9. BÖLÜM SOĞUK BEYAZLAR 3/2

3269 Kelimeler
Acının kıvrımları, göğsümün içinde yayılıyor, kalbimi sıkıştırıyordu. Her nefes alışımda göğsümün içi sıkışıyor, ciğerlerim yanıyordu; sanki hava değil, bıçaklar çekiyordu içine. Zamanın ağır akışı içinde, düşüncelerim dağılıyor, korku ve umutsuzluk dalgaları zihnimi kaplıyordu. Nefes almak, var olmak zordu; ağrının ve yorgunluğun pençesinde, kendi bedenimin bile bana yabancılaştığını hissediyordum. Başımı yastığa dayadığımda, serinliğin dokunuşu ancak biraz olsun içimdeki yangını söndürebiliyordu. Gözlerimi kapattım, ama karanlıkta bile acının gölgesi peşimden ayrılmıyordu. Adamın sesi, derin bir sesle, “Bitti,” dedi. Son sargı bezini de vücudumdan geçirdikten sonra ve sıkı bir düğüm attı. “Ama hala dinlemesi lazım. Yaralarının enfeksiyon kapmaması için yeniden görmeye geleceğim.” Yavaşça başımı sağa çevirebildim. Ama bilincim yerimde değildi. Doktor dışarı çıkarken, kadınlar tekrar etrafımda, sesleri titreyerek mırıldanıyor, bana daha dikkatli bakıyorlardı. Alexie ve Kirill’i doktor kapılar açılıp, yanlarından geçerken, bana meraklı gözlerle bakındılar. Onları kısık baktığım gözlerimle görebilmiştim. “Terbiyeniz nerede?” diye çıkıştı anneleri onlara, ve kapıyı yüzlerine çarptı. Ardından üzerime bir çarşaf ve ağır olmayan ama sıcak tutan bir yorgan serdiler. Sonra beni yalnız bıraktılar. İlk gece kıpırdayamadım. Akşamın geceye doğru ilerleyen, ilk saatlerinde uyuyamadım. Vücudum adeta taş kesilmişti; kıpırdamak imkansızdı. Yine de konaktaki her sesi net bir şekilde duyabiliyordum. Ahşap zemin üzerinde dolanan adım seslerinden içilen suya kadar her şey duyabiliyordum. Alt katta Alexie, kardeşi Kirill bir sandalyede otururken, o odanın içinde volta atıyor. Aynı odanın uzak bir köşesinde babaları varsaydığım yaşlı adam şöminenin karşısındaki koltukta oturuyor ve doktorla konuşuyordu. Ateşin çıtırdama sesleri duyuluyordu. Ahşap zeminlerde yankılanan adım sesleri, konağın geniş koridorlarında bir melodi gibi kıvrılarak odalara dolanıyordu. İnce, kesik kesik fısıltılar, yer yer tavan kirişlerine çarpıp geri dönüyor, derin ve ağır sessizliği daha da belirgin kılıyordu. Uzak bir odadan, aralıklı su içme sesleri geliyordu; küçük bir rahatlama anı gibi, o boğucu ortamda neredeyse huzur arayışıydı. Alt katta, Alexie’nin hızlı ve kararlı ayak sesleri, kardeşi Kirill’in oturduğu sandalyede hafifçe sallanmasıyla birbiri içine karışıyordu. Sandalyenin ahşap ayağının zemine sürtünmesi, konağın o eski yapısında yankılanan her sesin bir parçasıydı. Odanın diğer ucunda, şöminenin içten içe yanan ateşinin çıtırtı sesi, sanki karanlığın içine fısıldayan küçük bir canlanma gibiydi. Ateşin hafif dansı odanın köşesini aydınlatırken, hemen karşısında oturan yaşlı adamın yüzünü göremiyordum; ama varlığının ağırlığı, odadaki her şeyi baskı altına alıyordu. Sessizliğin içinde derin bir ciddiyet vardı. Ona baba olduğunu düşündüğüm bu adam, düşük ve titrek bir sesle, doktorla konuşuyordu. Sözleri o kadar hafifti ki, sadece en dikkatli kulaklar duyabiliyordu. Doktorun