Bölüm 16

1422 Kelimeler
Telefona baktım, Levent’ten bir mesaj gelmişti ve ben o kafamı karıştıran konuşma esnasında gelen mesajı hiç fark etmemiştim bile. Ekran kilidini açıp mesajı okudum. “Sadece merak ettim. Belki senin de istediğin bir gece sana bir külah dondurma ısmarlarım.” diyordu. Mesajı Zehra’ya uzattım. “Ne demek istiyor bu?” Yüzü şaşkınlık içinde sesi ise öfkeliydi. Onun bu tavrına ben de şaşırmıştım. “Ne oldu ki? Bana dondurma ısmarlayacakmış işte.” dedim saf bir tavırla. Mesaj gayet açıktı bana göre. Zehra ise bana hayretle bakarak gözlerini devirdi. Sanırım ortada anlamadığım bir şey vardı ve onu çözmemi ister bakışlarla bakıyordu bana. Dudağının kenarında hınzır bir gülümseme gördüğüme emindim ama aynı anda kayboldu. “Bu kadar saf olabilir misin gerçekten?” Neden saf olacaktım ki Allah aşkına? Adamın gönderdiği mesaj buydu işte. Beni dışarı çıkmaya davet ediyordu ve bunun için de dondurmayı bahane etmişti. Gerçi sonbaharın sonuna doğru dondurma yemek ne kadar mantıklıydı onu düşünebilirdim. Garip olan şey bu muydu yani? “Saflıkla ne ilgisi var?” diyerek sorgulamıştım ki Zehra’nın etrafa göz atıp kimsenin görmediğinden emin olduktan sonra yaptığı tek bir el hareketi bana aydınlanmam için yardımcı olmuştu. Bir an duraksadım. Edindiğim yeni bilginin beynimde inceden inceye anlam kazanmasıyla şaşkınlıkla açılan ağzımı elimle kapattım. “Ciddi olamazsın?” Alevlenen yanaklarımdan anlaşıldığı üzere yüzüm utançtan kızarmış olacaktı. “Sadece olası bir fikir.” dedi Zehra. Utandığımı anlamıştı muhtemelen ve belli ki konuyu değiştirmeye karar vermişti. “Çok sapıkça bir fikir.” “Ama ihtimal dahilinde…” Ben mi çok saftım yoksa Zehra’mı çok art niyetliydi bilmiyorum ama aklımın ucundan dahi geçmemişti böyle bir ihtimal. Belki de zihnimin o konularla ilgilenen kısmına kilit vurduğum için aklım hiç öyle şeylere ermiyor olabilirdi. Her ne kadar öyle olmamasını istesem de düşününce çok mantıklı gelmişti. Yılın ilk günlerinde bu soğukta kim dondurma yemek isterdi ki? Gelen mesaja vereceğim cevabı biliyordum. En azından gönderdiği mesajın olası içeriğini fark ettiğimi belli etmeyecektim. Bazen safı oynamak gerekirdi. Gerçi Zehra uyarmasa gerçekten safça cevap verecektim ama bu başka bir konuydu. Hemen cevaplama sekmesine dokunup yazmaya başladım. “Kim bu soğukta dondurma yemek ister ki?” dedim ve Levent çok gecikmeden cevabını verdi. “Sorun değil. Havaların ısınmasını bekleriz.” Buyur bir de buradan yak! Acaba biz mi fesatlık yapıyorduk, o mu bir şeyler ima etmeye çalışıyordu yoksa düpedüz dondurmadan mı bahsediyorduk? Benim zihnim iyice çorba olmuşken hoparlörden yükselen durak sesi ile yerimizden fırladık. Durağı kaçırmamız an meselesiydi ki kırk yılda bir kalabalık bir işe yaramıştı. Kendimize yol bulup son anda inebilmiştik. Tramvaydan iner inmez de mesajı Zehra’ya okudum. Derin bir nefes alıp gürültüyle nefesini dışarı bıraktı. “Yok, bu böyle olmayacak.” dedi ve elimden bir hızla çekip aldı telefonu. Ardından Levent’e görüntülü arama gönderdi fakat uzun bir süre beklememize rağmen aramamıza cevap vermedi. Hemen arkasından bir mesajla titredi telefon. “Şu an müsait değilim ama eğer istersen seni yarım saat sonra arayabilirim.” Bu nasıl bir oyundu bilmiyorum ama iyice