşer,” dedim.
Derin kaşını kaldırdı.
“Düşecek biri sensin, belli.”
Biz konuşurken öğrenciler yere yayılan kütüklerin üzerine oturdu.
Öğretmenler odunları dizdi, ateş parlamaya başladı.
Ateş yükselirken Deniz ortaya çıktı.
Elinde gitar vardı.
O saçma özgüveniyle, herkesin ortasına gelip bir anda bağırdı:
“Gençliğin kampını başlatmaya geldim!”
Müdür yardımcısı Zeliha Hanım hemen susturdu:
“Deniz! Rezil etme kendini. Şarkı söyleyeceksen doğru düzgün söyle!”
Deniz gitarı ayarladı.
“Hocam, ruhunuzu teslim edin… romantizme değil, gürültüye.”
Öğrenciler kahkaha attı.
Derin bana eğildi.
“Kanka bu çocuk manyak.”
“Evet,” dedim.
“Tam senin tarzın.”
Derin dirseğiyle böğrüme vurdu.
Deniz ilk akoru vurdu.
Ses kötü değildi ama çok da iyi değildi.
Hatta şarkıya başlamadan önce “Bu parça dünyayı kurtarmaz ama moral bozar” dedi.
Sonra söyledi:
“Dağa geldik, çadır kurduk,
Kimse bilmez ne yaşadık…”
Herkes gülmekten yerlere yatıyordu.
Biz de dahil.
Arka taraftan Alp’in sesi duyuldu, sakin ama alaylı:
“Kardeşim, şarkı değil bu. Bu iç dökme.”
Deniz hemen geri döndü.
“Sen sus. Sen metalcisin. Senin ruhun bile siyah.”
Alp, omuz silkti.
Ama dudaklarının kenarında hafif bir gülümseme vardı.
Derin bunu görüp bana fısıldadı:
“Kanka… Bu çocuk güldü. Ben bu anı tarihe yazıyorum.”
Ateş etrafında herkes şarkılara eşlik ettikçe ortam daha da ısındı.
Herkes kendi grubuyla oturuyor ama aslında hepimiz aynı dairenin içindeydik.
Hocalar köşede çay içiyor, müdür yardımcısı bizi gözleriyle kontrol ediyor, Yaman öğretmen arada “Göl kenarına çok yaklaşmayın!” diye bağırıyordu.
Ama gençlik o an kimsenin umurunda değildi.
Ateş biraz azalınca Deniz hemen ayağa fırladı.
“Şimdi korku zamanı!” diye bağırdı.
Müdür yardımcısı Zeliha Hanım hemen atladı:
“Deniz! Korkutma hiç kimseyi!”
“Hocam, sadece anlatacağım. Hayal gücü olan korksun.”
Öğrenciler çıldırdı.
Biz Derin’le kütüğe daha düzgün oturduk.
Deniz ortadaki ateşin gölgesinde yüzünü alevlere çevirdi.
Ses tonunu bir anda değiştirip karanlık bir havaya soktu.
“Bu gölde yıllar önce bir kampçı kaybolmuş…”
Herkes sustu.
Derin bile merakla baktı.
Deniz devam etti:
“Gece ateşi söndü diye dışarı çıkmış. Sonra bir daha dönmemiş. Gölün kenarında sadece ayak izleri bulunmuş. Ama geri dönüş izi yokmuş.”
Derin fısıldadı:
“Kanka, dalga mı bu?”
Ben fısıldadım:
“Deniz’se kesin dalga ama yine de korkuyorum.”
Deniz birden bağırdı:
“Ve derler ki… göl geceleri isim fısıldar.”
Tam o anda arkadan biri Derin’in omzuna dokundu.
Derin çığlık attı.
Ben de panikle ayağa sıçradım.
Dönen kişi kimdi?
Tabii ki Deniz.
“Test ettim… İyi bağırıyorsun.”
Derin öfkeyle ayağa kalktı.
“Delirdin mi? Şaka mı bu?”