sesi, odadaki havayı daha da ağırlaştırdı. “Aldığı ağır yaralara rağmen güçlü bir genç hanım.” Bir an durdu, sonra devam etti. “Ne denli acımasız olabilirler, efendi Andrei? Bu kıza kim nasıl böyle zarar verebilir, bir fikriniz var mı?” Yaşlı adam -adı öğrendiğim üzere Andrei- kısa bir sessizliğe büründü. O an odadaki hava iyice gerildi. Sonra yavaşça yanıt verdi. “Vücudundan altı ok çıkardığınızı söylediniz, Doktor Pavel. Yaşaması bile mucize. Kimin yaptığını bilmiyorum.” Sesi, nadiren görülen bir gerilimle titredi. “Ancak kız, uyandığında her şeyi bize anlatacaktır.” Tam o anda, Alexie’nin sert ve keskin sesi, konaktaki o ağır sessizliği paramparça etti “Onları bulursak, ağır bir ceza vermen gerekiyor, baba!” Bedenim hâlâ zayıftı; gücüm sınırlıydı ve nefret etsem de, Doktor Pavel’in sözlerine bilinçaltımda ulaşabiliyordum. Adamla kısa bir an göz göze geldiğimizde, etki alanıma girmişti. Bu farkındalık, kaslarımın istemsiz kasılmasına neden olurken, yastığa sıkı sıkı tutundum. Adamın oturduğu yer, odanın tam ortasında, şöminenin sıcaklığını da hissedebileceği, geniş bir açı sunuyordu. Şöminenin çıtırtıları, odanın ağır sessizliğine eşlik ederken, Andrei, oğlunun o öfkeli sözleri üzerine hafifçe başını kaldırdı. Gözleri yorgun ve derindi. Doktor Pavel ise hareket etmeden, sabit duruyordu; gözleri zihinsel olarak çok uzaklardaydı, orada değildi aslında. “Alexie,” dedi Andrei, sesi ciddi ve otoriterdi. “Böyle aceleyle karar verilmez. Önce ne olduğunu tam anlamıyla öğrenmeliyiz. Genç hanımı sen buldun.” Alexie, bir anlık tereddütle geri adım attı, ama yüzündeki kararlı ifade değişmedi. Kirill, sessizce abisinin yanında oturuyor, gözleriyle babası ile abisi arasında gidip geliyordu. Odaya çöken sessizliği bozmak istemiyor gibiydi. Andrei başını hafifçe eğerek, “Kızcağızı bulan sizdiniz.” diye sordu. “Kimseyi görmediniz mi?” Kirill abisinin yerine cevap verdi. “Hayır anın şokuyla ve kızın güzeliyle aklımız başımızda değildi baba.” Alexie Kirill’e sert bir bakış attı. Daha sonra, Alexie tekrar konuşmaya yeltendi, ama Andrei elini kaldırarak onu susturdu. “Bu mesele incelikle ele alınmalı,” dedi Andrei, gözleri hâlâ alevlere dalmıştı. “Bu kızı kimler bu hale getirdi. Hepsini öğreneceğiz. Ama önce onun iyileşmesine izin vermeliyiz. Ve uzun bir süre ava gitmek yok. Orman tehlikeli olabilir.” Kirill, abisine bir bakış attı ve ardından dikkatlice konuştu. “Yerli birine benzemiyordu. Ya dilimizi bilmiyorsa? Ya da bize güvenmezse?” Andrei, bir an duraksadı, sonra yavaşça oğluna döndü. “Güvende olduğunu hissettiğinde bize her şeyi anlatacaktır. Dilimizi bilip bilmediğini anca konuştuğunda anlayabiliriz.” Oda tekrar sessizliğe büründü. Alexie ve Kirill, babalarının kararlı duruşu karşısında suskun kalıp düşüncelere daldılar. Her biri, bilinmezliğin ve konaktaki bu yeni misafirin etrafında dönen tehlikenin farkındaydı. Tehlike kesinlikle dışarıda değil, içerideydi. Ortam sıkılaşmaya, ve yaşlı adam sohbetleri başladığında adamın görüşünü bıraktım. Gece, dışarıdaki rüzgârın uğultusu ve şöminenin