sıkılmıştım artık. Daha fazla uzatmanın bir anlamı yoktu. Ona son bir mesaj gönderecek ve bu görüşmeyi sonsuza dek bitirecektim. “Bence bu kadar yeter. Vazgeçtim. Bu kadar bilinmezlik bana çok fazla. Eğer yardımcı olmak istersen arkadaşına ulaşınca numaramı verirsin, eğer isterse o beni arar. Sen de artık aramazsan sevinirim. Hoşça kal.” Zehra gururla doğru yaptığımı söylese de içimden bir ses hâlâ Kayıp’a ulaşmam için ona ihtiyacım olduğunu söylüyordu. Doğrusunu söylemek gerekirse o içimdeki sesi ne zaman dinlesem kaybediyordum ve dahası her seferinde başım belaya giriyordu. Şimdi de işaretleri takip edersem sonunda başımın yine belaya gireceği ortadaydı ama Kayıp’a ulaşmak için her şeyi yapabilirdim. Buna takıntı diyebilirsiniz hatta bir psikologla görüşmemi bile tavsiye edebilirsiniz belki ama hiçbiri hislerimi değiştiremezdi. Üstelik ben bu takıntımı seviyordum ve onunla gayet mutluydum. Tek sorun henüz Kayıp’ı bulamamış olmamdı. Ve bu takıntım onu bana getirecekti. Derse girmeden önce son kez telefona baktığımda henüz bir yanıt ya da arama gelmemişti. Belli ki Levent ne söylemek istediğimi iyice anlamıştı. Fakat öyle olmadığı çok geçmeden ortaya çıktı. Dersin sonuna doğru telefonum çalınca izin isteyerek sınıftan çıktım ve aramayı cevapladım. Kayıp’tan bir haber gelmiş olabilirdi. “Umarım bana iyi bir haberin vardır.” Kabul ediyorum, telefonu bu şekilde karşılamam pek hoş olmamıştı ama o bunu hakketmişti. Bütün gün beni oyalayıp durmak da pek hoş bir davranış sayılmazdı. “Aslında, sayılır ama pek hoşuna gideceğini sanmıyorum.” “Ne demek şimdi bu?” “Ben bugün arkadaşla görüştüm. Senden ve gönderinden bahsettim. Onu aradığını söyledim.” “Ee.. O ne dedi peki?” Heyecanlanmıştım. Kalbimin sesini telefonun ahizesinde duyabiliyordum ama bir yandan da burukluk vardı içimde. Neden söyleyecekleri hoşuma gitmeyecekti ki? Sakin olmalı ve onu dinlemeliydim. “Aslına bakarsan onun paylaştığın gönderiden haberi olmuş ama…” “Ama, ne ama?” Tüm vücudum heyecandan titremeye başladı. Ortada iyiye gitmeyen bir şeyler vardı belli ki ama ben bunu duymaya hazır mıydım sahiden? Hayır, değildim! “Ya da dur bir saniye…” diyerek sakinleşmek için izin istedim. Pet şişemden bir yudum su içtim, kendimi duyacaklarıma hazırlamak için derin bir nefes aldım ve yeniden devam etmesini söyledim. Benim tüm bu heyecanıma karşılık o aynı derecede rahattı. “Sana ulaşmayı düşünmediğini söyledi. Hatta sana söylememi istediği şey, gönderiyi silmen gerektiğiymiş. Çünkü…” dedi ve duraksadı. Arka arkaya çok fazla kötü haber vermek istemiyordu herhalde. “Çünkü ne?” “Çünkü onun kalbi bir kişiye aitmiş ve başkasına yer yokmuş. Boş hayallere kapılmasın, unutsun beni, dedi.” Gerçek miydi bu? Bunları söylemiş miydi gerçekten? Hayır! Mümkün değildi. İnanmak istemiyordum. Hepsini uyduruyordu belli ki. Baştan beri bu adama inanmakla hata etmiştim. “Sana neden inanayım ki? Yani en azından bana bunları onun söylemesi gerekir. Eğer bu söylediklerin gerçekse ona beni aramasını söyle. Ancak o zaman o gönderiyi kaldırırım.” dedim keskin bir şekilde. Beni iyi anladığından da emindim. Bir süre duraksadı. Sonra garip bir kahkaha sesi geldi. “Şaka yapıyorum.” dedi bütün gün takındığı rahat tavrıyla. Bu hali ile ne kadar itici