bc

Güneydeki adam

book_age12+
63
TAKİP ET
1K
OKU
dark
lighthearted
mystery
like
intro-logo
Tanıtım Yazısı

güneydeki adam kitabı sizi hayallerinizin doruklarına ulaştırarak sizi eşsiz bir maceraya sürükleyecektir. kısım kısım nefeslerinizi tutacağınız bu maceraya sizlerde katılmak isterseniz benimle kalın.

chap-preview
Ücretsiz ön okuma
diyalog
Limankent iskelelerindeki insanlar, kıyıya vuran, yarısı enkaz hâlindeki koca gemiye şaşkınlıkla baktılar. Söylentiler her geçen dakika artıyordu, korku ve savaş fısıltıları dört bir yandaydı. Yaşlı bir adam, kalabalığın arasından kılıç kuşanmış muhafızları da geçerek öne çıktı ve geminin korsan gemisi olmadığını, Orverg bayrağı taşıyan bir gemi olduğunu dile getirdi. Buna rağmen, kalabalık hâlâ kıyıya yaklaşmaya çekiniyor ve gemiden yağmacı korsanların inmesini bekliyordu. Limankent’in doğusunda bulunan Sivri Dağlar’ın ardından güneş kendisini tamamen gösterdiğinde, Tometyphia’dan aşağıya ilk inen Dâl’yne oldu. Lîri, şehrin kıyısında toplanan kalabalığı ve muhafızları süzdü. Hemen sonra sırasıyla Oteyla, Udia, Rexar, Olaf ve hayatta kalmayı başarabilen üç Kuzeyli asker yere ayak bastılar. En son, peleriniyle vücudunu sarıp sarmalayan Serúnor aşağıya indiğinde, tahrip olmuş gemide artık kimse kalmamıştı. Yağmurlu geceden kalma, sisli bir sabahtı. Ancak her zamanki gibi Limankent halkı erkenden iskelelerin yolunu tutmuş, yağmur çamur demeden işlerinin başına geçmiş ve Dioth’un dört bir yanına gidecek olan tüccar gemilerini hazırlamaya koyulmuştu. Şehrin merkezi kıyıya on beş dakikalık bir yürüme mesafesindeydi ve şehir, güneye inen deniz yollarının ticaret merkeziydi. Ariados, Naloh ile arasındaki ticareti sağlamak için Mercan Körfezi’ne bu şehirden gemiler gönderirdi ve bu durum uzun yıllardır böyleydi. Tabi yolların güvenliği için de Ariados kralının emriyle korsanlara cüzi bir miktarda rüşvet ödenirdi. “Pek hoş karşılanmadık,” dedi Rexar, sessizce. Kalabalıktan çekinmiş gibi görünüyordu. “Gösteriyle veya neşeli bir törenle karşılamalarını mı bekliyordun efendi cüce?” diye karşılık verdi Olaf, Rexar’ın kulağına eğilerek. “Neden olmasın?” Rexar güldü. “Sonuçta ejder...” “Şşşt...” diyerek cücenin lafını böldü Serúnor. Sonrasında, kendilerine doğru yaklaşan, iri gözlü, kel kafalı yaşlı adamın karşısına dikildi. “Hoş geldiniz,” dedi, deri giysiler içindeki yaşlı adam. “Savaştan çıkmış gibisiniz, neredensiniz? Hem bu da ne böyle! Limankent’te Orverg bayraklı gemiler görmeyeli epey oldu. Geminiz bir daha denizlere açılamayacak gibi görünüyor, büyük bir kısmı parçalanmış.” “Öncelikle hoş bulduk,” diye karşılık verdi Serúnor. “Vjorn’den geliyoruz. Geceleyin birkaç fersah ötede büyük bir girdaba yakalandık. Kaptanımızı, kürekçilerimizi ve askerlerimizin çoğunu kaybettik. Gemimiz bu hâle geldi ve bir süre sürüklendik. Acımız yüreğimizde taze, kaybımız büyük ve kederimiz derin.” “Hem bu,” dedi Olaf, Tometyphia’yı işaret ederek, “Kuzey’in en ihtişamlı gemisidir. Tometyphia, Kralın Laneti... Lakin şimdi o ihtişamından eser yok.” O sırada arkadaki kalabalık arasında bir uğultu yükseldi ve kısa süre sonra