çıtırtısıyla ilerlerken, konakta sessizlik yankılanıyordu. Derin bir nefes alarak, sırt üstü yattım. Yaralarım kabuk bağlamıştı bile. Fazla acı hissetmedim ama buradan bir an önce gitmek zorundaydım. Sabahın en erken saatlerinde, uyanmanın sınırında bekledim. Gözlerimi sıkıca kapatmış, karanlığın içinde kalmaya çalışıyordum ama dışarıdan gelen sesler, konaktaki sessizliğin ağır örtüsünü nazikçe yırtıyordu. Uzaklardan yükselen insan sesleri, ayakların ahşap zemin üzerinde çıkardığı hafif tıkırtılar, koridorlardan gelen merdiven gıcırtıları—bütün bunlar, aşağı katta hayatın yavaş yavaş uyanmaya başladığını haber veriyordu. Gözlerimi açtığımda, odadaki loş, solgun ışıkla karşılaştım. Pencereden süzülen ilk gün ışığı, odanın köşesinde asılı duran toz zerreciklerini bile görünür kılıyor, o sessiz ve hareketsiz havaya hafif bir canlılık katıyordu. Çarşafı ve yorganı usulca, nazikçe ittim. Kendi halime kalmak, daha fazla kişinin uyanmasından önce konaktan sessizce ayrılmak istiyordum. Bu düşünceyle hafifçe titreyen ellerimle örtüyü geriye çekerken, tam o anda kapıya doğru yaklaşan adım sesleri dikkatimi çekti. Kalbim istemsizce hızlandı, tedirginlikyle karışık bir bekleyiş başladı. Kapı önce hafifçe çalındı, ardından yavaşça aralandı. İçeriye, uzun bir siluet süzüldü; tanıdık bir yüz, Alexie’nin varlığıydı bu. Yanında Kirill yoktu; onun yokluğu, Alexie’nin mahcup ve ürkek bakışlarında, sanki burada olmaması gerektiğini düşünüyor gibi kendini belli ediyordu. O an, yüzünde sessiz bir tereddüt ve çekingenlik vardı, sanki karşılaştığı manzaranın ağırlığını taşıyordu. Kapı tam açılmadan önce, ben kendimi oturur pozisyona hazırlamış, sırtımı yavaşça yatak başlığına yaslamıştım. Dağınık saçlarım, yumuşak omuzlarımdan aşağı doğru serbestçe dökülüyor, kendimi toparlayacak, yüzümü ve saçımı düzeltmek için henüz gücüm olmadan orada öylece duruyordum. Göğsüm ise hala sıkı sargılarla kaplıydı, o sargılar acının ve zayıflığın fiziksel bir işareti olarak üzerimde duruyordu. "Rahatsız ettiğim için üzgünüm. Nasılsın?" diye fısıldadı, gözleri benimkilerle buluştuğunda. Bir şey söylemek istedim, ama vazgeçtim. Alexie bir adım daha yaklaştı, elinde tuttuğu bir su bardağını bana uzattı. "Anneme söyleme," dedi, gülümsemeye çalışarak. "Ama su getirmen gerektiğini düşündüm." Kolundaki giysileri de gösterdi. “Ve elbiseleri...” "Teşekkür ederim," diye fısıldayabildim sonunda. Alexie, tebessüm ederken, suyu yatağın başında ki sehpaya ve kıyafetleri yatağa bıraktı. “Bunlar ve hayatımı kurtardığınız için.” "Rica ederim," dedi, çekingen bir şekilde. “Doktor iyileşmen için zaman tanımamız gerektiğini düşünüyor." Gözlerini yere indirdi, ayaklarıyla yerdeki halıyı hafifçe dürtüyordu. “Ardından hemen ekledi. “Babam buranın toprak beyidir. Saygın bir aileyiz. Yani... bize güvenebilirsin.” “Nerede olduğumu söyleyebilir misin?” diye sordum. “Odessa.” diye cevap verdi sessizce. “İvanov Konağın da. Bu arada... Adın nedir?” “Maryinn.” dedim sadece. “Kısaca Mary.” “Daha iyi koşullarda tanışmak isterdim, hanımefendi.” dedi, kisa