5. BÖLÜM ANLAŞMA 4/4

1051 Kelimeler
Cevap vermedim. Sessizce başımı salladım. Beni zorlayan şey, iç güdüm değil, içimdeki kaybolan parçanın bir türlü yerine oturmamış olmasıydı. Bu yeni okul dönemine Sara ile başlamalıydım. Bugün, diğer günler gibi olmayacaktı. İnsanların acımalarıyla yüzleşmek zorunda kalacaktım. Gözlerim liseye giren öğrenci kalabalığına kaymıştı. “Harika,” diye fısıldadım annemin duyamayacağı bir tonda. Annem yanağımdan öperek, sırtımı sıvazladı ve mırıldandı. “Sana güveniyorum.” Sessizce, hiç ses çıkarmadan arabadan indim. Kapı kapanırken çıkan o tok ses, içimde bir şeyleri mühürler gibi yankılandı. Annemin motoru yeniden çalıştırdığını ve SUV’un ağır ağır uzaklaştığını duydum. Ardından arabanın sesi, kasabanın sabah uğultusuna karışarak silinip gitti. Onun varlığı yavaşça yitip gözden kaybolurken, kalbimdeki o tanıdık boşluk sessizce büyümeye başladı. İçimde, ne olduğunu tam olarak adlandıramadığım bir soğukluk yayıldı. Köklerinden kopmuş bir ağaç gibi, rüzgârın yön verdiği bir gölgeydim artık. Okulun büyük, demir kapısı önümde yükseliyordu. Soğuk, gri metalin ardında hareketli bir dünya vardı. Öğrencilerin kalabalığı, sabahın erken saatinden itibaren okulun avlusunu doldurmuştu. Onlara bakarken, içimdeki kaygı ile tedirginlik birbirine karıştı—çözümlenemeyen, iç içe geçmiş bir yumak gibi. Yüzlerinde yılın bu zamanına ait sıradan neşeyle gülüşüyorlardı. Kimi yüksek sesle konuşuyor, kimi kahkahalar atıyor, kimisi ise sessizce grubunun parçası olarak yürüyordu. Kızlar, kısa etekleri, dar kot pantolonları ve üzerlerine oturan tişörtleriyle dikkat çekiyordu. Saçları rüzgârda özgürce dalgalanıyor, kimi parlak rujlarıyla yüzlerine canlılık katıyor, kimiyse doğal halleriyle sade ama ışık saçıyorlardı. Gözlerinde sabahın dinamizmi, ellerinde kahve bardakları ya da telefonlar... Hayatın tam merkezindeydiler. Erkekler daha rahattı. Spor ayakkabılar, bol tişörtler, bazıları kulaklıkla müziğe gömülmüş. Birbirleriyle şakalaşıyor, sırtlara hafif yumruklar atılıyor, ayakta dönen hızlı ve içli cümlelerle kendi dünyalarına ait küçük fırtınalar estiriyorlardı. Ben ise tüm bunların dışında, o kapının eşiğinde tek başına duruyordum. Kalabalığa dikkat kesilerek zihnimi dağıtmaya çalıştım. Ama bu gürültülü hayatın içinde ben, sessizliğimle daha çok belirginleşiyordum. Derin bir nefes aldım. Yavaşça içeri doğru adım attım. Ayaklarımın altındaki taş zemin, sanki her adımımda uzuyor, uzaklaşıyor, beni bir başka zamana taşıyordu. Sınıf kapılarının açılıp kapanma sesleri, koridorlarda yankılanan ayak sesleri, birbirine çarpan seslerin aralığında yükselen kahkahalar... Her şey bir film karesi gibiydi. Anlık, bulanık, geçici. Gözlerim insanları takip ederken, onların arasında dolaşan siluetlere dönüştüm. Öğrencilerin hızlı adımları, omuz çarpışmaları, çantaların sürtünmesi… Hepsi birer detaydı. Ama benim zihnimde yükselen bir duvar vardı—kalın, soğuk, geçilmez. Her şey olması gerektiği gibiydi ama bir parçam eksikti. Bir yanım hep dışarıda kalmış gibiydi. Kalabalığa karıştığımda, bazı yüzlerin bana döndüğünü fark ettim. Tanıyan bakışlar vardı. Aynı dönemden olduğum insanlar, belki de ismimi bile hatırlayanlar. Ama hiçbiri bir şey söylemedi. Sadece baktılar. Sessizce, yüzlerinde ne acıma ne de merak—yalnızca ölçülü bir tanımışlık. Göz göze geldiğimizde, hepsi yolu açar gibi kenara çekildi. Sanki beni içlerinden biri olarak değil de, geçip gitmesi gereken bir anı gibi kabul etmişlerdi. Okulun girişindeki taş sütunların üstünde, büyük harflerle yazılmış FROST LİSESİ tabelası beni karşıladı. Ama bu defa bir şey farklıydı. Bu harflerin hemen yanı başında, rüzgârla hafifçe dalgalanan kağıt parçaları gözümü yakaladı. Kayıp ilanları. Çeşitli yüzler, çeşitli hikâyeler… ama en öne iliştirilmiş olanı hemen tanıdım. Kız kardeşim. Kayıp ilanındaki o fotoğrafı ben çekmiştim. Gözleri, içine bakıldığında insanı sarıp sarmalayan o parlak yeşil gözler… Gülümsemesi, zamanın en güzel anlarını saklıyordu. O fotoğraf, bir mutluluk anının donmuş yansımasıydı. Şimdi ise, kasabanın dört bir yanına asılmış bir hatırlatma. Bir umut. Belki de