“Şaka değil,” dedi Deniz.
“Bu… sanat.”
Ben nefesimi düzeltirken Deniz bana döndü.
“Sen daha kötü korkacaksın, hissediyorum.”
Ben kollarımı bağladım.
“Ben kolay korkmam.”
O sırada Derin, Alp’e döndü:
“Sen hiç mi korkmuyorsun?”
Alp omuz silkti.
“Gerçek korku sessizliktir. Gürültü sadece oyundur.”
Derin bir an durdu.
Sonra fısıldadı:
“Bu çocuk… felsefe yapıyor.”
Ben güldüm.
“Sen de seviyorsun işte filozof çocukları.”
Derin yüzüme bakıp gözlerini devirdi.
Ateşin yanması azalınca hocalar grubu dağıttı.
“Küçük bir yürüyüş yapacağız!” dedi Yaman öğretmen.
“Fenerlerinizi alın!”
Biz fenerlerimizi açtık.
Daha doğrusu açmaya çalıştık.
Benim fener çalışmadı.
Derininki titreyerek yanıyordu.
Deniz hemen belirdi.
“Belli ki siz ikinizin kamp malzemeleri yanlamasına seçilmiş.”
Ben feneri salladım.
“Bozuk değil… sadece biraz kişilikli.”
Alp sessizce kendi fenerini bize uzattı.
“Bunu kullanabilirsiniz.”
Derin durdu.
“Sen ne kullanacaksın?”
Alp gülümsedi.
“Sizin karanlık haliniz bile çekilmez. Biraz ışık sizde olsun.”
O gülümseyiş Derin’in gözünü üç saniyeliğine dondurdu.
Ben direk gördüm.
Aramıza giren Deniz fısıldadı:
“Bunlar ateş çıkarmadan dönersek yazık.”
Gece yürüyüşü başladı.
Ağaçların arasından ilerliyoruz.
Her adımda kuru dallar çıtırdı yapıyor.
Deniz önden gidiyor, herkesin yanında dolaşıp tek tek korkutmalar yapıyor.
Birine “Arkana bakma,” diyor, birine “Ayak izi sesi duydun mu?” diye soruyor.
Biz henüz sıramızın gelmediğini sanıyorduk ki…
Bir anda fenerimizin ışığı söndü.
Derin koluma yapıştı.
“Kanka bu benim fener değil, bu kader.”
Ben fısıldadım:
“Deniz kesin bir şey planlıyor.”
Tam o anda bir gölge üzerimize eğildi.
Karanlıkta yüzü görünmüyor.
Sadece ses:
“Kayboldunuz mu?”
Derin çığlık attı.
Ben geri sıçradım.
Sonra o ses güldü.
Tabii ki Deniz.
“Refleks fena değil Derya. Seni kesin bir şey korkutur.”
Ben öfkeyle:
“Deniz, biraz geri dur. Yoksa ben seni korkutacağım.”
“Hayatta korkutamazsın,” dedi.
“Sen çok tatlı korkuyorsun çünkü.”
Derin feneri açmaya çalışırken Alp yanımıza geldi.
“Tamam yeter. Kızlar korktu.”
Deniz kaşlarını kaldırdı.
“Sen koruyucu melek misin Alp? Yoksa gölün ruhu mu?”
Alp ciddi ciddi döndü.
“Ben aklın sesi olabilirim. Sen gürültünün sesi olmayı seçmişsin.”
Deniz kahkaha attı.
“İyi ki benim kardeşimsin.”
Derin bana eğildi.
“Kanka bunlar var ya… böyle devam ederse bu kamp unutulmaz.”
Ben içimden geçirdim:
“Şimdiden unutulmaz oldu bile.”
Dağa Tırmanış, İlk Gerçek Macera
Gece yürüyüşü bittikten sonra hocalar grubu çadırlara gönderdi ama kamp alanı hâlâ hareketliydi.
Gölün kokusu, ateşin dumanı, gece ağaçlarının çıkardığı hafif tıkırtılar…
Her şey bir aradaydı.