bir tebessüm ardından yüzü ciddileşti. “Birbirimizi tanımıyoruz ama başına neler geldiğini anlatabilir misin?” Odaya hakim olan sessizlik, Alexie’nin sorusuyla daha da yoğunlaştı. Gözlerimi onun ürkek bakışlarından kaçırarak, nefesimi topladım. Bir an ne söyleyeceğimi bilemedim, ama sonunda rol yapmaya karar verdim. “Hatırlamak bile zor,” dedim, sesim neredeyse bir fısıltıydı. “Saldırı… her şey çok hızlı oldu. Kim olduklarını bilmiyorum. Ancak beşten fazlaydılar. Bir an her şey normaldi, sonra…” Sözlerim boğazımda düğümlendi, nefes almakta zorlanıyordum. İnsanları etkilemek kolaydı. Alexie’nin yüzündeki endişe ve merak karışımı ifadeyi görebiliyordum. “Zorunda değilsiniz,” dedi hemen, sorusuna pişman olmuş gibi bir ifade takındı. “Ama babamla konuşmam gerekebilir. Sizi kimlerin yaraladığını öğrenmek ister. O zaman anlatmak zorundasın.” Başımı hafifçe salladım. “Sadece karanlık yüzler, bedenime saplanan oklar ve silah sesleri hatırlıyorum. Uyanıp kendimi burada bulduğumda, her şey bir kabus gibi geliyordu.” Alexie, yerinde huzursuzca kıpırdandı. “Babam güvenli bir yer sağlar. Sizi koruyacağız, merak etmeyin.” “Teşekkür ederim,” dedim sessizce. “Bu durumda olmasam, size daha fazlasını anlatabilirdim. Ama şu anda… daha fazlasını hatırlayamıyorum.” Kapının dışında Kirill'in sesi duyuldu, "Alexie! Orada mısın?" diye sordu. Alexie, hızla hareket etti ve parmağını dudaklarına götürerek sessiz olmamı işaret etti. Kapıdan çıkarken, "İyileşeceksin," dedi. Ve hızla kayboldu. Odada tekrar yalnız kalmıştım, ama bu sefer yalnızlık omuzlarımda eskisi kadar ağır değildi. Çocuğun kısa ziyareti, beklenmedikti. Ancak bu yanıltıcıydı; asıl amacım hâlâ aklımın bir köşesinde pusudaydı. Gözlerimi kapatarak derin bir nefes aldım. Düşman ile aynı topraklardaydım. Buradan ayrılmadan önce, bu aileyi zarar vermemek için kendime engel olmam gerekiyordu. Ama şu an için, bu mümkün değildi. Kan kaybı ve açlık, bedenimi zayıflatmıştı. Kana ihtiyacım vardı. Sehpaya bıraktığı su bardağını elime aldım ve suyu bir dikişte içtim. Boğazımdan geçen serinlik bir nebze olsun rahatlatıcıydı. Suyu kan olarak hayal etmeden kendimi alıkoyamadım. Bardak boşaldığında, ağır adımlarla yürüdüm. Yavaşça üzerimdeki sargılara uzandım. Sargılar, bedenimi çevreleyen tuzaklar gibi hissettiriyordu. Parmaklarım dikkatlice sarılı bezleri çözerken, içlendim. Son sargı katını çıkardığımda, aynanın karşısına geçtim ve sırtımı döndüm. Tenimde, dün gece açılan derin yaralardan eser yoktu. Cildim pürüzsüzdü, yara izleri tamamen kaybolmuştu. Rahatlayarak derin bir nefes aldım. İnsanlar için böyle bir şey mümkün değildi. Eğer bu aile bunu fark ederse, beni cadı olmakla suçlayabilirlerdi. Bunu anlamalarına izin veremezdim. Ama o doktor mutlaka beni görmeye gelecekti. Düşüncelerim hızla toparlanırken, Alexie’nin getirdiği elbiselere göz gezdirdim. İçlerinden sade, açık renkli bir elbise seçtim. Kumaş, göz alıcı bir incelikteydi; satenin yumuşak parlaklığı, elbisenin her hareketle ışıkla dans etmesini sağlıyordu. Elbisenin rengi, sabahın ilk ışıklarını