Babamın kızları öğretmen olmalıydı çünkü eğitimci bir babanın elinde yetişmiş kız çocuklarının istikbali, babalarının yolundan gittiklerinde güzelleşirdi. Onun yetiştirdiği nice öğrenciler gibi öğrenciler yetiştirmeliydik biz de. Babamın yönlendirmeleri ile ablam Tarih okudu, bense sınıf öğretmenliği okudum. Üniversite yıllarımda bir müzik grubu kurup asıl istediğim şeyi yapmaktan geri kalmadım. Mezun oldum olmasına ama bir devlet okulunda çalışmaktansa şarkı söylemek oldu hayallerimi süsleyen. Çok söz etti babam, çok da tehdit. Pabuç bırakmadım; çocukluktan gelme hep bir asilik vardır damarlarımda. Ablam biraz daha söz dinler oldu bana göre ancak ben bu konuda pek de dur durak dinlemiş biri sayılmam. Üniversitede kurduğumuz grubun sahne aldığı yere davet edildiğim akşam aldım iş teklifimi ve orada da başladım çalışmaya. Her akşam bir öncekinden daha da dolu oldu dinleyici koltuklarımız. Gece işi, her zaman sıkıntıları oldu ancak pek de kimseye pabuç bıraktığım söylenemez. Hayatımda dönem dönem birileri oldu ama hiçbir zaman gerçek manada uzun bir ilişki yaşayamadım. Bir kere efsunlanmış olabilirdim bu konuda ya da kısmetim bir yerlerde beni bekliyordu ve ben de onu bulacaktım. Bulmayı umduğum zamanlardan birinde gördüm Mehmet'i. Barda epeyce içtiğinde fark ettim. Arka arkaya sahne aldığım eski arkadaşım Didem gösterdi ilk olarak onu bana. "Çok yakışıklı," dediğini hatırlıyorum. Zamane kızları, neslin yüzü güzelleştikçe gözlerine gönüllerine daha bir hızlı giriş çıkış izni vermeye başladılar. Bir hafta boyunca her gece geldi Mehmet. Birinde yanında oturdu Didem, pas vermedi ona. Alay ettik Didem'le, bir işi becermedi diye. Adamın kimseye pas vereceği yoktu, inanmayan giden denerdi. Denerim dedim. Bir sonraki gece yine gelince Mehmet bu defa da ben geçip oturdum yanına. İçtiği içkiye bakıp aynısından istedim barmenden.
"Merhaba, ben İpek!" Müzik sesinden duymadı beni diye daha kuvvetli bağırdım. "Merhaba!" Bir kez daha denedim şansımı.
"Hey sana diyorum!" Göz ucuyla baktı bana, gözleri kaymış, tutunduğu yeri bıraksa devrilecek gibi duruyordu. "Çok içiyorsun!"
Elini salladı bir tarafa doğru sonra da kalkmaya çalıştı. Sallanarak uzaklaştı oradan. Bu defa da bana güldüler, Didem gibi aldım boyumun ölçüsünü diye. Pes etmedim! Bir daha oturdum yanına, bu defa önündeki içkisini çektim elinden. Tekrarladım bir gün önce kaldığım yerden. "Çok içiyorsun." Diye tekrarladım. Beni yeni görmüş gibi sordu kim olduğumu. "Ben İpek. Şarkı söylüyorum burada, sahnede." Sahneye baktı, Didem vardı. Sonra da bana baktı.
"Hiç benzemiyorsunuz. Sen daha güzelsin!” dedi çapkın hallerle. Ben de ona sordum adını, Mehmet’ti. Modern bir isim düşünmüştüm ona havalı adamdı doğrusu. Dedesinin adıymış.
Elimden kadehini kurtarıp bitirdikten sonra kalktı yerinden ve yine ardına bile bakmadan gitti. Bu oyun iyiden iyiye inada bindirdi işi. Bir sonraki gün yine çok içtiğini söyleyerek yanına oturduğumda, "Bizim oralarda senin gibi kızları ıssız bir tarlada diri diri gömerler." Öyle söyleyince merak ettim nereliydi ki… İlk kez duydum o zaman köyünün adını. Hatta köylü gibi görünmediğini söyledim. Bana Atatürk’ün sözünden alıntı yaptı, işaret parmağını gözüme doğru uzatarak, köylü milletin efendisidir. Neden bu kadar çok içiyordu ki … Aşık mıydı acaba? Kaşlarını kaldırdı dudaklarını bükerken. Küçük bir çocuk gibi göründü gözüme. Masumdu, her hali. Alkolün koynundaki saflığına kandım, kayboldum. Evli değildi, parasız değildi, bir muhtar babası vardı bir de köyü. Babası da o köyün ağasıydı. Alay ediyor sandım. Güldüm kahkahalarla. "Sarhoşsun sen!"
Başını salladı. "Yarın Amerika'ya dönüyorum. Son kez içeceğim, bir daha içmeyeceğim,” diye yanıtladı beni. Babası Amerika’nın bir köyünde ağaydı sanırım. Hiç Güneydoğuya gitmiş miydim ben? Amerika ve Güneydoğu kuramadım alakayı. Komik buldu beni ama gülmedi. Toplanmaya başladı yine her zamanki gibi, fakat ben de çantamı yanıma almıştım.
