***
Eve nasıl geldiğimi bile hatırlamıyordum. Eski tahta kapıyı ittiğimde, gün batımının kızıllığı avluya vurmuştu. Küçük toprak avluyu geçip kapıyı çaldığımda, Ömer hemen açtı. Yüzündeki sıcak gülümseme, içimdeki fırtınayı bir anlığına susturdu.
"Benim hatunum nereden geliyor böyle?" dediğinde, ayakkabılarımı çıkarıp kendimi kollarına bıraktım. O da sarıldı bana, sanki omzumdaki bütün yükleri almak ister gibi.
"Haber etmiştim ya sana, Canan’ın yanındaydım." dedim. Saçımdan öpünce, yavaşça kollarımı geri çektim. Yüzümdeki boşluk ve donukluk dikkatini çekmiş olmalı ki kaşları çatıldı.
"Yüzün neden bembeyaz? Bir sorun mu var?" diye sorup, yanağıma dokunmasıyla içimdeki sızı daha da belirginleşti. Başımı iki yana salladım.
"Hayır yok, içeri geçelim." dedim. Bu kadar belli ettiğim için kendime kızıyordum.
Ömer ara sıra evimize gelirdi zaten. Hem amca oğlumdu hem de nişanlım; ev halkı yadırgamazdı. Ama onun babası varya o babası... yani üvey amcam fena biriydi. Babam Reşad, aşiretin ağasıydı ama öldüğünde, Cemal amcam anında ağalıyı devralıp mirasının tamamını bir çırpıda üzerine geçirip, bize sadece harabe bu taş evi bırakmıştı. Yine de olsun... Ömer bin mirasa bedeldi ve ondan oğlunu aldım. Ama amcam bu ilişkiye saçma bir şekilde karşı çıkmamıştı.
Ömer salona geçince ben mutfağa yöneldim. Yaren ablam ise yemek için hazırladığı çorbayı karıştırıyordu. Hemn su doldurup kafama diktim. "Hele hele nasıl içiyor!" dedi gülerek ama ben bugün gülmeyi unutmuştum sanki.
"Neyin var bacım?" diye sorunca tezgaha yaslandım, omuz silktim.
"Hiç."
Ablam kaşığı çorbanın içinde gezdirirken gözlerini kısmıştı.
"Hadi hadi, çıkar ağzındaki baklayı. Ömer’i görünce havalara uçuyorsun normalde, ama şimdi..." dedi ve devamını getirmedi. Getirmesine gerek yoktu; zaten ben anlamıştım.
Bir refleksle mutfağın kapısına, koridora baktım. Kimsenin olmadığından emin olup, başımı eğip parmaklarımla oyalanadım.
"Serhad geri dönmüş." dedim bir anda. Ablamın tiz sesi anında mutfağı doldurdu. "Ne?!"
"Sessiz ol!" diye uyardım. Ömer duyacaktı yoksa.
"O yüzsüz ne diye şimdi dönmüş ki?" diye homurdandı. Benden sonra en çok ablama dokunmuştu onun gidişi çünkü benim ne hallere düştüğümü en yakından o görmüştü.
"Bilmem." dedim, dolaptan tabakları çıkarırken. "Sadece yıllar sonra geri dönmesi beni biraz afallandırdı ama hayatımda bir değişiklik yaratmaz." Ablam elbette susmadı. "Evlenmiş mi peki? Koca dört yıl geçti, her şey olabilir."
Tabakları masaya dizerken, "Bilmem, tekti." dedim. "Ama inşallah evlenmiştir de dört yılını değerlendirmiştir."
Sonra ona dönüp gülümsedim, parmağımdaki nişan yüzüğünü göstererek.
"Çünkü ben... değerlendirdim." Ablam gülerek kafama hafifçe vurdu her zamanki gibi.
O ana kadar içimde çalkalanan ne varsa, onun kahkahasıyla bir nebze olsun hafifledi. Ama Serhad’ın gözleri... hala aklımın bir köşesinde soğuk bir gölge gibi duruyordu.
"Ben nişanlımı özledim, sen kurarsın masayı." deyip salona geçtiğimde, Ömer koltukta tek başına oturmuş telefonuyla uğraşıyordu. Annem hala teyzemlerde olmalıydı. Yanına oturur oturmaz telefonu kapatıp, tüm dikkatini bana vererek kolunu omzuma attı.
