Burnuma dolan güzel defne yaprağı kokusuyla gözlerimi açarken görmeyi beklediğim son şey belinde havlu ve ıslak kaslarıyla salonun ortasında duran bir adet Yunan Heykeli idi.
Baya baya, salonun ortasında, beline sardığı havluyla durmuş televizyonluğun altındaki çekmecesinde bir şey arıyordu. Gözlerimi ovuşturarak yatakta doğruldum. Ve uyku mahmuru sesim ile "Ne arıyorsun burada? Üstelik de sabahın köründe? Ve belinde havluyla?" diye ona sordum ama beni umursamadan televizyonun altındaki çekmeceyi karıştırmaya devam etti.
"Saat öğlen bire geliyor. Ne demek sabahın körü, uyan bir zahmet. Daha kahvaltı hazırlayacaksın!"
Gözlerim, onun son cümlesini duyunca dehşet içinde ona baktım ama o bana bakmadı. Önündeki çekmeceyi karıştırmaya devam etti. "Ne? Ne demek öğlen bir? Ne demek kahvaltı? Ben mi hazırlayacağım kahvaltıyı? Şaka mı bu?"
Benim art arda o a sorduğum soruları duyunca çekmeceyi karıştırmayı bırakıp yüzünü bana döndü. İtiraf etmek gerekirse ıslak kaslarıyla çok çekici duruyordu. Karşımda muazzam bir tablo vardı adeta.
Ya sana inanmıyorum Azra! Gerçekte tek derdin bu mu şu an?
Islak kaslı bir Yunan Heykeli gayet de büyük bir dert bence.
Bence de.
Sonunda iç sesimi de kendi fesatlığım gibi bozmuştum. Aklımdaki kargaşayla birlikte üstümdeki çarçafı silkip hızla ayağa kalktım ve su içmej için yavaş adımlarla mutfağa ilerlemeye başladım.
"Elim değmişken kahvaltı hazırlamaya da başla."
Benden cevap gelmeyince konuşmaya devam etti. "Unuttun mu küçük şeytan, anlaşmamız böyleydi!"
"Hangi anlaşma ya?"
Sesim hâlâ uyku mahmuru çıkıyordu. Gözlerimi bile zorlukla aralamıştım ama bu Yunan Heykeli kılıklı adam bana kahvaltı hazırlamaktan bahsediyordu, şaka gibi ya!
"Dünkü anlaşma, unuttun mu?"
Sesi öfkeli geliyordu. Ben de öfkelenmiştim. "Dünkü anlaşmaya göre sen de evde ıslak kaslarını sergilemeyecek şekilde gezecektin. Ne oldu ona?"
Önünde açık duran çekmeceyi sertçe kapattığında irkilerek ona baktım. O ise baba hâlâ öfkeli bir şekilde bakıyordu.
"Unutma problemin mi var, balık hafızalı mısın ya sen?
Bana doğru bir adım attığında bende artık uykunun u'sundan bile eser kalmamıştı. Ne güzel uyuyordum ya, bu manyak beni niye uyandırmıştı şimdi?
"O maddeyi ben reddetmiştim. Ama yemek hazırlama ve temizlik yapma fikirlerini ortaya koyan sendin. Unuttun mu?"
"Unutmuşum." diye ağzımın içinde mırıldandığımda "Ne?" Benim kısık sesli mırıldanmamın aksine öfkeyle bağırdı. Bu adam da hep öfkeli ya. Sürekli bu biçimli kaşlarını çatıp mı gezecek yani?
"Tamam tamam, sakin ol biraz canım sen de." Yüzümde samimi olmayan bir gülümseme belirdi. "Hazırlarım ben şimdi kahvaltıyı. Hadi sen de git üstünü giyin. Kasların dikkatimi dağıtıyor."
Ulan Azra, ulan Azra! O şom ağzına eşek arası girsin de konuşama e mi!? Ağzına gelen her şeyi söylüyorsun şaka gibisin ya!
Benim bu sözlerimden sonra odaya gidip üstünü değiştirmesini bekledim ama o, her zamanki gini beni yanılttı ve üstüme doğru yürümeye başladı. Aramızda mutfak masası olduğu içim tam mutfak masasının önünde durdu ve ellerini masaya dayadı. Bunu yaparken mavi gözlerinin ne kadar çekici göründüğünün farkında mıydı acaba?
Yani derdin bu mu gerçekten?
Evet bu.
Senin ben derdini si...Seveyim.
Tamam.
"Sen evde istediğin gibi dolaşıyorsan ben evde istediğim gibi dolaşırım. Ben bakmıyorsam sen de bakmayacaksın? Anlaştık mı?"
Yani sen Yunan Heykeli gibi adamsın. Bir doksan boyun var, taş gibi kasların var, tam yemelik baklavaların var. Bakmamak olur mu?
Olmaz.
