"Çok yoruldum." Andrew küçük bir çocuğu andıran şekilde mızmızlanarak konuştuğunda gülümsedim ve elindeki elim yardımıyla şirketten içeri çekiştirdim.
Tüm gün Seul'de gezmiştik. Yarın geri dönüyordu ve ben gezmediği hiçbir yer kalmasın istemiştim. Öyle de olmuştu.
"Babama ulaşamadım. O yüzden gelmek zorundaydık Andrew."
Asansöre doğru ilerlerken ona aynı açıklamayı belki de beşinci kez yaptım. Andrew, yarın gideceği için bu akşam babamla birlikte yemek yiyelim istemiştim fakat telefonları açmadığı için bunu ona söylemek mümkün olmamıştı.
"Babanı sevdim ama başbaşa yemek yemeyi tercih ederdim." Asansörün önünde dururken memnuniyetsiz bir tavırla konuşup yüzüme düşen saçları geriye doğru itti. Tam burnumun ucuna minik bir öpücük bıraktığı sırada asansör kapısı açıldı ve ikimiz de aynı anda asansöre döndük.
Bize gülümseyerek bakan Hoseok ve yanında ifadesizce duran Jungkook biraz afallamama neden olmuştu.
"Merhaba." Hoseok, gülümseyerek konuşup kabinden çıktığında bakışlarımı jungkook'dan çektim. "Merhaba. Babam şirkette mi?"
Hoseok, beni kafasıyla onayladığında Andrew ile kabine gitmiştik. "Toplantıdan yeni çıktık odasında olmalı." Bakışlarını hala kabinde duran jungkook'a çevirip kaşlarını çattı. "Gelsene."
Jungkook, tam arkamda kalıyordu ve onu göremediğimden ne yapmaya çalıştığını anlayamıyordum.
"Sen git hyung. Ben bir şey unuttum sonra gelirim."
Hoseok, anlam veremese de uzatmadı ve el sallayarak arkasına döndü. Asansör kapısı kapanırken bakışlarımı yanımda duran Andrew'e çevirdim. Gülümseyerek beni izliyordu.
"Akşam şu nehirde yürüyüşe gidelim mi?" Gözlerini kısarak merakla bana baktığında gülümsedim. "Yorumlamış mıydın sen?"
Omuz silkerek elinin içindeki elimi sıktı. "Biraz daha seni izlersem enerji depolarım. Yani yemekte hallolur o iş."
Kıkırdayarak onu onayladığımda Jungkook'un yüksek sesli hapşırma sesi ile irkilerek ona döndüm. Kaşları çatık bir şekilde bize bakarken ifadesizliğimi koruyarak tekrar önüme döndüm.
Ona çok yaşa falan demek içimden gelmiyordu. Ayrıca ben çok yaşa demedim diye az yaşayacak hali yoktu değil mi?
Asansör kapısı açıldığında bulunduğumuz kata baktım. Burası pratik odalarının olduğu kattı. Jungkook, Andrew'in yanından geçerken omuzuna sert bir şekilde çarpmış ve Andrew'in sendelemesine neden olmuştu.
Ben şaşkınlıkla ona bakarken o Andrew'e dönerek gayet yapmacık bir şekilde konuştu. "Pardon."
Hareketlerine bir anlam yüklemeye çalışıyordum fakat aklım ermiyordu. Sanırım Jungkook kafayı falan yemişti. Bilerek çarptığı bariz belliydi.
"İyi misin?" Endişeli bir şekilde Andrew'e baktığımda kafasını iki yana sallayarak gülümsedi ve elini yanağıma yerleştirdi. "İyiyim sevgilim sorun yok."
Jungkook'a ters bir bakış atmak istediğim an asansör kapısı kapanmış ve Andrew ile başbaşa kalmıştık.
"He Eun?"
Bakışlarımı Andrew'e çevirip diyeceği şeyi beklerken biraz önceye nazaran düşünceli ifadesi şaşırmama neden oldu.
"Seni kıskanıyor mu?"
Söylediği şey ile bir anda kahkaha atıp kafamı iki yana salladım. "Asla." Derin bir nefes aldım ve açılan kapıdan çıkarken devam ettim. "Böyle bir şey mümkün değil Andrew. Bunun için bir nedeni bile yok."
Yoktu.
Ayrıca Jungkook gerçekten kıskandığı zaman bu kadar basitçe şeyler yapmazdı. Mesela eğer Andrew'i kıskanıyorsa onu döverdi hem de hiçbir bahaneye gerek duymadan. Gerçi benim tanıdığım kıskanç Jungkook koca bir yalandan, yanılgıdan ibaretti.
Pek fazla düşünmeye gerek görmüyordum bu konu hakkında. Babamın odasına girdiğimizde babamı yerinde bulamamak moralimin bozulmasına neden olmuştu.
Telefonumu çıkarıp tam arayacağım sırada babam aradı. Beklemeden telefonu açıp kulağıma götürdüm.
"Aramışsın güzelim."