insanlar arasında fısıldaşmalar başladı. Limankent’teki herkesin Kralın Laneti’ni duymuşluğu vardı; ancak kimse dünya gözüyle bu koca gemiyi görebileceğini hayal bile etmemişti ve fısıldaşmaların nedeni de buydu. “Sizin için büyük kayıp olmuş,” dedi yaşlı adam, sivri çenesini kaşıyarak. Sonra, kukuletası örtük kadına, ardından kızıl sakallı cüceye baktı ve tekrar karşısındaki adama döndü. “Ben Calcenar, şehir iskelelerinden sorumlu kişiyim. Limana yanaşan ve limandan ayrılan her gemiden haberdar olmak zorundayım. Kayıtlarda Kuzey’den bir gemi geleceğine dair bir haber yoktu. Siz yabancılar, sizler kimsiniz ve sizi buraya sürükleyen, okyanusu aşıp denizi geçmenizi gerektiren sebep nedir?” Serúnor, “Orverg’den Nyrados’a ticari amaçlarla geldik,” diyerek Udia ile Oteyla’yı işaret etti. “Ceano Kardeşler’i de yanımıza aldıktan sonra bir sonraki durağımız burası oldu. Ancak Batıkdeniz’e açılmak, bizim için tam bir felaketti. Ve o felaket bizi bu hâle getirdi.” “Ceano Kardeşler ha!” dedi Calcenar ve kocaman açılan gözleriyle ikizlere baktı. “Okyanusların en güçlü savaşçıları olarak bilinirler. Şanları öte diyarlardan bile duyulmuştur. Onur duydum. Evvelden birçok kez Limankent’e geldiğinizi işitmiştim, ancak sizi görmek böyle bir güne denk geldi.” Yan yana duran ikiz kardeşler, başlarını sallayarak ihtiyar adamın sözlerine saygıyla karşılık verdiler. Dâl’yne muhabbetten sıkılmış gibi görünüyor, uzun mızraklar ve geniş kalkanlarla bekleyen, Limankent’in dik duruşlu muhafızlarını kesiyordu. Muhafızlarsa lîrinin gölgeler içindeki yüzünü görmeye çalışıyor gibiydiler. “Ne zamandır meyve dolu kasalar taşıyan gemilerimiz bu kente ulaşmakta güçlük çekiyordu,” dedi Udia. “Deniz ve ada halkları artık eskisi kadar tekin değiller. Sığ sulara olan güven azaldı. Lord Merpus düzeni yeniden sağlamak için Limankent’in de güvenilirliğini ispatlamasını istiyor. Sularda ciddiye alınması gereken tehlikeler kol geziyor ve güvenlik bizim için her şeyden önemlidir.” Merpus adını duyar duymaz taş kesilen Calcenar, rahatlamış ve onur duymuş gibi kollarını iki yana açarak, “Limankent gereken güveni sağlayacaktır,” dedi. Sonra Serúnor’a döndü. “İyi görünmüyorsunuz. Benimle gelin, az ilerdeki taş yığınının arkasında konaklama yerlerimiz var. Hem yeyip içer, hem de dinlenirsiniz. Gerçekten hiç iyi görünmüyorsunuz.” Yeyip içme fikrini duyan Olaf ile Rexar, birbirlerine bakarak gülümsediler. Serúnor ise lîriyle göz göze geldi, Dâl’yne’nin usulca kafasını salladığını fark etti. Sonra Calcenar’a dönerek, “Minnettar oluruz,” dedi. Ayaküstü yapılan sohbet bittikten sonra, meraklı kalabalığı arkalarında bırakarak Calcenar’ı izlediler. Yaşlı adam onları şehrin merkezine doğru giden yoldan götürdü; küçük taşlardan oluşan yol ile taş yığınını kısa sürede geçtiler ve tüccarlar için yapılmış konaklama yerlerine geldiler. Sağlı sollu duran, büyük, abanoz yapıların ortasına ulaştıklarında Calcenar onları soldaki binaya yönlendirdi; binanın önündeki demir tabelada Tüccar Yuvası yazmaktaydı. Serúnor, tıpkı Olaf ve mürettebatlarından olan diğer üç Kuzeyli asker gibi, Kaptan Sarn ve