Akreple yelkovan birbirini ağır ağır kovalarken zaman Deniz ve Ali için geçmek nedir bilmiyordu. Ağızlarına tek bir lokma sokmadan dakikalarca yoğun bakımın önünde oğullarından tek bir haber bekliyorlardı. İlk kez sesini bu kadar uzun duymuyorlardı. Anne, baba diye ortalığı birbirine katan çocuklarının sesini duymamak kabir azabı gibiydi. Bir mezarın içinde sıkışıp kalmışlar, oğullarını bekliyorlardı onları sıkıntıdan kurtarsınlar diye.
En az onlardan kadar perişan olan aileleri ne kadar odaya çıkalım orada dinlenin deseler de ikisi de yerinden kıpırdamıyordu. Ali tek tük de olsa konuşuyor, Deniz ağzını açmıyordu. Bu durum herkesi endişelendiriyordu. Özellikle Ali diken üzerindeydi. Kendine bir şey yapmasından korkuyor, onu yalnız bırakıp lavaboya da gidemiyordu. Biliyordu ki Deniz şu an sağlıklı düşünemiyordu. Her hangi bir kötü olayla karşı karşıya kalmamak adına yanından ayrılmaya da niyeti yoktu.
“Tostlarınızı yeseydiniz. İkiniz de dün geceden beri açsınız.”
Deniz tepki bile vermedi. Ali başını iki yana doğru sallayıp yemeyeceğini belli etti.
“Bari getirdiğimiz çayı için abi.”
Yanı başında duran Yiğit’in elinden bardağın birini alıp Deniz’in eline uzattı. Bardağı alacak gibi değildi Deniz. Onun bu görüntüsü karşısında ağırlık yüklenen omuzlarını kaldırıp indirdi nefesini alıp vererek Ali.
“İçmelisin.”
Hâlâ tepkisizdi Deniz.
“Deniz?”
Bileğini tuttu. Başı öne doğru hafifçe düşen kadının dudaklarına bardağı yaklaştırıp en azından bir yudum da olsa çayı içirmeye çalıştı ama başaramadı. Deniz dudaklarını aralamıyordu bile. Kitlenmiş gibi öylece duruyordu. Bardağı tekrar Yiğit’e uzatıp Deniz’in canını acıtmadan onu sarstı. Kendinde olmayan genç kadının durumu onu iyice paniğe sokarken, “Deniz?” dedi sesinin tonunu yükseltirken.
“Doktoru çağırabilir misiniz?”
Mina’nın hemşireye seslenmesi onu hepten gerdi. Oturduğu yerden kalkıp Deniz’in önünde dizlerinin üzerine çöktü. Parmaklarını yanağına bastırıp onu sarsarken kendine gel demeyi de ihmal etmiyordu.
“Lütfen kendine gel, Batuhan iyi olacak. Bırakma kendini.”
Arkasında ağlayan ailesinin sesleri sinirlerini bozdu. “Susun,” diyerek bağırdığı gibi Deniz’in yanağına vurdu. Eli ağır değildi ama Deniz bu dokunuşla sarsılıp baygın bakan gözlerini araladı. Eli acıyan yanağına gidecekken Ali ondan önce davranıp vurduğu yerin üzerinde parmaklarını dolaştırdı.
“Kendini bırakma Deniz, bizi korkutma lütfen. Konuş bizimle, içinden geçirdiklerini bizimle paylaş ki kendini kaybetme.”
Az öncekine nazaran bakışları düzelse de yine konuşmadı.
“Bu böyle olmayacak Ali, Deniz’i alıp eve gidelim biz. Sen de gel diyeceğim ama gelmeyeceğim diyerek inat edeceksin biliyorum.”
Deniz’in eve gitmesinin iyi olacağını biliyordu ama onu tek başına bırakamazdı. Bugün yapacağı şeyi tekrar yapabilirdi. Herkes yorgunluktan uykuya dalarken Deniz kendine bir şey yapabilirdi. İrkildi. Yüreği zaten oğlunun acısıyla yanıp kavruluyorken bir de bunu düşünemezdi.
“Siz bizimkileri alıp gidin baba, ben Deniz’le burada beklerim. Annemler dünden beri perişan oldu. Onlar güçlü olsun ki Batuhan uyandığında bize yardımcı olurlar.”
“Perişan oldunuz, ikiniz de bayılıp kalacaksınız.”
“Evde daha kötü oluruz baba.”
Mecbur başını sallayan Talha Bey yorgunluktan perişan olmuş diğerlerine “Gidelim o zaman,” dedi. Ömer ve Yiğit bu gece onların yanında kalacakları için onlarla gitmeme kararı aldılar. Herkesi yolcu ettikten sonra yerlerinden kıpırdamayan Ali ve Deniz’in yanına tekrar döndüler.
“Bari şu soğumuş tostları yiyin. Abla lütfen.”
Tostun birini ablasının eline verdi. “Konuşur musun? Sen sustukça benim bağırasım geliyor. Bir tepki ver ne olursun.”
“Israr etme, biraz durulsun böyle.”
“Bayılırsanız uyanmayın diye size uyku ilacı verdireceğim bilginiz olsun.”