Ceren öğretmen bağırdı:
“Yarın sabah erken kalkacağız! Dağa tırmanış var! Lütfen uyuyun!”
Derin bana döndü.
“Kanka, sabah 6’da kalkmak dağdan daha büyük tehlike.”
“Bence de,” dedim.
“Biz dağa çıkarız ama erken kalkmak bizi düşürür.”
Derin güldü, çadırımıza girdik ve kısa sürede uyuyakaldık.
Sabah güneş doğarken kamp alanı yavaş yavaş uyanmaya başladı.
Ben gözlerimi açtığımda çadırın dışı gri bir ışıkla doluydu.
Derin fısıldadı:
“Uyandıysan kötü haberim var. Sabah oldu.”
Ben esneyip:
“Sabah bana hiç olmadı zaten,” dedim.
Çadırdan çıktığımızda kamp alanı cennetten bir kare gibiydi.
Hava serin, göl sisli, çocuklar uykulu ama heyecanlıydı.
Alp, kamp masasının yanında çay içiyordu.
Deniz ise su şişesini yanlışlıkla devirmiş, öğretmenlere yakalanmamak için yerleri siliyordu.
Derin bana bakıp:
“İkisinin arasında görünmez bir kaos-sükunet dengesi var.”
“Biz de tam ortasındayız,” dedim.
“Demek ki doğruyuz.”
Yaman öğretmen tüm öğrencilere seslendi:
“Hazırlanın! Bugün dağın kuzey yamacına yürüyüş yapacağız! Rota üç aşamalı. Biraz zordur ama eğlenceli!”
Deniz hemen bağırdı:
“Hocam, eğlenceli kısmını biz hallederiz!”
Ceren öğretmen ters ters baktı.
“Senin eğlencen bizim için ceza sebebi.”
Herkes kahkaha attı.
Dağa Tırmanış Başlıyor
Patikaya doğru yürürken ağaçların arasında hafif bir serinlik vardı.
Toprak kokusu, yaprakların altındaki nem, kuş sesleri…
Doğa sahici olunca insan ister istemez nefes almayı hatırlıyordu.
Derinle yan yana yürüyoruz.
Bizim hemen arkamızda Alp ve Deniz.
Deniz ötede bağırdı:
“Kızlar önde gidiyor diye havalıyız sanmayın. Biz sizi gözetliyoruz.”
Ben dönüp baktım.
“Hadi oradan. Sen bizi korumaya çalışırken kendi kendini kaybedersin.”
Deniz kaşlarını kaldırdı:
“Kendimi kaybetmem ama sizi kaybederim belki.”
Derin kulağıma eğildi.
“Kanka bu çocuk oyun gibi ama içinde bir şey var.”
“Bir şey var ama ne olduğu belli değil,” dedim.
Alp daha sessiz yürüyordu.
Ama Derin her fırsatta ona bakıyordu.
Ben fısıldadım:
“Kanka belli ki sende başka bir şey var.”
Derin, yüzü kızarmış bir şekilde:
“Ben sadece… insan tanıyorum.”
“Tabii,” dedim.
“Ben de dağa çıkıyorum.”
Yürüyüşün ikinci kısmı tırmanıştı.
Kayalık bir yamaca geldik.
Ayaklar kayıyor, tutacak yer bulmak zorlaşıyordu.
Ben bir kayaya basarken ayağım kaydı.
Tam düşüyordum ki biri kolumu tuttu.
Bu sefer yardım eden Deniz’di.
“Bir saniye daha geç kalsam dağa değil havaya giderdin,” dedi.
Gözleri ciddiydi ama dudaklarında hafif bir gülümseme vardı.
Ben nefes nefese:
“Teşekkür ederim,” dedim.
“Teşekkürülerle halledilmez,” dedi.
“Bir kahve borçlusun.”
Derin arkamdan bağırdı:
“Deniz! Fiyatlandırmayı sonra yap!”