olduğunu bilse yine de yapar mıydı acaba? “Şaka mı? Sen benimle alay mı ediyorsun?” dedim öfkeyle. Ne yapmaya çalışıyordu bu adam? Beni sinirlendirmekle eline ne geçecekti ki? Gerçekten anlam vermek çok güçtü. “Son gönderdiğin mesajın intikamını almak istediğimi söylesem beni parçalar mısın?” Belki onu değil ama telefonumu parçalamak istedim o an. Ya da telefonumun ne günahı vardı ki? Direkt onu çıplak ellerimle boğabilirdim. Tereddüt bile etmezdim. Ona cevap verirken öfkemin sesine yansımasına özellikle dikkat ettim. Sokakta olmam ya da etrafımdan geçip giden insanlar umurumda bile değildi. “Sen psikopat mısın? Amacın ne senin? Beni bir daha sakın arama yoksa çok fena olur.” derken gayet ciddiydim aslında. Ta ki tam telefonu kapatacakken duyduğum o son söze kadar. “Yarın seninle görüşmek istiyor.” Ahizeyi yeniden kulağıma götürdüm. “Ne?” “Yarın Ortaköy’de kumpircilerin orda seninle buluşmak istiyor.” “Yine şaka mı yapıyorsun? Eğer öyleyse bu hiç hoş olmaz.” dedim ciddiyetle. Bir anda sakinleşmiştim. İşte bu beklediğim andı. “Hayır, şaka yapmıyorum. Sadece seni tanıyabilmek için bir işaret belirtmeni istedi. Bir aksesuar gibi…” Demek beni hatırlamıyordu. Neden hatırlasındı ki zaten? On saniyeden fazla bakmamıştı bile yüzüme. Ben ona âşık oldum diye onun da beni hatırlaması gerekir miydi? O an aklıma Tahir ile Zühre şiiri geldi. Her neyse! Şimdi bunun alınganlığını yapacak değildim. Levent’e beni tanıması için kırmızı bir şapka takacağımı iletmesini söyledim. Bu gayet ayırt edici olurdu muhtemelen. “Saat beşte orada olacak.” “Tamam. Orada olacağım.” deyip kapattım telefonu. O gün ne dersler geçmek bildi ne de gün geceye dönebildi. Onunla buluşacak olma fikri beni heyecandan öldürecekti. Kaç gecedir bu buluşmanın hayalini kuruyordum. Karşımda oturan o adamın gözlerinin içine bakıp ona âşık olduğumu söylemenin bin bir türlü senaryosunu kurmuştum kafamda. Gerçek buydu. Ona aşıktım ve bunu söylemeye çekinmiyordum. İnsan neden böylesine büyük bir duyguyu paylaşmak varken kendi içinde saklasındı ki zaten. Bütün geceyi pencerenin önünde yıldızların bulutların arkasına saklanışını izleyerek geçirdim. Sonra yıldızları kendi ışıltıları ile bırakıp bulutlardan fal bakmaya karar verdim. Çocukken çoğu kez oynadığımız bir oyundu bu. Bulutlardan şekiller uydurmak ama sonra o şekillere anlamlar yükleyip gelecekten haber verdiklerine inanmaya başladım. Hayatımda olan pek çok kişiye bunun gerçek olduğunu anlatmaya çalışsam da beni delilikle yargıladılar. Kendileri bilir! Çok şey kaçırıyordular. Aslında bulut falına gündüz bakmak çok daha sağlıklıydı ama gece de yeteri kadar ay ışığı gökyüzünü aydınlatıyorsa bir şeyler görmek mümkün olabilirdi. Yani öyle olmasını diliyordum çünkü bunu ilk kez deneyecektim. Fakat her şey tam olması gerektiği gibi olmasına rağmen yeterince objektif olamıyordum ve bu da bulutları okumamı engelliyordu. Sadece az ötede denizin üzerinde gördüğüm pamuk yığınının kocaman bir kalp gibi göründüğünden emindim. Belli ki bana yarın için başlayacak olan o büyük aşk için mesaj veriyordu. Ya da ben öyle görmek istiyordum.
Yeni kullanıcılar için ücretsiz okuma
Uygulamayı indirmek için tara
Facebookexpand_more
  • author-avatar
    Yazar
  • chap_listİçindekiler
  • likeEKLE