Boynunu sağ ve sola çevirerek, “Sen ablanın yanında dur,” dedi ifadesiz ses tonuyla. “Lavaboya gidip geleceğim.” Ali’nin kalktığı yere oturdu Yiğit. “Kızı yalnız bırakmayın.” Aynı anda başını sallayan Yiğit’le Ömer Deniz’i konuşturmaya çabalarken Ali lavabonun içine girip aynanın karşısına geçti. Gözlerinin etrafı uykusuzluktan çökmüş, yüzü solgun duruyordu. Uyumamak adına soğuk suyla yüzünü yıkayıp ellerini mermerin üzerine bastırdı. Düşünmesi gereken o kadar çok şey vardı ki aklı karma karışık olduğundan hangisini düşüneceğini şaşırıyordu. Oğlu, Deniz, evliliği, hayatı, yaptığı hataları birer birer aklından çıkmıyordu.
Dün geceden beri fazlasıyla gözyaşı dökmesine rağmen gözleri tekrar dolduğunda kolunu gözlerine bastırdı. Sımsıkı kapanan göz kapaklarının arasından sızan gözyaşları gömleğine bir yağmur damlası gibi bulaşırken başını geriye atıp, “Affet Allah’ım,” diye yalvardı. “Benim hatalarımın bedelini oğlumdan çıkarma. Beni ne onun acısıyla ne de Deniz’in acısıyla sınama. Söz veriyorum artık daha düzgün bir adam olacağım. Geçmişte yaptığım hatalarımı bir daha yapmayacağım.”
Tekrar yüzünü soğuk suyla yıkayıp eline aldığı kâğıt havluyla kuruladı. Koridora çıktığında oyalanmadan tekrar yoğun bakımın önüne gitti. Deniz yoktu. Tek başına oturan Ömer’e, “Deniz nerede?” dedi oturmadan.
“Yiğit’le beraber lavaboya gittiler.”
Kaşları çatıldı. “Şimdi geldim oradan yoklar.”
Omuzlarını kaldıran Ömer, “Belki hava almak adına dışarı çıkmışlardır,” dediğinde cevap vermeden arkasını döndüğü gibi tekrar lavabonun önüne gitti. İlk önce erkekler tuvaletine girdi. Doğal olarak Yiğit burada yoktu, eğer burada olsaydı demin görürdü.
Dışarı çıkıp kadınlar tuvaletinin kapısına vurdu. Biraz bekledi tekrar vurdu. Ses gelmiyordu içeriden. Kaşları biraz daha çatıldı. Hava almak için merdiven boşluğuna çıktıklarını düşündü. Koridorun sonunda bulunan büyük demir kapıyı ileri itip merdiven boşluğuna çıktı. Yiğit tek başına sigara içiyordu.
“Ablan nerede?”
“Lavaboda, bir şey mi oldu?”
“Neden tek bırakıyorsun?” diyerek ağzının içinden homurdanıp tekrar kadınlar tuvaletinin önüne geldi. Bu sefer ne bekledi ne de kapıya vurdu. Kapının kolunu tuttuğu gibi içeri girdi. Deniz sırtını duvara vermiş yerde çömelerek oturuyordu.
“Deniz? İyi misin?”
Deniz’in koltuk altlarından tutarak onu ayağa kaldırdı. “Tek başına burada ne yapıyorsun?” Değil konuşmak tepki dahi vermeyen karısının bütün yükünü üstüne alarak lavabonun önüne getirdi. Tek avcuna aldığı suyu onun yüzüne sürüp biraz da olsa kendine gelmesini sağlamak istedi.
“Canının yandığını görüyorum, sen ne hissediyorsan ben de aynısını hissediyorum. Oğlun için ayaklarının üzerinde dik durmalısın, kendini bırakma. Batuhan iyi olup bu hastaneden çıktığında her şey daha güzel olacak diye düşün. Onunla daha çok vakit geçireceğiz, yaptığımız hataları tekrardan yapmayacağız. Rica ediyorum kendini bırakma. Bak aklım yeteri kadar karışık bir de sana bir şey olacak düşüncesiyle sersem gibi dolaşıyorum etrafta. Biraz olsun güçlü olur musun?”
Yüzünü buruşturan Deniz kusacakken kabinlerden birine koşup boğazına kadar gelen safrayı çıkarıp derin derin soludu. Kısa saçlarını avuçlarının arasına aldı Ali. Deniz rahatlayıncaya kadar bir süre yanında durdu. Deniz’in birazcık olsun toparladığını fark ettiğinde onu kabinden çıkarıp tekrar yüzünü yıkadı.
“Şimdi bir şeyler yiyeceğiz. Yarın biliyorsun oğlumuzu uyandıracaklar, onunla ilgileneceğimiz için vücut direncimizi güçlü tutmak zorundayız.”
Deniz’i yerine oturttuğunda Ömer’e sıcak bir şeyler almasını söyledi. “Kafeteryaya gidelim,” diye ısrar etse de Ömer yine oturdukları yerden kalkmayınca Yiğit’le beraber ayrıldılar onların yanından.
“Bir süre işe gitmeyiz. Batuhan bizi yan yana görmek istediği için onun yanında oluruz. O ne isterse onu yaparız.”
Kavga etmeyiz, öncelik hep oğlumuz olur diye de içinden geçirdi. Belki bu sefer daha mantıklı davranırlardı.