hatırlatan soluk bir gül pembesiydi, hafif pastel tonlarıyla sükûnet ve zarafet saçıyordu. Kumaşı, dokunduğumda yumuşaktı ve üzerime gayet iyi oturdu. Zeminle nazikçe sürtünen bu etek, hem sade hem de göz alıcı bir ihtişam yayıyordu. Elbisenin bel kısmını sarıp sarmalayan ve göğüs altından başlayarak arka tarafa doğru bağlanan ipek bir kuşak, bedeni zarifçe sarmıştı. Hızlıca giyindim, saçlarımı kabaca düzelttim ve tepemde sıkı bir topuz yaptım. Odanın penceresine yöneldim. Pencereyi hafifçe aralayıp dışarıya baktım. Burası büyük bir çiftlik arazisinin ortasında, görkemli bir konaktı. Bahçede çalışan birkaç işçi ve uzaklarda devriye gezen korucular vardı. Kaçışım kolay olmayacaktı, ama bu durumu avantaja çevirmeliydim. Planımı detaylandırmam gerekiyordu. Sancta Custos’un avcıları hala beni arıyor olmalıydı. En iyi ihtimalle ölü bedenimi ya da başımı Vatikan’a götürmek zorundalardı. Sancta Custos’un adını düşündükçe içimde derin bir öfke kabardı. Avcılar beni buraya kadar takip etmiş olamazdı; en azından öyle umuyordum. Planımın en ince detayına kadar düşünülmesi gerekiyordu. Zayıflığımı göstermek, beni yok etmek isteyenlere avantaj sağlamaktan başka bir işe yaramazdı. Bu yüzden hızlıca toparlanmam gerekiyordu. Ancak şimdilik, bu konağın misafirperverliğinden yararlanmalı ve etrafımdaki herkesi yanıltarak fırsat kollamalıydım. Gözlerimi pencereden yavaşça çekerken, düşüncelerim yeniden Alexie’nin siluetine takıldı. Onun çocuksu saflığı ve ürkek bakışları, babasının sert ve soğuk tavrının tam aksine, içimde güvenilir bir dost olabileceği hissini uyandırıyordu. Yirmili yaşlarının başında, belki on dokuz ya da yirmi yaşlarında genç bir erkekti. Henüz hayatın sertliğini tam anlamıyla deneyimlememişti. Ondan iyi bir hizmetkar olurdu. Belki onun sayesinde, bu konaktan, dikkat çekmeden, sessizce kaçmanın bir yolunu bulabilirdim. Belki yalnızca küçük bir yürüyüş bahanesi ya da akşam saatlerinde çardağın altında sessiz, güvenli bir sohbet bahanesi ile. Tam bu umutlu düşüncelerin içine dalmışken, kapının dışından gelen hafif bir tıkırtı sesiyle irkildim. Çabucak pencerenin kenarından çekildim, bedenimi yatağın kenarına doğru sıvıştırdım. Yavaşça ve sakin bir ifadeyle, dışarıdan gelen sesi karşılamaya hazırlandım. İçimdeki endişe ve dikkat, yüzümdeki huzurlu maskeyle zıtlık oluşturuyordu. Kapı tekrar, önceki seferden daha nazikçe ve hafifçe aralandı. Bu kez içeriye, elinde beyaz, temiz havlular ve yeni giysiler taşıyan bir hizmetli kadın girdi. Gözleri merakla doluydu; dikkatle beni süzüyor, durumu anlamaya çalışıyordu. Odanın loş ışığı altında, yüzündeki çekingenlik belli oluyordu. “Tanrım, uyanmışsınız!” dedi hayret dolu bir sesle. “Ayağa kalkmamanız gerekiyor leydim. Lütfen yatın. Yaralarınız açılabilir.” “İyiyim,” dedim, sesimi olabildiğince sakin ve nazik tutarak. “Sadece nerede olduğuma bakmak istemiştim. Yardımları için kime teşekkür etmeliyim?” Kadının gözleri, giydiğim elbiseye kaydı, kaşları hafifçe çatıldı ama herhangi bir yorumda bulunmadı. “İvonov ailesinin mülkündesiniz leydi. Efendi Andrei’nin himayesinde,” dedi sonunda. “Size temiz giysi ve havlu getirmiştim. Ama benden önce , size hizmet etmek için başka bir hizmetli mi geldi?” Başımı sallayarak onayladım.. “Evet.” Alexie’yi ifşa etmeyecektim. “Yine de sıcak bir banyoya hayır demem.” Hizmetli kadın yıkanmak istememe şaşırdı ama yüzü ciddiyetini yeniden kazandı..