Unutulmuş Çağların Bekçisi

561 Kelimeler
30 Temmuz 2025 – Gece Vardiyası İstanbul’un geceye karışan uğultusu, inşaat alanının soğuk iskeletinde yankı buluyordu. Rüzgâr, yarım kalmış duvarların arasından geçerken eski bir ilahi gibi uğuldayarak esiyor, şantiye kulübesinin tahta kapısını titretiyordu. Emir, battaniyeye sarılmış hâlde oturuyordu; göğsünün tam ortasında hem ağır hem görünmeyen bir taş gibi bir şey vardı. Gözleri kapalıydı, ama zihni uyanıktı. Gecenin karanlığıyla göz göze gelmiş gibiydi; içinde ne varsa ortaya saçılmıştı: öfke, kırgınlık, suçluluk, terk edilmişlik. O sırada dışarıdan gelen bir çığlık, bu sessizliğe hançer gibi saplandı: “Emir! Yardım et!” Ayağa fırladı. Kalbi yumruklanır gibi atıyordu. Kulübenin kapısını tek hamlede açtı ve çığlığın geldiği tarafa koştu. Beton zeminin çivili soğukluğuna basarken, sesi takip etti. Köşede, inşaat iskelesinin altında yaşlı bir adam kıvrılmıştı. Başından kan akıyordu, kolu bükülmüş bir şekilde yerdeydi. O, birkaç gündür gece vardiyasında birlikte çalıştığı usta Ahmet’ti. “N’oldu usta?!” Emir yanına diz çöktü, ama adamın gözleri baygınlıkla açılıp kapanıyordu. “Uyan! Dayan!” Titreyen elleriyle cebinden telefonunu çıkardı. Sinirli parmaklarla 112’yi tuşladı. Sesini sabit tutmaya çalışarak durumu anlattı. Ambulans çağrıldı. Emir, ustanın başına montunu yastık yaptı. Eli hâlâ onun elindeydi. O an bir şey oldu. İçinde tuhaf bir sıcaklık yayıldı. Belki acıdan, belki de ilk kez biri için bu kadar hızlı hareket ettiğinden. Ama daha derinde, hiç duymadığı bir sesin içinden geçtiğini hissetti. O ses ona ait değildi. Sanki zamanın içinden gelen bir yankıydı. İçinde bir cümle yankılandı: “İyilik, toprak gibi nötrdür. Ne verirsen onu alırsın.” Ambulans geldiğinde zaman durmuş gibiydi. Parlak farlar gökyüzünü bıçak gibi keserken, sağlık görevlileri ustayı dikkatle sedyeye aldılar. Emir geri çekildi. Elleri hâlâ kanlıydı. Gözlerinin altı morluktan değil, vicdanın ilk kez kıpırdamasından karanlıktı. Usta götürüldü. Ortalık yine sessizleşti. Emir kulübeye dönmedi. Şantiye alanının köşesinde, molozların arasında bir siluet belirdi. Sadık. Elinde fener yoktu. Ama ay ışığı onun yüzüne çarpınca, gözlerinde tarif edilemez bir huzur parladı. “İlk satırını yazdın,” dedi. “Ne satırı?” Sadık yaklaştı. Elini Emir’in omzuna koydu. Dokunuşunda bir ağırlık vardı. Sanki yaşanmış bin yıllık bir yükü taşıyordu. “Her defter, görünmeyen bir satırla başlar. Seninkini bu gece yazdın. Canınla değil, vicdanınla.” Emir’in gözleri doldu. Boğazı düğümlendi. Neden olduğunu bilmiyordu ama Sadık’ın varlığı onu çocukluğundaki bir ninni gibi sarıyordu. “Sen… kimsin gerçekten?” Sadık gülümsedi. Ama bu, bir insanın gülümsemesi değil; bir dağın, bir rüzgârın ya da bir hikâyenin gülümsemesiydi. Sanki zamanın dışına ait bir ifade. “Ben,” dedi, “Hatırlayanlardanım. Unutulmuş çağların bekçisiyim. Bazen simit satarım. Bazen bir kuyu başında susarım. Bazen bir çocuğun alnını öperim. Bugün senin yanında durdum. Ama sen yarın başkasının yanında duracaksın.” “Ben kimim ki…” “Sen,” dedi Sadık, “Yolcusun. Her yolcu bir zamanlar kayıptı. Ama bazen kaybolanlar, haritaların yazamadığı yerleri keşfeder.” Emir, Sadık’a bakarken gözlerinin önünde bir anlık kararma oldu. Rüzgâr şiddetlendi. Kulaklarında boğuk bir uğultu. Ay ışığı birden bulutların arkasına saklandı. Bir an için Sadık’ın ardında… başka bir şey gördü. Bir gölge değil. Bir siluet. Kanat gibi. Işık gibi. Ya da sadece göz yanılması. Gözünü kırptığında Sadık yine yalnızca bir adamdı. “Yarın,” dedi Sadık, “seninle geçmişe gideceğiz. Ama orada zaman akmaz. Zaman dinlenir. Dinlemeye hazır ol.” Arkasını dönüp molozların arasından yürüdü. Gölgesi kısa bir anlığına duvara vurdu. Duvarda bir melek kanadı gibi genişleyen siluet… sonra karanlık. Emir kulübeye dönerken içindeki taşın yerini, ağır ama sıcak bir şeyin doldurduğunu hissetti. Belki umut. Belki inanç. Ya da sadece… Sadık’ın gölgesi.
Yeni kullanıcılar için ücretsiz okuma
Uygulamayı indirmek için tara
Facebookexpand_more
  • author-avatar
    Yazar
  • chap_listİçindekiler
  • likeEKLE