diğerlerinin üzüntüsünü yüreğinin derinliklerinde hissediyordu. Rexar da Sarn’ın kıyıya ulaştıklarında ziyafet çekme sözünü anımsamış ve bunun üzüntüsüyle başını öne eğerek binaya girmişti. Oval pencereli, gri taşlarla örülü konaklama binasının içinde keskin bir baharat kokusu vardı ve bu koku, arka arkaya yığılmış büyük sandıklar ve çuvallardan geliyordu. İçerisi büyük lambalar ve girişe uzak köşede bulunan şöminenin titrek ateşiyle aydınlanmıştı. Dâl’yne içeriye adımını atar atmaz elini burnuna götürdü ve nane kokusuna benzeyen keskin kokudan yaydı, sonra da derin birkaç nefes alarak elini burnundan çekti. İçerideki koyu tenli insanlar çuvalları düzenliyorlardı. Onların ne yaptığını anlamaya çalışan Serúnor, siyah derili adamların beyhude bakışlarıyla karşılaştı. Calcenar adamlara daha hızlı olmaları konusunda emir verdikten sonra gezginleri şömine yanındaki masaya doğru yöneltti. Abanozdan yapılma yer masasının etrafına sırayla dizildiler ve kısa süre içinde masanın üzeri odun ateşinde közlenmiş baharatlı patateslerle donatıldı. Bir taraftan da bakır sürahilerle gül suyu özü içecek olarak ikram edildi. Hep beraber yediler ve içtiler; gezginler bu konukseverlik karşısında Calcenar’a teşekkür ettiler. “Biz bu diyarda tüccarların güvenliği ve konforu için elimizden geleni yaparız,” dedi Calcenar. “Zaten o yüzden Limankent, Kuzey-Güney diyarlar arasında bir ticaret beşiği konumundadır. Tüccarlar bu topraklara bayılırlar, inanın bana. Onların işlerinin yolunda gitmesi konusunda büyük titizlik gösteririz.” Calcenar’ın bir gözü, başı hâlâ kapalı olan Dâl’yne’nin üzerindeydi. Ancak lîri ne yaşlı adamı, ne de bu binadaki diğer insanları umursuyordu. Serúnor’un hemen yanında sessizce oturuyor, sadece, gül suyuyla dolu maşrapasıyla ilgileniyordu. “Orverg’de ticari durumlar pek iç açıcı değil,” dedi Olaf, maşrapasına gül suyundan biraz daha doldururken. “Eskiden Doğu’dan ve Güney’den birçok tüccar gelirdi, yalnız her geçen gün tüccarların sayısı azalıyor. Hâl böyle olunca da, ticaretin değeri düşüyor ve ırak diyarların hakkımızdaki fikirleri değişiyor.” “Çünkü Doğu yolları eskisi kadar tekin değil,” diye karşılık verdi Calcenar. “Artık tüccarlar uzak diyarlara yol almaya korkuyorlar ve yüklerini korumak için paralı asker bile tutuyorlar. Bazen bu da yeterli olmuyor; geçenlerde açgözlü bir tüccar korkudan küçük dilini yutmuş bir hâlde kente geldi ve tutmuş olduğu paralı asker tarafından soyulduğunu öne sürdü. Ancak Ariadoslu hiçbir asker böyle bir adilik yapmaz. Görevliler bu işin peşine düştü. Lakin hiçbir sonuca ulaşamadık. Belki de tüccarın uydurduğu bir şeydir bu. Ticari anlamda güven azalıyor ve bu güveni yeniden sağlamak bizlerin vazifesi.” “İlginç,” dedi Oteyla. “Benzer bir durum geçen ay Nyrados’ta da yaşandı. Gemisi sandıklarla dolu olan Batı Lahdili bir tüccar, korsanlar tarafından soyulduğunu iddia etti. Korsanların peşine düştük; ancak ne sandıkların, ne de korsanların izine rastlayabildik. Bizim bildiğimiz korsanlar, paçavralarla değil de gerçek manada daha değerli, hazinelerle dolu kasalara göz koyarlar.” “Üstelik,” diyerek sözü