"Bana bunu niye söylüyorsun ki? Ben bakmıyorum ki sana!"
Yüzünde çapkın bir gülümseme belirdi. "Bu bakmamış hâlin mi küçük şeytan?"
"Ay ne uzattın. Sergileme de bakmayalım, değil mi?"
Yüzündeki gülümseme anında soldu. "Bunu ben desem beni sapık ilan edip üstüme atlamıştın. Ama sen söyleyince hiçbir şey olmuyor!"
"Kim demiş kadın erkek eşit diye?" Onun yüzünde solan tebessümün aksine ben otuz iki diş sırıtarak ona baktım. "Kadın erkek eşit değildir."
İşaret parmağımı önce ona, ardından kendime doğrulttum. "Kadınlar erkeklerden her zaman üstündür."
Bu sözlerim üzerine bana ters ters baktı. "Sen doktor olduğuna emin misin?"
Ne yani, beni mi küçümsüyordu? Senden doktor olmaz mı demeye çalışıyordu? Hayırdır, ne oluyor?
"Evet, tapu gibi de diplomalar var." Başımı dikleştirdim. "Ne oldu, beğenemedin mi?"
"Nasıl kazandın sen tıpı bu zekayla?"
"Bana bak!" İşaret parmağımı tehdit eder gibi ona doğrultup sallamaya başladım. "Doktorluğu sevmiyor olabilirim, sevmeyerek tıp okumuş da olabilirim. Ama mesleğime laf ettirmem!"
Yüzünde benimle alay ettiğini belli eden çarpık bir gülümseme oluştu. "TUS'u kazanabildin mi bari? Ne doktorusun peki küçük şeytan?"
"Aaaa!" dedim sorusunu duyunca sinirden çığırtarak. TUS'a iki kere girip kazanamadım diyemedim tabii.
"Sana ne be? Ne doktoruysam o doktoruyum. Sana ne oluyor, ben sana nasıl askersin sen diye soruyor muyum, sormuyorum! Sen de sorma."
Ne saçmalıyorsun sen yine Azra?
Benim sinirlenmem onun daha çok hoşuna gidiyordu. Yüzündeki gülümseme genişledikçe uzun tırnaklarımı alıp dudağına geçirmek istiyordum ama... Ama yemiyordu tabii.
"Ben yüzbaşıyım canım."
Canım mı?
Dalga geçiyor benimle, şerefsiz ya!
"Eee..." dedi ve mutfak masasındaki meyve sepetliğinden elma çıkartıp yemeye başladı. "Ne doktorusun sen?"
"TUS'a girmedim daha." dedim öfkeyle.
Yalan söylüyordum tabii ki.
TUS denen o meret sınava iki kere girmiş, yine de kazanamamıştım. Hatta o kadar kazanamamıştım ki kaldırım doktorluğu bile gelmiyordu.
"Kaç yaşındasın?"
"Yirmi altı." dedim kısık bir sesle.
"Ne?" O kadar kısık sesle söylemiştim ki duymamıştı.
Gözlerimi ondan kaçırıp buzdolabını açtım ve üç yumurta çıkardım.
"Yirmi altı yaşındayım."
Yaşını duyunca hoşuna gitmiş olacak dudağı keyifle iki yana doğru kıvrıldı. "Hmm..." dedi elindeki elmadan bir ısırık daha alırken. "Demek yirmi altı yaşındasın ama TUS'a hiç girmedin, öyle mi?"
Anlamıştı şerefsiz. Yalan söylediğimi anlamıştı! Hem zeki, hem başarılı, hem yakışıklı. He konuda VIP doğmuş bu adam ya.
"Tamam!" dedim öfkeyle. Öfkeli bir kabulleniş gibi çıkıyordu sesim. "Yalan söyledim."
Başını olumlu anlamda sallarken elindeki elmadan bir ısırık daha aldı. "Anlamıştım zaten."
"Bir şeyi de anlama be! Bozuk Yunan Heykeli kılıklı seni."
O, benim bu sözlerimin üstüne kahkaha atarken ben somurtarak mutfak dolaplarını karıştırıyordum. Bu lanet tava neredeydi ya?
"Anlarım ben." deyip mavi bir deniz gibi dalgalanan bakışlarını elindeki elmadan çekip bana dikti. "Ne arıyorsun küçük şeytan?"
"Tava." Tabaklarla dolu mutfak dolabını öfkeyle kapattım. "Tava yok mu?"
"Niye?" dediğinde yüzündeki sırıtış genişledi. "Kafama mı geçireceksin?"
Son mutfak dolabını da kapatıp bakışlarımı ona çevirdim ve ellerimi mutfak tezgahına yaslayıp yüzümü yavaşça ona yaklaştırdım.
"Aslında hiç fena fikir değil Yunan Heykeli."
Bana bakıp bir kahkaha daha attığında ben somurtuyordum. Biz bu adamla hiç anlaşamayacak mıyız ya?