"Sana geldim akşam yemeği yeriz diye ama odanda yoksun." Telefonla konuşurken bir yandan da odadan çıkmış asansöre ilerlemeye başlamıştık.
"Bir yemeğe katılmam lazım. Daha sonra yapsak sorun olur mu? İş ile alakalı."
Sanırım itiraz etme şansım yoktu. Babamı onaylayarak telefonu kapattığımda bakışlarımı Andrew'e çevirdim. "Sanırım istediğin oldu. Babamın işi varmış, başbaşayız."
Andrew yumruk yaptığı elini havaya doğru kaldırarak gülümsedi. "Biliyordum. Nereye gidiyoruz?"
"Akşam yemeği için bize katılabilirsiniz. Bu arada merhaba." Yoongi'nin sesini duyduğumda bakışlarım arkaya döndü. Elleri cebinde asansörün gelmesini bekliyordu ve ne zamandır oradaydı bilmiyordum.
Bizi mi dinliyordu?
"Teşekkürler ama Andrew yarın gidiyor. Başbaşa olsak iyi olur."
Yoongi, alaycı bir tavırla gülerek kafasını aşağı yukarı salladı. "Olun tabi." Göz devirmemek için kendimi zor tutarak gelen kabine girdim.
Zemin kata inene kadar asansörde kimseden ses çıkmadı. Otoparka indiğimizde biz arabaya doğru ilerlerken Yoongi de kendi arabasına doğru ilerliyordu ve arabasının yanında Jungkook bekliyordu. Anladığım kadarıyla jungkook ile yemek yiyecekti ve bizi de bu ortama çağırmıştı.
Acaba manyak mıydı?
Jungkook ile göz göze gelmemeye dikkat ederek arabaya bindim ve hızlıca otoparktan uzaklaştık.
Andrew ile yediğimiz keyifli bir yemeğin ardından han nehri kenarında yürüyüşe gelmiştik. Andrew anormal bir şekilde burayı çok sevmişti.
"İçecek bir şeyler almamı ister misin?" Bir banka oturduğumuzda Andrew'in sorduğu soru ile kafamı iki yana sallayıp ayağa kalktım. "Ben alırım sen burada bekle." Kaybolmasını falan göze alamazdım, sonra bir de onu aramakla uğraşacaktım.
Andrew'in yanından uzaklaşıp bir kafeye doğru ilerledim. İki tane soğuk kahve alıp kafeden çıktığımda kahvelerin biri, biri tarafından elimden çekip alındı. Şaşkınlık içinde kahveyi alan elin sahibine bakarken yüzündeki maskesi ve siyah büyük şapkasını rağmen maalesef ki kim olduğunu hemen anlamıştım.
"Kahvemi ver."
Elindeki kahve bardağına kısa bir bakış atıp omuz silkerek bardağımı geri verdi. Bu gereksiz hareketi neden yaptığı ise benim için muammaydı.
"Ne yapıyorsun?"
Bıkkın bir nefes verip göz devirdim. Acaba ne yaptığım ile neden ilgileniyordu? Ona cevap vermemeyi tercih ederek yürümeye başladığımda yanımda yürüdüğünü hissettim ve şaşkınlıkla ona dönüp baktım.
"Ne yapıyorsun?"
Bakışları ile caddenin karşısını işaret etti. "Birazdan dans gösterisi olacakmış. Onu izleyeceğim. Sen de o yüzden burada değil misin?"
Sanki hiçbir şey yokmuş ve hiçbir şey yaşanmamış gibi davranıyordu ve bu cidden sinir bozucuydu. Aklıma onunla olan anılarımızı getirmesi ise delirmeme neden oluyordu.
Onunla beraberken buraya gelir dans gösterisi yapan sokak dansçılarını izlerdik. Kimi zaman onlara eşlik bile ederdik. Ben onun kadar iyi olmasam da onun öğrencisi olduğum için fena sayılmazdım. Gösteri bittiğinde nehir kenarında yürüyüp bir şeyler içer sohbet ederdik. Saatlerce sokakta amaçsızca gezmek o zamanlar zevk aldığımız en büyük şeydi.
Bunlar güzel anılardı fakat onunla ilgili aklıma gelen her gelen güzel anının sonuna beni bir pislik gibi terk ettiği an da ekleniyordu ve tüm anılardan nefret ediyordum. Tıpkı ondan ettiğim gibi.
"Hayır ben Andrew ile beraberim. Dans gösterisi falan izlemeyeceğiz."
Karşıya geçmemiz için yeşil ışık yandığında hareketlendim. Onun bir şeyler söylemesini beklemeden farklı bir yöne doğru ilerledim.
İkimiz farklı yönlere doğru ilerlerken buruk bir ifadeyle gülümsedim. Keşke zamanında da bu şekilde ayrılıp farklı yönlere gitmiş olsaydık. Beni paramparça etmeden ayrılmayı keşke başarmış olsaydı. Belki o zaman bu kadar acı çekmezdim.