kardeşinden aldı Udia, “paçavralarla dolu sandığa göz koyduklarını varsayarsak, bunun için kaçma gereği duymazlar ki, yani kimse duymaz. Sonuçta her ne kadar tüccara inanmak istemesek de, kaybını bir şekilde telafi ettik.” Calcenar iç geçirdi. “Nyrados’ta bile düzen çığrından çıkmış desenize. Şimdi bunları hiçe sayalım değerli yolcular, konuklar... Uzun yoldan güzel bir işle gelmişsiniz, Lord Merpus’un da desteğini alarak, selamlarını getirerek. Bugün dinlenin, yarın tüm ayrıntıları konuşacak bolca vaktimiz olacak.” “Ancak,” dedi Serúnor, Calcenar arka tarafta çalışan adamlarından birine bir işaret yaparken onun dikkatini çekerek. “Bizler çok kalamayacağız. Ben dostlarımla beraber biraz dinlenip ardından Kuzey’e yol almalıyım. Ancak Ceano Kardeşler, eğer isterlerse deniz ticareti konusundaki tüm sorunları sizlerle paylaşacaklardır.” Şaşırarak, “Öyle mi?” dedi Calcenar. “Demek sizlerle bir daha görüşemeyeceğiz ha, öyleyse gönlünüzün dilediği kadar dinlenesiniz.” Serúnor teşekkür niteliğinde başını salladı. “Biz de dostlarımızla vedalaştıktan sonra yarın birçok konuyu istişare edip nihayete erdirebiliriz,” dedi Udia. “Anlaştık,” diyen Calcenar mutlu olmuş gibiydi. Sonra adamlarına komutlar vererek konuklarla ilgilenmeleri anlamında hareketler yaptı ve ardından gezginlere veda edip işlerinin başına dönmek amacıyla gitti. Gezginler de Calcenar’ın adamları tarafından hazırlanan odalara çıktılar ve dinlenmeye koyuldular. Udia, Serúnor, Olaf ve Rexar aynı odadaydılar, Dâl’yne ile Oteyla ise bir diğer odada birliktelerdi. Sağ kalmayı başarmış üç asker de uzak köşedeki odaya yerleşmişti. Hepsi öğlen vaktine kadar uyumayı, uyandıktan sonra akşama kadar kenti gezip gerekli eşyaları almayı ve akşam vakti de yola koyulmayı planlamıştı. Ancak planın yola koyulma kısmı sadece Serúnor’u, Olaf’ı, Rexar’ı ve Dâl’yne’yi ilgilendiriyordu. Olaf ile Rexar yataklarında uzanıyorlardı, Serúnor ile Udia ise küçük masanın başında oturuyorlardı. Kaptan Sarn’ı kısa bir süredir tanıyor olmasına rağmen, onun ölümüne oldukça üzülen Serúnor, önceki gece yaşananları kısaca anlattı. Kaptanın gemiyi kurtarmak için verdiği mücadeleden, ölmeden önceki cesur duruşundan bahsetti. Udia da Kuzeyli kaptanın cesaretinden etkilendiğini dile getirdi. Olaf da en az Serúnor kadar üzgündü kaptanın ölümüne. Geçmişinde onca acı görmüş ve o acılarla yoğrulmuş olan Olaf, üzüntüsünü belli etmemek için ayrı bir çaba harcıyordu. Daha sonra ejderhadan bahsettiler, Batıkdeniz’e bu kötülüğün nereden gelmiş olabileceğini tartıştılar. Ejderhayı anımsarlarken, belli etmemeye çalışsalar da her birinin gözlerinde korku beliriyordu. Öyle dehşetli bir yaratığın bu diyarlara getireceği yıkımın düşüncesi bile içlerini ürpertiyordu. “Nyrados’ta daha küçük yaşlardayken Denizci unvanı aldım,” diyerek anlatmaya başladı Udia. “Çeşitli sınavları geçtim ve kısa sürede büyük başarılara ulaştım. Lord Merpus ise kardeşimle beni özel, büyülü bir eğitimle yetiştirdi; buna vasıl olanların sayısı çok azdır, o yüzden bu eğitim için çok seçici davranılır. Merpus, aldığımız bu eğitimdeki büyülü gücün kaynağının Suyun