yalnızca bir veda. İlanların altına bırakılmış çiçekler dikkatimi çekti. Bazıları hâlâ tazeydi—beyaz zambaklar, narin ve kırılgandı. Diğerleri solmuştu; kuru güller, zamanla sararmış şeritlere sarılmış. Kimi çerçeveler, plastik kılıflara alınmış resimler, el yazısıyla yazılmış mektuplar… Tüm bunlar, bu köşeyi bir anma yerine çevirmişti. Bir mezar olmayan ama yas taşıyan, topraksız bir mezar gibi. Gözlerim o an Sara’nın gözleriyle buluştu—o donmuş karede. Kalbimde derin bir sızı hissettim. Gözyaşlarıma hâkimdim ama içimden bir şey yavaşça eziliyordu. Burası, hayatın devam ettiği ama bazı hayatların yerini boş bıraktığı yerdi. Birilerinin kahkahası devam ederken, diğerlerinin ismi sadece duvarlarda yankı buluyordu. Gözlerim kayıp ilanlarının üzerinde gezindi. Jane Davidson, Lauren Lee, Kevin Hardy, Ralph Russell ve annemin bahsettiği en son kaybolan kız Maxine Littman... Herkesin kayıp ilanı o köşede yer bulmuştu Her isim, bir insandı. Bütün o kaybolan hayatlar, sessizce okulun kapısını bekler gibi asılı duruyordu. Her bir ilan, sanki okula adım atmaya çalışan bir yabancıya bir uyarıydı. Çevremde biriken kalabalığın fısıltılarını duyuyor ve sessiz gerginliğini hissedebiliyordum. O kaybolan hayatların geride bıraktığı boşluklar, yavaşça tüm okulun ruhunu sarmış gibiydi. Birçok öğrenci, o ilanları görmezden gelir gibi, kendi dünyalarına odaklanmıştı. Ama ben, o an bu kayıpların, okulun içine nasıl sinmiş olduğunu hissedebiliyordum. İnsanlar gergindi, korkuyorlardı. “Mary!” Samantha’nın sesi, kalabalığın uğultusunu yararak kulağıma ulaştı. O tanıdık sesin sıcaklığı daha tamamen algılayamadan, birden yanı başımda belirmişti bile. Gelişi öylesine hızlı ve sessizdi ki, sanki beni yıllardır görmemiş gibi bir aceleyle yanımda duruverdi. Uzun, dümdüz koyu siyah saçları, rüzgârın etkisiyle hafifçe kıpırdanıyor, ipek bir şal gibi omuzlarına dökülüyordu. Her zaman özenliydi Samantha; soğuk havaya rağmen zarafetinden hiçbir şey kaybetmemişti. Lacivert kabanının düğmeleri parlarken, beyaz boğazlı kazağı tenine bir zarafet katıyor, soluk mavi gözleriyle doğrudan bana bakıyordu. Gözlerinde, sadece endişe değil, aynı zamanda bir anlayış, bir "buradayım" güveni vardı. Tereddütsüzce koluma sarıldı. Parmakları hafifçe titriyordu ama tutuşu sıkıydı; kararlılıkla bedenime yaslandı. “Hadi,” dedi usulca, sesi neredeyse fısıltıydı ama duyduğum en net şeydi o an. “Hadi gidelim buradan.” Ardından, kalabalığın arasından bir gölge gibi hızla ayrılan başka bir siluet yaklaştı. Anastasia. Adeta bir ok gibi yanımıza fırlamıştı, duraksamadan, cesaretle. Kızıl-kahve saçları rüzgârda dans ediyordu—omuzlarının üzerinde savrulan hafif dalgalar bir an bile durmuyordu. Teninde, güneşin öpücüğünü andıran bir sıcaklık vardı; yanaklarında zarif bir pembelik, burun üstündeki hafif çiller. Sanki Frost’un yağmurlu havasına karşın güneşli bir günden gelmişti. Kahverengi gözleriyle çevremizi hızla taradı. Kalabalığa karşı gözle görülür bir hoşnutsuzluk vardı bakışlarında—korumacı, neredeyse saldırgan bir içgüdüyle. Kimi öğrenci hâlâ bize bakıyordu, bazıları göz ucuyla ilanlara, bazılarıysa bana... Ama Anastasia, hepsinin arasında yalnızca beni görüyordu. Göz alıcı sarı hırkası, solgun taş binanın ve kışın gri tonlarının arasında adeta bir güneş ışığı gibiydi. Sanki kasvetli Frost Lisesi manzarasında, renklerin hâlâ var olduğunu hatırlatıyordu. “Mary’nin bizimle gel,” dedi, sesi sakindi. Gözleri benimkileri aradı, bakışları merakla ve içtenlikle doluydu. Sanki gözlerimin içine bakarak, ne söyleyemediğimi anlamaya çalışıyordu. Onlara baktım ve donuk bir halde gülümsedim. Samantha Collins ve Anastasia Kensington... Onlar benim arkadaşlarımdı. İnsan... ölümlü... ama gerçek. Ve en önemlisi, beni gerçekten seven insanlardı. Sıcaktılar. Dokunulabilir, güvenilebilir, tanıdık. Kalbimin katmanlarına sızan soğukluk arasında, içimde bir sıcaklık kıvılcımı gibi birden belirmişlerdi. Yanımda oldukları için minnettardım.
Yeni kullanıcılar için ücretsiz okuma
Uygulamayı indirmek için tara
Facebookexpand_more
  • author-avatar
    Yazar
  • chap_listİçindekiler
  • likeEKLE