"Özledim seni." dedi, sesi yumuşak, bakışı sıcaktı. Başımı kaldırıp ona baktığımda "Olabilir." dedim odunluğumu konuşturup, gülerek burnumu sıktı. "İki ay sonra evimin kadını oluyorsun." diye fısıldadı ve yanağıma küçük öpücükler kondurmaya başladı.
"O geceyi iple çekiyorum." dediğinde, sözleriyle gözleri belirgin şekilde karardı.
Hızla omuzlarından tuttum. "Ablam gelecek, ne yapıyorsun? Ayıp ayıp." dedim sahte bir kızgınlıkla. O ise bana öyle baygın bir bakış attı ki, insanın tüm kızgınlığını eritecek türdendi. "Sen de bu kadar güzel olma o zaman." dedi.
Soğuk esprimi içimde tutamayıp, "Dur bir çirkin olup geleyim." deyip kalkmaya yeltendiğimde, kolumdan çekip tekrar yanına oturttu. "Bunun mümkünatı yok." dediğinde, dayanamadım, yanaklarını iki elimle sıktım. "Ya yerim seni... yerim." diye mıncıkladım. Biz bazen nişanlı gibi, bazen kuzen gibi, bazen çocuk gibi kavga ve oyun arasında gidip gelen garip ama tatlı bir çiftik.
"Yemek hazır!" diye evi inleten ablamın sesiyle birlikte ayağa kalktık. Mutfağa doğru yürürken Ömer’i arkadan izledim. Boyu 1.85 civarı, esmer, kaslı... hem karizma hem de bir o kadar yumuşak yürekliydi.
"Kıvırtma lan karı gibi!" diye laf atınca, bir anda durup kolunun altına aldı beni, saçlarımı bozarak sürükledi mutfağa. Cüce olmak böyle bir şey işte. Ben 1.65’tim ama yanında çocuk gibi kalıyordum.
"Yaren bacı, bunun dili çok uzamış." diye şikayette bulununca, ablam yakasını silkeler gibi yaptı. "Sen bir de onunla aynı evde yaşa, illallah ettirir." diyerek söylendi. Ömer, ablamın dediğine gülerek kolunu üzerimden atıp yüzüme yapışan saçlarımı düzeltmeme izin verdi.
"Kurban olun siz bana." deyip masaya oturmamla Ömer'de karşıma oturup, "Olurum." deyince istemsizce yumuşayıverdim.
Saatler geçerken, annem de eve geldi; çay içip sohbet ettik. Gece ilerleyince Ömer de evine döndü. Odama geçip yatağa yattığımda, başım yastığa değer değmez unuttuğumu sandığım o yüz... Serhad’ın yüzü, tekrar karşımda belirdi.
Ömer yanımdayken silinen gölgesi, gece olunca geri dönmüştü. Ablamın sözleri aklıma geldi.
Evlenmiş olabilir miydi? Aslında beni ilgilendirmezdi... ama her insan merak ediyordu.
Dört yıl boyunca hiç görünmeyen biri, neden bugün çıkagelirdi ki? Bu gelişi ancak sağlam bir sebeple açıklanabilirdi.
Telefonumdan gelen bildirimle düşüncelerim dağıldı. Ekrana baktığımda Ömer’den mesaj vardı.
"İyi geceler, gönlümün sultanı." demişti. İster istemez tebessüm ettim.
"İyi geceler, yakışıklı sözlüm." diye yazıp gönderdim.
Sonra derin bir nefes aldım. "Salak gibi niye onu düşünüyorsam... yemişim Serhad’ını." dedim kendi kendime.
En iyisi uyuyup, aklımdaki tüm gölgelerin gitmesiydi.
***
Sabah erkenden kalkıp kahvaltımı ettim, sonra ablamla evi temizlemeye koyulduk. Temizlik bittikten sonra hazırlanıp, çıktım evden. Canan'ın bugün benle çarşıya gelmeyeceğini düşünmüştüm; sonuçta ağabeyi yıllar sonra dönmüştü ama geleceğini söylemişti.