Yüreği’nden geldiğini söyler, tabi bizim konumuzun bununla bir ilgisi yok. Güçlü büyüler öğrendikten sonra uçsuz bucaksız sulara açıldık. Kendimi bildim bileli Oteyla ile beraber hep denizlerde, okyanuslardayız. Türlü kötülüklerle karşılaştık, savaşlarda bulunduk, nice olaya şahit olduk; ancak böyle bir yaratıkla ne karşılaştık, ne de namını duyduk.” “Ben ise,” diyerek söze başladı Olaf, “ejderhaların eski çağlarda, özellikle Yıldızateşi Çağı’nda yaşadıklarını duymuştum. Yüzyıllar önce dev bir ejderha Orverg’e saldırmış ve büyük kayıplar olmuş; ben bu öyküyü dinlediğimde henüz çok küçüktüm. Korkmuştum... O günden bu günlere çok zaman geçti, başka ejderha öyküsü duyduğumu da hatırlamıyorum. Batı diyarlarda bir ejderhanın kalıntısı, hattâ bir tırnağı bile yıllardır görülmemiştir.” “Belki de korsanların son zamanlardaki korkuları da bununla ilgilidir,” dedi Serúnor. “Koyaklı haklı olabilir,” diye karşılık verdi yatağında uzanan Rexar. Sonra somurtarak Olaf’a döndü. “Metaxe’de de yıllar önce, tam hatırlayamadım belki de asırlar önceydi, büyük bir yıkım olmuş. Halkım madenlerin derinliklerine kadar kaçmaya çalışmış, ancak eninde sonunda orası onların mezarı olmuş. Çok üzücü... Bir çeşit buz ejderhası, ya da buzul ejderha mı ne derlerdi unuttum, Thôl-Kazı’ya savaş açmış. Zafer Iceburry halkının yardımlarıyla kazanılmış. Ancak cücelerin yarısı o savaşta can vermiş. Bu öykü biz cüceler tarafından çokça bilinir. Hem çok eski bir öykü daha var, bir ejderha öyküsü. Kızılateş adındaki bir ejderhanın, cücelere açtığı büyük savaşın ve kahramanlığın öyküsü, bu da çokça bilinir.” “Kötülük kötülüğü getiriyor,” dedi Serúnor. “Öykülerdeki gibi büyük bir felaket yaşayabilirdik. Ayrıca o felaket daha da büyüyüp bu kente bile sıçrayabilirdi. Kim bilebilirdi ki Batıkdeniz’de ejderha saldırısına uğrayacağımızı?” “Hem Okyanus Kılıcı’nın gücüyle o kötülüğü yok edeceğimizi,” diye ekledi Udia. “Sahi ya,” dedi Rexar heyecanla. “Koyaklı bunu nasıl başardın? Ejderhayı diyorum, vay benim sakalım... Tamam ben de koca adamla beraber zıpkınlarla ejderhayı vurdum, ancak sen nasıl o yaratığı katletmeyi başardın? Gemide sallanan yelken halatıyla uçup gittin ve yaratığın tepesine bindin.” Rexar’a gülerek karşılık veren Serúnor, “O yalnızca Okyanus Kılıcı’nın kudretiydi, cüce dostum,” dedi. “Hadi ama,” dedi Udia, inanmaz bir tavırla. “Koyaklı, buna kimseler inanmaz. Okyanus Kılıcı’nın büyülü kudreti de var işin içinde tabi ama, önemli olan senin gösterdiğin cesaretti.” Olaf da uzandığı yatağından muhabbete karıştı. “Yüce Taros adına, ben bile denize düşer düşmez dehşete kapıldım. Cüce efendi olmayaydı çoktan denizin dibini boylamıştım. O lanetle baş etmek, cesaretten de öte bir kudret. Bunu sen başardın genç adam, gerçekten diyorum. Sen hem dümeni kontrol ederek gemiyi alabora olmaktan kurtardın, hem de o yaratıkla savaştın.” Serúnor yapılan iltifatları kabul etmiyormuş gibi elleriyle yaptığı hareketlerle susmaları gerektiğini ifade ediyor, bir yandan da gülüyordu. Olaf’ın sözlerinin ardından iç geçirdi. “Sizlerin gösterdiği cesareti de unutmayalım,” dedi. “Hem kim olsa