Deniz güldü.
Biz daha yukarı çıkarken, Derin’in ayağı takıldı.
O an Alp ona uzandı.
Elini tuttu.
Sessizce.
Derin şaşırdı.
Alp, Derin’in elini bırakamıyormuş gibi bir saniye fazla tuttu.
Sonra sakin sesiyle:
“Acele edersen düşersin. Bazen yavaş olmak hızdan daha güvenlidir.”
Derin ona baktı.
O bakışta yıllardır görmediğim bir şey vardı.
Sakinlik.
Ben fısıldadım:
“Kanka, bir şey oluyor.”
Derin iç çekti.
“Farkındayım.”
Patikanın en yüksek yerine çıktığımızda nefes nefese kaldık.
Aşağıdan göl görünüyordu.
Güneş suya vuruyor, göl altından ışık saçıyormuş gibi görünüyor.
Herkes manzarayı izlerken Deniz yanıma geldi.
“Derya,” dedi.
“Şu dağa bir bak. Hiçbir şey göründüğü kadar uzak değil. Yeter ki yürümeyi bil.”
Ben ona baktım.
“Sen yürümeyi biliyor musun peki?”
“Bilmiyorum,” dedi.
“Ama seninle yürürsem öğrenirim.”
O cümle içime oturdu.
Hem komik hem gerçek hem de… bilmiyorum… güzel.
Derin de o sırada Alp’e bakıyordu.
Alp fısıldadı:
“Dağlar insanın gücünü değil, sabrını ölçer. Sabrı olan insan her yere varır.”
Derin kendinden geçmiş gibiydi.
“Doğru diyorsun,” dedi.
Ben içimden:
“Kanka bu çocuk sana ders verirken sana vuruyor,” dedim.
Tırmanış bitti.
Kamp alanına dönerken herkes dağınık haldeydi.
Ama biz dört kişi farkında olmadan yan yana yürüyorduk.
Ben, Derin, Alp ve Deniz.
Doğa bizi aynı sıraya dizmişti sanki.
Derin hafifçe bana dokundu.
“Kanka…” dedi.
“Bu çocuklarla hikâyemiz var.”
Ben gözlerimi kısarak:
“Bu kamp daha bitmedi. Hikâye yeni başlıyor.”
Göl Kenarında Ateş, Gitar, Korku ve Kaybolan Adımlar
Dağa tırmanıştan döndüğümüzde herkes darmadağınıktı.
Kimisi su şişesine sarılmış, kimisi ağaç gölgesine çökmüş uyukluyordu.
Deniz her zamanki gibi enerjikti.
“Hocam,” dedi Yaman öğretmene,
“Bunun adına kamp değil, dağa tırmanma işkencesi denir.”
Yaman öğretmen gözlüğünü kaldırıp Deniz’e baktı.
“Deniz, sen konuşmazsan daha az yorulursun.”
Ceren öğretmen araya girdi:
“Bu akşam ateş başında etkinlik var. Göl kenarında toplanıyorsunuz!”
Derin bana döndü:
“Kanka… Ateş + göl + korkutmaca = Ölüm üçgeni.”
“Bir de Deniz var,” dedim.
“Dörtgen oluyor.”
Akşam Çöküyor
Hava karardıkça gölün üzerindeki sis inceldi.
Ay doğmuştu; suya vurup parlak bir yol gibi görünüyordu.
Tam film sahnesi.
Ben ve Derin göl kenarında yere otururken Deniz ve Alp yine yanımıza geldi.
Deniz:
“Kızlar, oturduğunuz yer göl canavarının bölgesi.”
Derin:
“Deniz, senin beynin nerenin bölgesi?”
Deniz sırıttı.
“Beni susturamazsınız, ben kampın ruhuyum.”
Alp, suya bakıp sakin bir sesle:
“Deniz, sus. İnsanları korkutma.”
Deniz:
“Korku iyidir. Kalbi hızlandırır.”