“Size yardımcı olayım leydi,” Başımı olumsuz anlamda sallayarak, nazikçe gülümsedim. “Kendim halledebilirim. Her şey için minnettarım.” “Nasıl isterseniz, hanımefendi.” dedi, ardından kapıya yöneldi. “Bir isteğiniz olursa çağırın ve Doktor Pavel gün içinde yaralarınıza bakmak için sizi ziyaret edecek.” Sessizce başımı salladım; kelimelere gerek kalmadan anlaşıldığını hissediyordum. Hizmetli kadın, bana hiçbir soru sormadan, nazikçe banyoyu hazırladıktan sonra odadan çıktı. Kapı kapandığında, derin ve uzun bir nefes aldım. İçimde büyüyen endişe, yüzeydeki huzur maskesinin altında kıpırdanıyordu. Akşam yemeği, burada dikkat etmem gereken başka bir tuzak olabilir, bunu biliyordum. Çok yakında doktorun beni ziyaret edeceği de söylenmişti. Ayrıca dışarıda, Sancta Custos’un acımasız avcıları beni arıyor olmalıydı. Bu konaktan bir an önce uzaklaşmak, nefes almak gerekiyordu. Üzerimdeki ağır elbiseyi yavaşça çıkarırken, odanın banyoya açılan kanatlı kapılarından geçtim. Kapıların arasından yayılan ılık hava, üzerime hafif bir sıcaklık dalgası gönderdi. Banyoda, buharla kaplanmış geniş bir küvet vardı; suyun yüzeyi ince bir sis perdesi gibi parıldıyor, odayı hafifçe sarıyordu. Küvetin kenarına yerleştirilmiş zarif, büyük bir ayna, ortamın ihtişamını ve soğukluğunu yansıtıyordu. Banyonun sıcaklığı bedenimi yavaş yavaş rahatlatırken, düşüncelerim bir anlığına hafifledi. Suyun hafif şırıltısı, kulağımda huzur verici bir melodi gibi çınladı, sanki o anda dünya dışındaki karmaşadan uzak, küçük bir sığınaktaydım. Ama bu anın geçici olduğunu biliyordum; kendimi hızla toparlayarak suya adımımı attım. Küvetin ılık suyu, gergin kaslarımı nazikçe gevşetirken, her hareketimde bedenimdeki açlık ve yorgunluk yeniden yüzeye çıktı. Derinlerde, bitkin ve hırpalanmış bir haldeydim. En son ne zaman gerçek bir insan yemeği yediğimi hatırlamıyordum bile. O gece, annem Vanessa’ya veda ettiğim, ailemi terk ettiğim o karanlık geceden beri, yıllardır bir göçebe gibiydim. Yolumun üzerindeki her yerde şanssızlık ve felaket bırakmıştım. Gittiğim yerlere pek şans götürdüğüm söyleyemezdi. Ardımdan gelen tek şey de uğursuzluktu. Bir yandan vücudumun birden iyileştiğini saklamak zorunda olmam, diğer yandan kana duyduğum açlık ve güç kaybı hissi, içimdeki karanlık tarafı daha fazla uyandırıyordu. Suya batırdığım ellerimle yüzümü yıkarken, ağzımda bir tuhaflık hissettim. Her geçen saniye, kendimi daha fazla kontrol etmek zorlaşıyordu. Kana olan ihtiyacım, bir hayalet gibi ruhumu takip ediyordu. Derin bir nefes alarak, yüzümü sudan çektim. Karşımda ki aynaya baktım, kendi yansımasını görmek bile bazen yabancı birisiyle karşılaşıyormuş gibi hissettiriyordu. Derin, gizli güçlerimin farkına