aynı şeyi yapardı. Aklıma Pırıltılı Göl’deki felaket geldi, dostlarımı bir bir kaybedişimi anımsadım. Sanki o felakette de böyle bir yaratık vardı karşımızda, o zaman da hiç düşünmeden aynı şeyi yapardım; herkesin yapacağı gibi.” Serúnor’un konuşmasının ardından kısa süren bir sessizlik oldu, sonra hepsi uyumak için yattılar. Solgun güneş ışığı batıya bakan pencerelerden içeri doldu ve üzerlerini sıcak bir yorgan gibi örttü. Yorgunlukla geçen günün sonunda, uyumak ve dinlenmek için güzel bir vakitti. Dâl’yne ile Oteyla ise odalarına geçer geçmez yatıp uyumuşlar ve yapacakları muhabbetleri uyandıktan sonraya bırakmışlardı. “Uykunuzu aldınız mı?” diye sordu Udia, yataklarında gerinen Olaf ve Rexar’a dönerek. “Yataklar çok rahattı,” diye karşılık verdi Rexar, esneyerek. “Vaktimiz olaydı akşama kadar uyurdum.” “Cüce efendi doğru diyor,” dedi Olaf. “Gemideki taş gibi yataklardan sonra bu yataklar pamuk gibi geldi. Of sırtım... Günlerce uyuyabilirim. Hattâ bütün bir kışı burada geçirebilirim.” “Çok bile uyudunuz,” dedi Udia. “Gün öğleni geçti. Her ne olursa olsun, buralarda bu vakitleri uykuyla geçirmeyi yeğlemezdim. Yine de işin ucunda uzun bir yolculuğa çıkacak olmasanız, daha erken uyandırırdım.” “Koyaklı nerede?” diye sordu küçük bir endişeye kapılan Olaf. Rexar da endişelenerek, “Koyaklı mı?” dedi ve etrafına bakındı. “Bizi bırakıp nereye gidebilir bu pervasız adam!” “Sakin olun,” dedi Udia. “Bay Gümüşkılıç idareten kullanmak için üstüne bir tunik almaya gitti. Gelir birazdan.” Tam o sırada kapı açıldı ve odaya dönen Serúnor, yeni uyanmış dostlarıyla karşılaştı. “Miskin dostlarım yemek hazır, Dâl’yne ile Oteyla aşağıda bizi bekliyorlar. Geç kalmadan yola çıkacakmışız.” “Yine mi patates yiyeceğiz?” diyerek somurttu Rexar. Cücenin huysuzluğuna gülen Serúnor ile Udia, Olaf ve Rexar’ın aşağıdan gelen yemek kokularını almalarını beklediler. Heyecanla gözleri açılan Udia, “Baharatlı, kızarmış etler...” diyerek mest oldu. Olaf ve Rexar da odayı kaplayan et kokusunu aldıklarında, hep beraber aceleyle hazırlanıp aşağıya indiler. Dâl’yne ile Oteyla, yere kurulmuş sofranın başköşesinde muhabbet ediyorlardı. Felaketten kurtulan diğer üç Kuzeyli askerin de yanlarına gelmeleriyle yemeğe başladılar ve küçük bir ziyafet çektiler. “Bu, sanıyorum ki birlikte yiyeceğimiz son yemek,” dedi Serúnor, Udia’ya bakarak. “Nyrados’un o güzel masalarını, özenle hazırlanmış yemeklerini şimdiden özledim. Bundan daha önemlisi, sizleri daha çok özleyecek olmam. Yolculukta ayrılık vardır, lakin bunun son gün hattâ son saatler olduğunu bilmek, işte asıl derinden etkileyen şey bu.” “Belli mi olur ejderha avcısı Bay Gümüşkılıç,” diyerek lafa atladı Oteyla. “Belki son değildir.” Bu tabirden hoşlanmamış gibi sadece bakmakla yetindi Koyaklı adam. Ardından Dâl’yne söze girdi. “Umarım yollarımız bir gün yine kesişir de, güzel bir günden sonra eşsiz bir ziyafet çekeriz.” “Umarım...” diyerek iç geçirdi Udia. “Sizlerden ayrılma fikri beni de derinden etkiledi diyebilirim. Bunu hiç düşünmemiştim lakin bir gün yine kavuşuruz ve kader pusulası rotamızı aynı yöne çevirir yine.” Zaman