Elbette yine üzülürdüm ama kendimi bir bok gibi hissetmezdim.
...
Andrew gitmişti. Giderken yüzündeki o buruk ifadeyi zihnimden atamıyordum. Tekrar geleceğini söylemiş olsa bile bununla alakalı pek umudu yok gibiydi.
Açıkçası benim de yoktu.
Çok büyük bir yanlış yapmıştım ve şu an nasıl döneceğim hakkında bir fikrim yoktu. Arkadaşlığını kaybetmek istemiyordum fakat onu daha fazla oyalamak da istemiyordum. Başka birine aşık olabilirdi, onun böyle bir şansı vardı fakat benim ona aşık olma gibi bir şansım yoktu.
Finans departmanında benim için ayrılan odaya girip büyük masanın arkasındaki sandalyeye oturdum. Bu odada fazla kalıcı olmadığımı düşünüyordum ve değiştirme gibi bir girişimde bulunmayacaktım.
Odanın kapısı tıklatıldığında "gel" diyerek içeri kimin gireceğine merakla baktım. Odadan içeri tanımadığım iki adam elinde çiçeklerle geldiklerinde çiçekleri bırakmaları için ortadaki sehpayı işaret ettim. Altı tane çiçek vardı ve kimlerden geldiklerini tahmin ediyordum. Çiçeklerde yazan notlara baktığımda hafifçe gülümsedim.
Jimin ve Taehyung beyaz lilyum tercih ederken Namjoon, orkide göndermişti. Hoseok ve Yoongi'nin tercihi ise beyaz papatyalardan oluşuyordu. Açıkçası Yoongi'nin bana olan en son bakışından sonra kaktüs yollamasını falan beklerdim.
Çiçekleri odanın belli köşelerine yerleştirirken tekrar kapı tıklatıldı ve içeriye tekrar bir çiçekçi girdi. İlk iş günüm biraz abartılıyor olabilir miydi?
Bu sefer ki çiçeklerin Andrew'den geldiğini gördüğümde buruk bir ifadeyle gülümsedim. Kırmızı güllerden oluşan büyük bir demet göndermişti. Teşekkür etmek için aramam gerekiyordu ama önce uçaktan inmeliydi.
Tekrar kapı tıklatıldığında göz devirmemek için kendimi zor tuttum. Babam elinde mor sümbüllerle içeri girdiğinde genişçe gülümsedim. Annemin en sevdiği çiçeklerdi. Babamın bunu unutmamış olması beni mutlu ediyordu. Annemi çok sevmişti ve hala onunla alakalı şeyleri hatırlıyordu. Hayatına kim girerse girsin annem hep kalbinin bir köşesindeydi olması gerektiği gibi.
"Çok başarılı olacağına eminim." Babam yanıma yaklaştığında elindeki çiçekleri alıp boynuna sarıldım ve yanaklarına sulu öpücükler bıraktım. Bu dünyadaki en değerli varlığım oydu ve ondan başka kimsem yoktu.
Babamla olan kısa sohbetimiz ardından işleri olduğu için kendi odasına gitmişti ve ben yeni işime adapte olmak adına bana verilen dosyaları incelemeye başladım. Şirketin büyük bir gelir ve gider pusulası vardı. Bu kadar para kazanıldığını asla bilmiyordum.
Yeni çıkacak kız grubu için masrafların bir taslağını çıkarmam istenmişti ve bunun için bir haftalık bir sürem vardı. Bunun benim sınavım olduğunu biliyordum fakat kasmadım. Bu işi yapmak için çok hevesli değildim ve kendimi zorlamadan bir taslak çıkaracaktım.
Akşama kadar örnek dosyaları incelemek ile vakit harcamış ve birkaç çalışan ile tanışmıştım. Andrew bir saat önce uçaktan indiğini söyleyen bir mesaj atmıştı ve arama ihtiyacı duymadan mesaj atarak çiçekler için teşekkür etmiştim.
Çıkış saati geldiğinde bilgisayarımı kapatıp eşyalarımı toparladım. Tam çıkmak üzere iken gelen yabancı adam ile kaşlarım çatıldı. Kaşlarımın çatılmasının nedeni adamın yabancı olması değil elinde olana tanıdık fanustu.
Elindeki fanusu masanın üzerine bırakıp gülümseyerek odadan çıktığında bakışlarım hala teraryum fanusunfaydı.
Yaklaşık beş yıl önce jungkook ile beraber yaptığımız teraryum şu an masamın üzerindeydi. Yıllarca bunu saklanmasına mı yoksa bunu bana yollamasına mı şaşırmam gerekiyordu?
Bir gün böyle bir evde yaşamayı hayal ederek beraber yaptığımız bu fanusu yıllarca saklamış mıydı? Bunca zaman saklaması demek ona öğrendiğimiz tüm gerekli bakımları yapması demekti.
Peki neden?
Fanusa yaklaşıp içerisinde bir not aradım fakat yoktu. Ben şimdi bundan ne anlam çıkarmalıydım?
Vote