Her zaman buluştuğumuz yerde, onu gördüğümde sarılıp koklaştık. Dün olanlardan tek kelime etmedi; belli ki havamızı bozmak istemiyordu. AVM’ye girip tabak takımlarına bakmaya başladık. Hepsi birbirinden güzeldi ama fiyatları da bir o kadar tuzluydu. Ömer "İstediğini al." dese de, onun alnının teriyle kazandığı parayı lüks şeylere harcamaya gönlüm el vermezdi. Zamanla daha iyileri alınırdı. Yine de bir kaç güzel takım seçtim; ağır oldukları için Ömer akşam arabayla gelip alacaktı.
AVM’de koridorda gezerken Canan bir anda beni kolumdan çekip durdurdu.
"Kız! Bacım! Sen gecelik aldın mı kendine?" diye fısıldadığında, yüzümün rengi bir anda alev aldı.
"Yok... almadım. Gerek de yok zaten." deyip uzaklaşmaya çalıştım ama Canan saçımın ucundan tutup beni geri çekti.
"Gerek var, salak kardeşim. Kocana güzel görüneceksin ki, gözü dışarı kaymasın."
Hemen bozuldum. "Ömer öyle biri değil." dedim. Canan anında burun kıvırdı. "Her erkek aynıdır. Şimdi benimle gel."
Ne olduğunu anlamadan beni gecelik mağazasına soktu. Başımı kaldıramadım utançtan. Raflara şöyle bir bakar bakmaz içimden bir çığlık yükseldi. Abov... bunlar ne böyle?!
Fakat mağazanın içinde dolaştıkça utangaçlığım yavaş yavaş çözüldü. Birkaç tane beğenip aldım. Kasada ödeyip poşetimi kapıp Canan’la kol kola çıkarken, kendimi fena halde hafiflemiş hissediyordum.
Ta ki...
Tam mağaza çıkışında, hiç olmayacak bir yerde, hiç olmayacak bir zamanlamayla karşımıza o kişi çıkına kadar. Serhad Ağa!
Yüreğim bir anlığına yerinde durdu sanki. Delireceğim artık... neden önüme çıkıp duruyor bu adam?!
Yanında, süslü püslü giyinmiş, cilveli cilveli konuşan bir kız vardı. Serhad’ın koluna fazla yakın duruyor, kahkaha atıp saçını geriye savuruyordu. Canan’ın yüzü bir anda ciddileşti; gözleri ikisinin üzerinde takılı kaldı.
Ve işin en kötü yanı, o ikili bize doğru geliyordu. Canan, yaklaşan kıza istemsizce sahte bir gülümseme iliştirdi; dudaklarının kenarında zoraki bir incelik vardı. Ben ise elimde sımsıkı tuttuğum gecelik poşetiyle donakalmıştım.
"Sizi burada görmek ne güzel... ama burada ne işiniz var ki Leyla, ağabey?" dedi Canan, ikisine sırayla bakarak. Ben ise bir adım gerilerinde duruyor, oflayıp etrafa bakınıyormuş gibi yapıyordum ama kulaklarımın her kelimeyi ayırt ediyordu.
Serhad yerine, o kız cevap verdi.
"Malum, evlilik aceleye gelince bazı şeyler eksik kaldı Canan'cım. Serhad Ağam da sağ olsun, kırmadı." dedi kız, sesindeki cilve saklanmaya çalışılmış bir övünç gibiydi.
Evlilik mi? Sanki biri boğazıma görünmez bir düğüm atmıştı. Başımı çevirdiğimde gözlerim Serhad’la karşılaştı.
Onun gözleri zaten bende takılıydı.
Bakışı yavaşça yüzümden kaydı... elime indi... elimde tuttuğum poşetin üzerindeki mağaza logosunu gördü, sonra arkamdaki mağazaya baktı. Gecelik mağazasına. Ne aldığımı, ne için aldığımı anladığını o an net olarak hissettim.
Ama anlasın. Evleneceğim adama giyeceğimi bilsin!
Gözlerini benden çektiğinde, çenesindeki kaslar sıkıldı. Yumruklarını sıktığını fark ettim ama tepki vermedim.
Beni ilgilendirmiyordu. Artık ilgilendirmemeliydi.