varmak beni hem korkutuyor hem de cezbediyordu. Kendimi ne kadar iyi hissetsem de, içimdeki bu karanlık, bana her an her şeyin değişebileceğini hatırlatıyordu. Banyodan çıktıktan sonra bırakılan temiz havlularla bedenimi ve saçımı kuruladım. Ardından elbiseyi üzerime yeniden geçirdim. Zaman hızla geçerken, konağın sessizliği yeniden odayı sardı. Saçlarım geçen zamanda kurumuştu bile. Aklımdan kez ve kez planlar geçerken, pencereden dışarıya baktım. Dışarıda, bahçede çalışan işçilerin siluetleri uzaklardan görünüyordu. Güneş, geniş arazinin üstünde yavaşça yükseliyor, her şeyin üzerini altın bir ışıltı ile kaplıyordu. Fakat içimdeki huzur, dışarıdaki bu huzurlu manzarayla örtüşmüyordu. Zihnimde, kaçış için planlar hızla şekilleniyor, her adımda daha dikkatli olmam gerektiğini hatırlatıyordu. Sancta Custos’un avcıları her an gelebilir, beni bulabilirlerdi. Zayıflığım, onlara karşı bir avantaj olabilirdi, ama içimdeki karanlık daha da güçleniyordu. Bu durum, hem bir tehdit hem de bir fırsattı. Pencereyi açarak, ellerimi pervaza yasladım ve çevreme bakındım. Çatı ileri doğru bir varanda gibi uzanıyor ve hizamda ki pencerelerin geniş pervazları bana bir yol sunuyordu. Pencerenin pervazına çıkarak, elbisemin eteğini topladım. Pencerenin kirişinden tutunarak, çevik bir hareketle yan odanın penceresine zıpladım. Bir kuş gibi zarif bir iniş yapmıştım. Çıplak ayak uçlarımın yumuşak zeminle buluştuğu her adımda, bir kaç kez istemsizce hafifçe zıpladım; sessizliğin içinde yankılanan bu küçük hareketler, sanki kendi varlığımı duyurmaya çalışıyormuşum gibiydi. Koridor boyunca ilerleyip her pencereye yaklaştığımda, içeride kimseyi görememenin verdiği yalnızlıkla karşılaştım. Ancak son pencereye ulaştığımda, odaya sızan gün ışığının siluetler üzerinde dans ettiğini fark ettim. İçeride, iki erkek kardeş duruyordu. Büyük olan Alexie, ağırbaşlı ve sakin bir şekilde piyano başında oturuyordu. Küçük kardeş Kirill ise geniş koltuğunda gevşemiş, elindeki sayfaya yoğunlaşmış, kendi dünyasında kaybolmuş gibiydi. Pencereyi örten tül perdeler nazikçe dalgalanırken, beni gizleyerek onlardan koruyordu; sanki ben bir hayaletim, onların özel anlarına dokunmayan bir izleyiciydim. Alexie’nin parmakları piyano tuşlarına nazikçe, adeta bir çiçeğin yapraklarına dokunur gibi dokunuyordu. Her tuşun çıkardığı melodik ses, odanın sessizliğinde yankılanıyor, odanın derinliklerinde asılı kalıyordu. Bu melodiler, sanki içlerindeki derin düşüncelerin, bastırılmış duyguların ifadesiydi; sessizliğin ortasında bir çığlık gibiydi. Alexie’nin yüzündeki ifade, karmaşık ve yoğun bir hüzün taşıyordu. Kaşları hafifçe çatılmış, gözleri uzaklara dalmış, sanki müziğin ötesinde bambaşka bir dünyada dolaşıyordu. Kirill ise adeta başka bir aleme açılmıştı. Başını kağıttan hiç kaldırmadan, arada bir kaşlarını çatarak, çizdiği çizgiler arasında kaybolmuştu. Onun yüzündeki ciddiyet ve odaklanma, dünyadan tamamen kopmuş bir ruh hali beni gülümsetti. Alexie, hafifçe eğildi, dudaklarından fısıltıyla döküldü. “Adının Mary olduğunu söyledi.” Kirill, ilk