Ben:
“Senin varlığın zaten kalbi hızlandırıyor.”
Deniz kaşlarını kaldırdı:
“Bu iltifat mı yoksa şikayet mi?”
“İkisi de,” dedim.
Ateş Yanıyor
Kuru dallar toplanıyor, Yaman öğretmen ateşi tutuşturuyor, kıvılcımlar göğe sıçrıyordu.
Herkes yarım daire halinde oturdu.
Deniz yine gitarla sahneye çıktı.
“Bu gece size özel bir konserim var,” dedi.
“Konser demeyeyim, dayanıklılık testi.”
Alp araya attı:
“Kardeşim şarkı söyleyemiyor ama özgüveni yüksek.”
Deniz:
“Benim özgüvenim dağın tepesinden daha yüksek.”
Derin bana eğildi:
“Kanka bunların dinamiği efsane.”
“Evet,” dedim. “Ama aynı anda çok yorucu.”
Deniz şarkıya başladı.
Kötü değildi ama iyi de değildi.
Ama öyle bir özgüvenle söylüyordu ki herkes kahkahaya boğuldu.
Arada doğaçlama yapıyordu:
“Bu göl gece karanlık,
Derin bakınca parlak,
Derya kaçınca komik…”
Ben hemen atladım:
“Sen kaçınca herkes rahatlar Deniz.”
Müdür yardımcısı uzaktan bağırdı:
“Deniz! Kızlarla dalga geçme!”
Deniz gitarı indirip:
“Hocam, ben dalga geçmem. Ben… şov yaparım.”
Korkutmacalar Başlıyor
Ateş biraz azalınca Deniz, Alp’e dönüp fısıldadı:
“Hazır mısın?”
Ben duydum.
“Hazır mısın ne?”
Deniz göz kırptı.
“Korku zamanı.”
Derin beni dürttü:
“Kanka kaçalım.”
“Kaçarsak daha çok korkutur,” dedim.
Deniz ortada yüzünü alevlere doğru çevirdi.
Ses tonunu değiştirip derinleşti.
“Bu gölde yıllar önce bir kampçı kaybolmuş.
Gece isim fısıldayan bir ses duymuş…
Sonra iz bırakmadan yok olmuş.”
Derin bana yapıştı.
“Bunu niye anlatıyor?”
Ben el fenerini tuttum:
“Kanka ben de bilmiyorum ama ölmek istemiyorum.”
Deniz devam ederken arkamızda bir gölge belirdi.
Sessizce.
Yavaşça.
Derin dönüp gölgeyi görünce küçük bir çığlık attı.
Ben de panikle sıçradım.
Sonra gölge konuştu:
“Siz ne yapıyorsunuz?”
Ceren öğretmendi.
Derin eli kalbinde:
“Hocam, ölüyorduk az kalsın.”
Ceren öğretmen:
“Ölmezsiniz. Ama Deniz susmazsa ben onu öldürürüm.”
Deniz kahkaha attı.
Korkunun Büyük Versiyonu
Ateşin yanında herkes sohbete dalınca dört kişilik küçük grubumuz göl kıyısına doğru kaydı.
Alp önümüzde yürüyordu, Derin yanında.
Ben arkada, Deniz yanımda.
Derin suya doğru eğildi.
“Göl gece daha güzel.”
Alp:
“Gecenin güzelliği sessizliğindedir.”
Derin ona baktı.
“O sessizlik bana huzur veriyor.”
Deniz fısıldadı:
“Bunlar şiir yazacak birazdan.”
Ben alayla:
“Biz de korkudan ölürsek şiirlik olur.”
Deniz bir anda yere eğildi.
Elini suya sokup hızlıca bana su sıçrattı.
“Bu ne!” dedim zıplayarak.
Deniz güldü.
“Korkutamadım da bari ıslatayım dedim.”
Ben sinirlendim.
“Bir daha yaparsan seni göle atarım.”
Deniz eğildi.
“Beni mi?
Sen?
Göle?
Mümkün değil.”