Canan onlarla kısa bir sohbet edip yanıma döndüğünde, hemen mahcupça konuştu.
"Kusura bakma Zerom, bende o gıcık kıza maruz kalmayı istemezdim." deyip devam etti.
"Leyla adı... ağabeyimin beşik kertmesi. Ağabeyim İstanbul’a gittiğinde, Leyla da üniversite için oradaymış. Amcam da bizden habersiz zorla bir araya getirmiş ikisini. Leyla da bundan faydalanıp ağabeyime yapışmış işte. Ve inanabiliyor musun? Ağabeyim sesini bile çıkarmıyor. Amcam ne derse, onun için o doğru çünkü!"
Şaşkınlıkla gözlerimi açtım. Beşik kertmesi olduğunu bilmiyordum. Belki de bu yüzden gitmişti, amcasının sözüyle...
Ben kendimi, o dönem gittiği için paralarken meğer beyefendi beşik kertmesi ile fingirdeşiyormuş. Pis herif!
Serhad’ın babası da, benim babamla aynı ayda... hatta aynı günde toprağa girmişti. Araları iyiydi. Zaten Canan ve Serhad'ı bu yakınlık vasıtasıyla tanıdım.
Ben o zaman henüz on beş yaşında, çocukla gençliğin arasında sıkışmış bir yaştaydım. Ölümün ne kadar büyük bir boşluk olduğunu o gün anladım. Evin tüm ışığının bir anda sönmesi gibiydi.
Serhad ise on dokuzundaydı. Genç bir delikanlı... Ama gözlerinin içindeki acı, yaşını çoktan geçmişti.
O gün, Midyat’ın rüzgarı bile yas tutuyordu sanki. İki evden de aynı anda ağıtlar yükselmişti.
İki ev, iki baba... aynı gün yok olmuştu. Kader midir, yoksa uğursuz bir tesadüf mü... kimse bilmedi.
Benim üvey amcam Cemal, o acıya rağmen soğuk ve duvarsıydı. Babamın yasını tutmak yerine, daha ilk haftadan miras hesaplarına girişti. Evimize oturdu ama yüreğimize hiç uğramadı. Biz yetim kaldık... o ise fırsat bulduğunu sandı.
Serhad’ın amcası Behzat Ağa ise bambaşkaydı.
Onlara sahip çıktı. Evlerini toparladı, yeğenlerini korudu, omuzlarına kol kanat gerdi.
"Ben sizin babanız sayılırım." dediği günden beri, Serhad ona hep minnet duydu.
O evde acı vardı ama yalnızlık yoktu. Serhad, o yüzden amcasının her sözünü doğru bildi. Onun ağzından çıkan her kelimeyi kader gibi, emir gibi kabul etti.
O gün ben de bir babayı, o da bir babayı toprağa vermişti...
Ama biz bambaşka iki evde büyümüştük. Ben sahipsiz bırakılmış bir kız çocuğu, o ise amcasının himayesine sığınmış bir oğuldu.
Ve işte bu yüzden... Behzat Ağa ne derse desin, Serhad hiçbir zaman şüphe etmedi.
Benim Cemal amcamdan kaçıp sığındığım gölgeli hayatın aksine, Serhad amcasına güvenerek yürüdü o yolda.
Geçmişte takılan düşüncelerimi dağıtıp, "Nereden biliyorsun? Belki ağabeyin seviyordur onu." dedim Canan'a net bir sesle. Ama içimde garip bir sızı belirirken bunu söylemem bile bana saçma gelmişti. Canan anında gözlerini devirdi.
"Ne sevmesi be Zerin." diye homurdandı, öyle bir tonda söyledi ki, konuyu daha fazla kurcalamaya gerek kalmadığını anladım.
Ama içimdeki huzursuzluk... o hiç susmadı. Serhad’ın bakışları, Leyla’nın sözleri, beşik kertmesi gerçeği...
Hepsi bir anlığına zihnime çarpıp durdu. Kendimi bir hiç için heba etmişim resmen iki yıl boyunca. Ama geriyi kalan son iki yılda Allah'tan Ömer hayatımdaydı. Ben gecelik poşetimi biraz daha sıkarken, içimde sadece tek bir cümle yankılandı.
Demek evleniyor...
***