***
*2 Yıl Sonra*
Zaman gerçekten su gibi akıp gitmişti. Serhad’ın gidişinin üzerinden dört yıl geçmişti ama ben, özellikle son iki yıldır dünyanın en mutlu insanı olduğumu hissediyordum. Bunun sebebi belliydi: üvey amcamın oğlu, nişanlım Ömer. O kadar güzel seviyordu ki beni... İlk defa birinin sevgisinde kendimi gerçekten kıymetli hissediyordum. Serhad beni severken hep bir çekince, hep bir sınır vardı; sanki kalbinin yarısını saklıyor, yarısını veriyordu.
Ama Ömer’in sevgisi... Ömer’in sevgisi sınırsızdı. Bana ayırdığı yer, bana verdiği değer, beni dünyadaki tek kadınmışım gibi hissettirmesi... İşte o hisler gözümü açmıştı. İçimden sık sık, "İyi ki gitmiş, bitmiş." diyordum. Eğer Serhad o gün beni bırakıp gitmeseydi, yanlış adamın yanında bütün gençliğimi çürütüp gidecektim belki de.
İki yıldır evlenmemiştik çünkü Ömer işini tam anlamıyla düzene oturtmadan yuva kurmak istemiyordu. Üvey amcam zengin olmasına rağmen, Ömer’in kendi ayaklarının üzerinde durmayı tercih etmesi, benim için onu daha da kıymetli kılıyordu.
"Benim yuvamı, ben kuracağım." derdi, bu yüzden onunla gurur duyuyordum.
Ben de sabırla bekledim. Zaten küçük yaştaydım, aceleciliğe gerek yoktu. O iki yılda, Ömer'in de yardımıyla okuyup, paramedik olmuştum. Şimdi ise yirmi dört yaşındaydım ve iki ay sonra evleniyorduk. Bu düşünce bile içimi kıpır kıpır ediyordu. Ömer’le aynı evi paylaşacak olmak, aynı yastığa baş koyacak olmak... Hayal bile olsa yüzüme bir tebessüm konduruyordu.
Sonra bir an, içimde tuhaf bir boşluk hissettim. Çocuklarımız... Ah evet, benim çocuğum olmuyordu. Bu gerçeği artık kabullenmiştim ama yine de bazen bir sızı gibi kendini hatırlatırdı. Asıl garip olan ise şuydu: Ömer bunu bile bile baba olmayı göze almıştı benim için. Hem de o, töreyle büyümüş, soyunu devam ettirmek zorunda olan bir adamdı.
Bu düşünce içimdeki sessiz sandığı tekrar araladı. "Ben bu adama ölürüm..." dedim içimden, kendi kendime. Demek ki insan istediğinde, her şeye göğüs gerebiliyormuş ama Serhad korktu. Onun gidişi, açtığı yaralar, terk edişi... hepsi hala derinlerde bir yerde acıtmaya devam ediyordu. Ama artık o yolda yürümeyecektim. Hayatım, kalbim ve geleceğim başka birine aitti.
"Yüzüğüne baka baka kararttın kız, nereye daldın yine?" Canan’ın sesi düşüncelerimi dağıttığında yüzüğe kilitlenmiş bakışlarımı kaldırdım. "Ömer’i düşünüyordum, Canan." dedim. Gülerek koluma hafifçe vurdu. "Anladık, bir Ömer’in var. Allah bize de nasip etsin, Ömer gibilerini." deyince ister istemez ben de gülümsedim.
Ne tuhaftı... Serhad’ın kardeşi olmasına rağmen beni asla yargılamamış, aksine hep yanımda durmuştu. Serhad’ın konakta olmayışı ise işime geliyordu; böylece Canan’ı görmek için geldiğimde onunla karşılaşma ihtimalim kalmıyordu. Ailesi ilişkimizi bilmediğinden, beni hala kızları gibi sahipleniyor, sofralarında ağırlıyorlardı.
"Çeyizin hazır mı?" diye sorduğunda, düşünerek dudağımı ısırdım. "Aslında hazır... ama tabak takımı falan kaldı. Onları da yarın halledeceğim."
"İyi güzel, ben de gelirim senle bacım." dediğin de, başımı onaylayarak salladım. Bir süre sessizlik oldu. Sonra sesi yumuşayıp ciddileşti. "Zerin..." dediğinde ona döndüm; gözlerinin içinde belli belirsiz bir hüzün vardı. "Biliyorsun, yengem olarak bu konağa gelmeni çok istemiştim." diye devam etti. İçimi acıtan bir tebessüm yayıldı yüzüme; bir zamanlar ben de aynı şeyi isterdim.
"Ağabeyimin tek kelime söylemeden gidişi hepimizi merakta bıraktı. Hala dönmedi... Arada arar ama niye gittiğini anlatmaz. Seni en hassa döneminde bırakıp gitmesine ben de kızgınım ama..." Cümlesi havada asılı kaldı. Ben gözlerimi ondan ayırmadan devamını bekledim. "Eğer bir gün... gelirse ve gidişinin sağlam bir nedeni varsa... beklemediğin için pişman olur musun?"
Bir an parmağımdaki yüzüğe baktım; ışıkta hafifçe parlıyordu. Yüzüğü çevirirken içimde bir netlik vardı. "Nedeni olsun ya da olmasın, artık beni ilgilendirmez Canan." dedim. "Onun gidişinde bir sebep aramayı çoktan bıraktım. Ve iyi ki gitmiş... O gitmeseydi Ömer’in saf sevgisini asla göremezdim." Derin bir nefes alıp gözlerimi yeniden Canan’a çevirdim. "Umarım mutludur ağabeyin. Çünkü ben... gerçekten çok mutluyum."