“Dene,” dedim.
“Denerim,” dedi.
Aramızdaki çekişme o an oyunla başladı ama altında bir kıpırtı vardı.
Ben bile hissettim.
O sırada tam karşımızdaki çalıların içinden bir hışırtı geldi.
Derin:
“Kanka… Bu ses ne?”
Ben:
“Hayatımın sona ermesi.”
Deniz feneri tuttuğunda bir şey aniden hareket etti.
Ben çığlık attım.
Derin çığlık attı.
Deniz ve Alp kahkahaya boğuldu.
“Bir SİNCAP bu!” dedi Deniz.
Ben nefesimi zor toparladım.
“Ben sincaplardan nefret ediyorum.”
Derin de hâlâ kendine gelemiyordu.
“Kanka bu sincap katil olabilirdi.”
Deniz güldü.
“Evet, çok tehlikeli bir hayvan. Fındık atarak öldürür.”
Göl Kenarında Duygusal An
Geri ateşin yanına döndüğümüzde herkes yorgun ama mutluydu.
Öğrenciler dağıldı.
Hocalar göl kıyısında nöbet tutmaya başladı.
Ben biraz kenara çekilip ayaklarımı suya uzattım.
Gece suyu soğuktu ama rahatlatıyordu.
Deniz yanımda belirdi.
Sessizce.
Bu sefer şaka yapmadı.
“Derya,” dedi,
“Sen gülünce göl bile kıpırdıyor. Biliyor musun?”
Ben ona baktım.
“Bunu kaç kişiye söyledin?”
“Sana özel,” dedi.
Ben gözlerimi kaçırdım.
İçimde hafif bir ısınma oldu.
Derin, biraz ileride Alp’le konuşuyordu.
Alp suya bakarak bir şeyler anlatıyordu.
Derin de dikkatle dinliyordu.
Deniz fısıldadı:
“Alp ilk kez bu kadar konuşuyor. Derin’in yanında açıldı.”
Ben içimden:
“Demek ki biz dört kişi sadece aynı kampta değil… aynı hikâyedeyiz,” dedim.
Kampın Son Korkusu
Ateş sönmeye yakın herkes çadırlara dönüyordu.
Ama Deniz son bombayı patlattı.
“Son bir korku oyunu!” dedi.
Herkes döndü.
Hocalar uzaklaştığı için daha rahattı.
Deniz dedi ki:
“Küçük bir oyun… Biriniz göl kenarına gidip üç adım geri sayacak… Biz de onu korkutmayacağız.”
Alp hemen düzeltip:
“Biz korkutacağız demek istedin herhalde.”
Deniz:
“Evet.”
Ceren öğretmen uzaktan bağırdı:
“Deniz! Bir şey yapma!”
Deniz:
“Hocam yapmıyorum, sadece anlatıyorum!”
Biz dört kişi gölün kenarında kaldık.
Derin bana:
“Kanka gitme.”
“Gitmem,” dedim.
“Sen git.”
“Ben niye gidiyorum?”
Deniz atladı:
“Tamam tamam, ben gidiyorum.”
Göl kenarına yürüdü.
Ama bir anda…
Bir ses geldi.
Bir hışırtı.
Deniz sıçradı.
Bir metre zıpladı.
Ben gülmekten yerlere yattım.
Derin de.
Alp hafifçe gülümsedi.
Deniz geri döndü.
“Kim yaptı! Kim!”
Bir sincap çalının arasından fırlayıp kaçtı.
Deniz bağırdı:
“Sincaplar benden nefret ediyor!”
Ben kıkırdayarak:
“Demek korkan sadece biz değilmişiz.”
Derin:
“Kanka bunu yıllarca anlatırım.”
Son Gece: Sessiz Nehir, Karanlık Göl ve İlk Kıvılcımlar
Ateş iyice azaldığında gölün kıyısı daha da karanlıklaştı.
Alevlerin sesi yavaşladı, çıtırtılar daha derinden gelmeye başladı.