Ona bir sabah çorbası ısmarlamak istedim. Çok sarhoş olduğu için arabasını sürmem karşılığında kabul etti. Amerika’ya da arabayla gidecekti anlaşılan. Arabası kalıyormuş Mehmet gidip geliyormuş. Acaba ne iş yapıyor diye düşündüm. Mafya olduğunu söyledi bana.
Bu defa o da güldü benimle birlikte. Gülüşüne kandım belki de... Söylediği her şeyden uzak bir çocukluktaydı diye. Yanına düştüm, otoparkta duran cipinin anahtarlarını aldım elinden.
Uyuklayarak içti çorbasını. Ayılsın diye kahve içmesini önerdim, onunla gelip ona kahve yapmamı söyledi. Anlaşılır bir teklifti! Yeni tanıştığım bir adam beni evine davet ediyorsa bu çok da hayra alamet bir teklif sayılmazdı. Hoyratlığıma vermek lazım teklifini kabul etmemi. Hoşlanmıştım adamdan ama hiç tanımıyordum. Bunca zaman kimseye güvenmeyip de hiç tanımadığın bir adamın peşine düşmek hangi akla hizmettir ki? Baskıcı bir aileye sahip değilizdir bu anlamda. Ablamla eniştem de evlenmeden evvel birlikte olmuş çiftlerden. İlk yeğenime hamile kalınca ablam, evlenme kararı aldılar. Damat olarak istenilecek bir adam da olunca eniştem, babam hiç olmaz demedi. Biraz aceleye getirdiler düğünü diye işkillendiyse de yedikleri haltı temizlediler diye ses etmemiş olabilir. Bilemiyorum! Bunlar apaçık konuşulan şeyler olmadı bizim için. Her neyse, yeniden ben sürdüm arabayı. Evini kapalı gözlerle tarif etti. Dar bir sokakta, deniz manzaralı bir dairede oturuyordu. Az eşya, lüks detaylar, arabasının modeli ile de birleşince zengin izlenimi verdi bana. Zengin bir sevgilim olsun diye dua etmişliğim yoktur ama ne yalan söyleyeyim bu çocuğu tavlarsan on ikiden vurmuş olursun dedi içimden bir ses. Hem paralı hem yakışıklı hem de karizmatikti. Kahvesini bile filtre içenlerden... İçmedi kahvesini, yanına oturduğum koltukta uzun uzun yüzüme baktı. Ben de uzanamadım kendi kahveme. Adımı sordu yeniden. Sarhoştu diye aklında tutamadığını düşündüm.
"Adın gibiymişsin." derken ucuz romantizm sattı bana. Aldım ben de. Ucuza buldum, kaçırır mıyım? Saçlarımı okşamasına da izin verdim. Güzelmişim aslında dikkatli bakmayınca anlayamamış. Bu koca evde yalnız yaşayıp yaşamadığını sordum. "Kalkar banyoya yatak odana bakarım. Diş fırçası var mı, kıyafetleri ya da..." diye tehdit ettim yalan söylemesin diye. Kız arkadaşı yokmuş. Şaşıracak ne vardı da benim de arkadaşım yoktu.
Ben kimseyle olamadığımı söyleyince "Hah!" dedi beni onaylarken. "Ne güzel laftır şu!"
Gülümseyince yanağının birinden bir gamze yakaladım. Esmer tenine yaraşır koyu renk sakalları, muzır çocuklar gibi bakan koyu gözleri, hafiften uzun dalgalı saçları her bir hareketi ile bütünleşti, daha bir ısındım Mehmet'e. Bütün kızlar evleneceği erkeği arar, buldu mu da bırakmazlar ya peşini, hah işte onlardan da olamadığımdan mı bilmem büyüsüne kapılan kalbime izin verdim.
Eğer bu gece onun misafiri olursam sabahında boğazda birlikte kahvaltı sözü verdi bana. Hem ayılınca benden bir tane görürdü hem de adımı tek seferde söyler, aklında da kolayca tutardı.
Şarabın yerini de bardakların yerini de uzaktan tarif etti. Bulup taşıdım içeri, kahveler itildi bir kenara, açılan şarap içilmeye başlandı. Sarhoştuysam her anını neden hatırlıyorum? değildi isem sabahında nasıl o kadar sızdım, kaldım? Uyandığımda gözüme yabancı gelen yatak odasında yanımda olmayışını bile uzunca bir süre anlamlandıramadım. Çıplak olmama şaşırdım ve geceyi o andan sonra hep anımsadım. İlk kez bir adamla sevişmiştim. Pişman değildim, birazdan odaya girecek, uyandığımı görüp beni dudaklarımdan öpecekti. Bekledim, bir süre daha, yeniden bekledim. Sonra üzerime kıyafetlerimi geçirip içeri döndüm. Geceden kalmaydı her şey, etrafta o dahil kimse yoktu. Banyoda olabilir diye oraya girdiğimde aynanın önünde gördüm ikinci diş fırçasını ve tam da oraya iliştirilmiş notu.
Uçağım vardı, yetişmek üzere çıktım. Sen de kapıyı çekip gidebilirsin, belki bir gün yine görüşürüz. Mehmet!