Başını anlayışla sallayıp, "Sen mutlu ol da, gerisi yalan zaten." dedi ve sırtımı sevgiyle sıvazladı. Canan’ın odasında, yatağın ucunda oturmuş sohbet ediyorduk ki alt kattan gelen kalabalık sesler ikimizi de aynı anda durdurdu. Birbirimize tuhaf bir bakış attık. "Misafirleriniz mi vardı?" diye sordum. Başını iki yana salladı. "Hayır, yoktu." Cevabını verince yerimden kalktım. "Çat kapı gelen misafirler olabilir. Ben artık gideyim, geç oldu."
"Ya biraz daha otur! Daha dün kuyumcudaki çocukla nasıl flörtleştiğimi anlatmadım!" diye homurdandı. Umursamazca omuz silktim. Çantamın askısını çapraz bir şekilde taktığımda, "Yarına kalsın bacım, beni beyim bekler." deyip saçımı hafifçe savurdum. Beni baştan aşağı süzüp dudak büktü.
"Ay ay, havalara bak... kıçımın kenarı!" deyince kahkaha attım. Evli kadın edasıyla konuşmanın bana hiç mi hiç uymadığını o an bir kez daha anladım.
Odadan çıkıp merdivenlere yöneldik. Canan da beni uğurlamak için arkamdan gelirken, merdivenlerde birbirimizin kıçına vurmak için yarışarak gülüşe gülüşe aşağı indik. Fakat son basamağa geldiğimizde kahkahalar bir anda boğazımızda düğümlendi. Kapının önünde hala büyük bir kalabalık vardı. Evin kadınlarının gözleri kıpkırmızıydı; kimisi ağlıyor, kimisi dua eder gibi elini ağzına kapatıyordu. İçimde ince bir ürperti yükseldi. "Acaba biri mi öldü?" diye düşünmeden edemedim. Yanımda duran Canan da aynı benim gibi telaşlanmıştı. Kapının önündeki o kasvetli hava, yaklaşan fırtınanın habercisi gibiydi.
Kalabalığa doğru yürüdükçe avlunun taşları bile gerginliği taşıyordu. Herkes birinin etrafında toplanmıştı ama adamın yüzünü göremiyordum; geniş omuzlarıyla kalabalığa sırtını dönmüş, ona sarılanlara sarılıyordu. İçimde açıklayamadığım bir sıkışma yükseldi. "Belki Canan'ın askerdeki kuzeni gelmiştir." dedim kendi kendime.
Kalabalık iki yana açılmaya başlar başlamaz Canan’ın sesi avlunun taşlarını titretti.
"AĞABEY!"
O an, dünya ağır çekime geçti. Ağabey mi? Canan yanımdan ok gibi fırlarken, adam yavaşça başını döndürdü. Ve o an göğsüme görünmez bir hançer saplandı.
Bu görünüş...
Bu duruş...
Bu bakış...
Karşımda duran adam Serhad Ağa'dan başkası değildi. Dört yılın ardından, hiç beklemediğim bir anda...
Canan, ağabeyinin boynuna sarılıp hıçkırıklara boğulduğunda, herkes onların kavuşmasını izliyordu ama benim için ortalık karardı. Avlunun sesi, rüzgarın uğultusu, kalabalığın nefesi... hepsi sustu. Serhad’ın kollarını kız kardeşinden yavaşça ayırdığında, başını kaldırdı.Ve gözleri plansızca beni buldu. Göz göze geldiğimiz an, sanki dört yıl önce yarım kalan hikayemiz bir anda önümüze serildi.
Değişmişti. Öyle bir değişmişti ki, ilk bakışta tanımadım ama gözleri kendini zorla hatırlatmıştı.
O gözler... eskisinden daha koyu, daha sert, daha yabancı. Yüz hatları keskinleşmiş, duruşu ağırlaşmış, omuzlarında bambaşka bir güç vardı. Artık o, bir delikanlı değil; "Ağa" olmanın ağırlığını taşıyan bir adamdı.
Ama beni en çok vuran, bakışının üzerimde gezinmesi oldu. Gözleri bedenimde gezdi. Yavaşça... Adeta unuttuğu bir kitabın sayfasını yeniden açar gibi. Ve en onunda çantamın askısını sıkıcasına saran elime takıldı. Çünkü o elimde nişan yüzüğüm vardı.
O an, avlunun soğuğu gibi bir donukluk çöktü yüzüne. Dört yılın sustuğu yer, o yüzüğün parıltısında patladı sanki.
Gözlerinde bir anlık gölge belirdi. Acı mıydı, şok muydu, yoksa gurur kırılması mı... ayırt edemedim. Ama bir şey oldu. Net bir şey.
Kalabalığın ortasında nefes alamamaya başladım. Göğsüm sıkıştı. Ayaklarım sanki taş kesildi.
Yerimde bir saniye daha durursam, ölecek gibi hissetim.
Kalabalığın dağınıklığından faydalanıp, kimseye çarpmadan sokağa atım kendimi. Konağın dış duvarına yaslandığımda, taşların soğukluğu bile beni kendime getirmedi. Nefesim kesik kesikti; içimde fırtına kopuyordu.
Yıllardır ortada olmayan bu adam... neden bugün gelmişti? Neden tam da ben evlenmeye hazırlanırken, her şey yoluna girmişken, çıkageldin Serhad Ağa?
***