Herkes yavaş yavaş çadırlara dağılırken biz dört kişi ayrı bir kabarcığın içinde gibiydik.
Derin, ateşin içindeki son kıvılcımlara bakıyordu.
Ben ise suya yansıyan ayı izliyordum.
Deniz toprağa çöktü, dizlerini yukarı çekti.
Alp ayağa kalkıp gölün biraz ilerisinde durdu—her zamanki gibi sessiz, sakin, düşünceli.
Bir an hiç konuşmadık.
O sessizlik içime işledi.
Deniz başıyla Alp’i işaret etti:
“Bak, sessizliğin kralı yine düşüncelere daldı.”
Derin gülümsedi:
“Bence o düşünmüyor. Sadece duymuyor bizi.”
Ben kaşımı kaldırdım.
“Bence duymuyor değil… duymamak istiyor.”
Bu kez Alp döndü.
Bir adım bize doğru geldi.
Yüzünde hafif bir tebessüm.
“Duyuyorum,” dedi.
“Sadece konuşmaya ihtiyaç duymuyorum.”
Derin başını yana eğdi.
“Ben konuşmazsam ölürüm mesela.”
Alp:
“Bazı insanlar konuşarak hafifler… bazıları susarak.
Ama ikisi de aynı yere çıkar:
İçini rahatlatmak.”
Derin derin bir nefes aldı.
“Sen… susarak rahatlıyorsun.”
Alp gözlerini ona dikti.
“Seninle konuşmak zor değil.”
Derin dondu.
Ben de dondum.
Deniz de.
Ben fısıldadım:
“Kanka… Alp seni seçti.”
Derin bana dizini vurdu ama yüzündeki gülümseme saklanmıyordu.
Gölde Sessiz Bir An
Ben de göle doğru yürüdüm.
Deniz birkaç adım arkamdan geldi.
Yan yana, çok yakın durduk ama dokunmadık.
İki nefes arasında ince bir çizgi vardı.
Deniz suya bakarak:
“Bu göl beni korkutmuyor,” dedi.
“Göl değil… gecenin sessizliği korkutuyor.”
Ben ona baktım.
“Sen sessizliği sevmezsin.”
“Sevmem,” dedi.
“Çünkü sessizlikte herkes kendisiyle kalır. Ben kendimle pek anlaşamam.”
“Niye?”
“Çünkü fazlayım,” dedi.
“Ben hep fazlayım. Gürültüm de, enerjim de, bazen saçmalığım da.”
O an içimden geçen cümleyi tutamadım:
“Ben seni fazla bulmadım.”
Deniz bana döndü.
O an susmadı, yüzüyle de konuştu.
Ama yine şaka yaptı:
“Ben az gelmem zaten. Ama sen taşıyabiliyorsun gibi.”
O cümle, içimi tuhaf bir şekilde ısıttı.
Korkunun Kralı: Son Oyun
Deniz el fenerini kapattı.
“Son bir korku oyunu oynayacağız,” dedi.
Ben bağırdım:
“Hayır! Hayır! Ben istemiyorum!”
Derin kahkaha attı:
“Kanka daha sincap korkusunu atlatamadın.”
Deniz:
“Tamam, büyük bir şey değil. Sadece bir oyun.”
Alp bile gülümsedi.
“Deniz’in oyunları korkutucu ama tehlikeli değil. Korkuyu düşünceyle üretir.”
Deniz parmağını kaldırdı:
“Evet. Korku gerçek değildir. Ama hissettirir.”
Sonra bir anda ortadan kayboldu.
Karanlığın içinde bir yerlerde dolaşıyor, biz üçümüz dikkat kesilmiş bekliyorduk.
Derin fısıldadı:
“Kanka, bu kötü fikir.”
“Biliyorum,” dedim.
“Geri dönelim.”
Tam arkamı döndüm ki…
Deniz, çalıların arasından öyle bir çıktı ki, hem ben hem Derin aynı anda bağırdık.