başta anlamlandıramadı bu sözü; gözleri dalgın, zihni karmaşıktı. Sonra yavaşça başını kaldırdı, ağabeyine şaşkınlıkla baktı. “Bizim topraklarımızdan olmadığı açık,” dedi, kaşlarını çatıp koyu sarı saçlarını savurarak. “Belki Odessa’ya yeni gelmiş bir tüccarın kızıdır. Ya da denizlerden kaçıp buraya sığınmış bir köledir.” Alexie, kaşlarını çatarak karşılık verdi. “Sanmam. Dilimizi o kadar kusursuz konuşuyor ki, bir köle olamaz. Ayrıca, bir tüccarın kızı olsaydı, onun hakkında kayıp ya da kaçırıldığına dair söylentiler mutlaka yayılırdı.” Kirill, uzandığı yerden doğruldu, sırtını koltuğa yasladı ve gözleri pencereden dışarıdaki gri bulutların arasından süzülen solgun ışığa takıldı. “Eğitimli bir leydi, yani? Ya da belki de bir suçlu. Hapishaneden kaçan biri olabilir. Ya da intihar etmek istemiştir; nehirde bulundu sonuçta, değil mi?” Alexie, piyano tuşları arasında parmaklarını gezdirirken hafifçe mırıldandı: “İntihar en olası ihtimal, ama sırtındaki okları açıklamıyor bu durum.” Kirill, kaşlarını çattı, sertçe sordu: “Suçlu olmasına ne diyorsun? Oklar bu ihtimali güçlendiriyor.” Alexie, ilgi çekmeyen bir tavırla yanıtladı: “Bir katile ya da hırsıza benzemiyor. Onu görmek lazım, hikâyesini dinlemek, belki öyle anlarsın.” Piyano başında, yeni bir parçaya geçti, odanın sessizliğinde notalar yavaşça yükseldi. Kirill derin bir iç çekişle koltuğa yaslandı, gözleri parladı aniden. “Yine de o, inanılmaz güzeldi. O acınası, kanlar içindeki haliyle bile. Tanrım...” dedi, sesi neredeyse hayranlıkla titriyordu. “Ama bizden yaşça büyük görünüyordu.” Alexie, hafifçe sırıttı, “On yedi yaşındasın Kirill. Güzel bulduğun her kıza âşık olabilirsin.” Kirill, düşüncelere dalmış gibi mırıldandı: “Ama o farklıydı. Yeşil gözleri kocaman bir cennet bahçesini andırıyordu, saçları sırma gibi kahverengi, teni lekesiz bir kağıt gibi bembeyazdı, yüzü ise meleklere adanmış gibiydi.” Bir an gözlerini kapattı, sonra merakla açtı ve sordu: “Sence kaç yaşındadır?” Alexie, ellerini piyanodan çekip kapağı kapattı. Derin bir nefes aldı, deri taburesinden doğrulup kardeşine döndü. “Yirmi üç?” diye tahmin etti. “Ama kimin umurunda ki? Bizi ilgilendirmez bu.” Kirill, ağabeyinin sözlerine alınmış gibi kaşlarını çattı ama karşılık vermedi. Gözleri merak ve endişeyle doluydu. “Belki de ilgilendirir,” diye fısıldadı. “Evimizin misafiri artık ve onun kim olduğunu bilmek bizim görevimiz.” Alexie başını iki yana salladı, ellerini dizlerine koyup ayağa kalktı. “Evet, ama kim olduğunu öğrenmek bizim görevimiz değil, babamızın görevi. Ben buna karışmayacağım.” Oda sessizleşti, Alexie’nin sözleri yankılanırken Kirill, başını çevirip derin bir nefes aldı. “Haklısın,” dedi sonunda, “ama neden olmasın?” Gözlerindeki merak hâlâ dinmemişti. “Onunla konuşmak, kim olduğunu anlamak... Belki de bizimle daha fazla vakit geçirmesini sağlar. Uzun bir süre bizimle kalacak gibi görünüyor.”
Yeni kullanıcılar için ücretsiz okuma
Uygulamayı indirmek için tara
Facebookexpand_more
  • author-avatar
    Yazar
  • chap_listİçindekiler
  • likeEKLE