Hatta o kadar bağırdık ki kampın diğer tarafındaki öğretmen bile duydu.
Bir ses yankılandı:
“NE OLUYOR O TARAFTA!”
Deniz hemen fısıldadı:
“Koş!”
Hepimiz çadırlara doğru koşarken kendi içimizde gülmekten nefesimiz kesildi.
Çadıra Dönüş – İlk Yumuşayan An
Biz çadırların oraya geldiğimizde kamp alanı sessizleşmişti.
Ay ağaçların arasından vuruyor, göl hafif hafif parlıyordu.
Alp, Derin’in fenerini eline aldı.
“Bunu yarın tamir ederim,” dedi.
Derin’in sesi neredeyse fısıltıydı.
“Teşekkür ederim.”
Alp onu süzdü.
“Bugün iyi yürüdün. Yavaş ama dengeli. Bu önemli.”
Derin:
“Sen de çok usluydun.”
“Ben hep usluyum,” dedi Alp.
“Gürültüyü kardeşim yapıyor.”
Deniz gülerek:
“Ben sizin enerjinizi dengelemek için varım.”
Ben başımı çevirip Deniz’in gözlerinin içine baktım.
“Sen her şeyin kaosu gibisin.”
“Kaos iyidir,” dedi.
“İnsanları yakınlaştırır.”
O cümleyi söylediğinde çok yakındık.
Ben nefesimi tuttum.
Deniz de sustu.
O an bir adım daha atsak bir şey olabilirdi.
Ama tam o anda öğretmen sesi duyuldu:
“ÇADIRLARA!”
Biz dört kişi aynı anda geri çekildik.
Ama gözler…
Gözler geri çekilmedi.
Çadırların Önünde Sessiz Bir Veda
Çadırlara giderken Alp’in sesi duyuldu.
“Yarın kampın son günü.
Bugün… güzel bir gündü.”
Derin durdu.
“Evet,” dedi.
“Güzel bir gündü.”
Alp ona uzun bir süre baktı.
Derin de ona.
Aralarında bir şey vardı…
Söylenmeyen ama havada duran bir şey.
Deniz bana döndü.
“Derya?”
“Evet?”
“Seninle konuşmak… kolay,” dedi.
Ben duraksadım.
“Nasıl yani?”
“Bilmem,” dedi.
“Sen hem sardırıyorsun hem sakinleştiriyorsun.”
“Aynı anda ikisi?” dedim.
“Evet,” dedi.
“Bu iyi bir şey.”
O an içimden geçen kelime çok netti:
“Bir şey oluyor.”
Ve o gece çadırımıza dönerken Derin fısıldadı:
“Kanka…
Bence Alp benim hayatımda bir yer açtı.”
Ben de gülümsedim.
“Ben de… bir yer açılıyor gibi.”
Derin nefesini tuttu.
“Kanka… biz ne yaşıyoruz?”
Bir an ona baktım.
Çadırların arasından gelen hafif rüzgâr sesi, gölden yükselen serinlik ve içimde açıklayamadığım bir şey… hepsi birbirine karışıyordu.
“Bilmiyorum,” dedim sonunda.
“Belki de büyüyoruz.
Belki de bazı şeyleri ilk kez fark ediyoruz.”
Derin başını eğip gülümsedi.
O gülümsemede hem şaşkınlık hem de bir tür kabulleniş vardı.
“Yarın?” diye mırıldandı.
“Yarın,” dedim,
“aynı biz olarak uyanacağız.
Geri kalanı da zaten kendiliğinden olur.”
Derin hafifçe başını salladı.
“Sanırım haklısın.”
Aramızdaki sessizlik, rahatsız eden değil… içimizi dolduran bir sessizlikti.
Sonra o kendi çadırına yürüdü.
Ben de bizimkine.
Ama o gece uyurken, ilk kez hissettim:
Bu kamp sadece bir gezi değildi.
Bir şeylerin başlangıcıydı.
Ve biz o başlangıcın tam ortasındaydık.