zaman neşeyle, zaman zaman da hüzünle baktılar birbirlerine gezginler ile ikizler. Kader akşam vakti onların yollarını ayıracaktı; kim bilir belki de bir daha hiçbir zaman birleştirmemek üzere... Yemekten sonra dışarıya çıktılar ve ısınmış havanın taşıdığı nemi ciğerlerine kadar çektiler. Rexar ile Olaf, yol kenarında tek başına oturan şişko bir adamdan birer parça tütün alarak pipolarını yaktılar. Adam onlardan çekinmiş gibi, gözlerini kaçırarak baktı. Serúnor ise uyandığında almış olduğu kirli, beyaz tuniğe tiksintiyle bakıyordu; ancak şimdilik bulabileceği en iyi giysinin bu olduğunu da biliyordu. “Tüccarlar Pazarı’na gidip bir şeyler alalım,” dedi Dâl’yne. “Yolumuz uzun, en iyi eşyaları orada bulmamız muhtemeldir.” Öyle de yaptılar, taşlı yolu arkalarında bırakarak kısa bir yürüyüşün ardından Limankent’in aydınlık sokaklarına girdiler. Şehir oldukça mütevazı görünüyordu: Arka arkaya sıralanmış abanoz evler kuzeye yöneldikçe yuvarlak bir halka oluşturuyor, halkanın en ortasında da Tüccarlar Pazarı olarak bilinen Kuzey-Güney ve Doğu-Batı yollarının en büyük pazarlarından biri bulunuyordu. Ariados bu pazara büyük önem veriyor ve burayı Dioth’taki bütün ticaretin merkezi hâline getirmek için uğraş gösteriyordu. Serúnor, giderek yuvarlak bir görüntü alan şehre göz gezdirdikçe Altınkoyak’ı anımsıyordu. Koyak’ta da büyük dükkanlar kasabanın ortasına kurulmuştu ve bu bakımdan Limankent’le benzerlik gösteriyordu. Ancak Limankent Altınkoyak’tan kat kat daha büyüktü. Tüccarlar Pazarı’nın girişine geldiklerinde, gezginler diğer üç Kuzeyli askerle burada vedalaştılar. Serúnor onlara havanın karardığı vakit pazarın batı çıkışına gelmelerini söyledi, Olaf da az bir miktar yhun verdi; askerler de Serúnor’u onayladıktan sonra Olaf’ın vermiş olduğu yhunları alıp gözden kayboldular. Pazar, Dioth’un dört bir yanından gelmiş olan tüccarlarla doluydu ve gerek yiyecek içecek, gerek çalı çırpı, bitkiler, otlar, gerek alet edevat, kullanışlı ufak tefek eşyalar, gerek eski çağlarda yazılan çeşitli kitaplar, gerekse de giysiler için çeşitli bölümlere ayrılmıştı. Rexar ile Olaf ilk önce yiyecek ve içecek bölümüne gitmeyi tercih etmişti ancak diğerlerinin itirazı üzerine o tercihi sonraya bırakmak zorunda kaldılar. Büyük bir tütün tezgâhının önünden geçerlerken, Olaf ile Rexar tüccarla konuşmaya başladılar. “Bunlar nerenin tütünü?” diye sordu Rexar, eline bir parça tütün alarak kokladı ve sonra da suratını ekşitti. “Lah-Mendi’den iki gün önce geldi efendim,” diye karşılık verdi koyu tenli tüccar. “Yeryüzündeki en sert tütünlerdendir. Daha iyisini bulamazsınız.” Elleriyle tütünleri karıştırdı ve tezgâhın üzerine yaydı. “Ne dersin?” dedi Rexar, Olaf’a dönerek. Diğerlerinin sabırsızlandığını fark eden Olaf, onların söylenmelerine fırsat bırakmadan, “Olur olur, alalım hemen,” diyerek kafasını salladı. Büyük bir kese dolusu tütün aldıktan sonra pazarda ilerlemeye devam ettiler. Oteyla ile Dâl’yne en önde yürüyor, Olaf ile Rexar en arkadan sallana sallana geliyor ve ortada yürüyen Serúnor ile Udia da onları takılı kalmamaları ve acele etmeleri konusunda sürekli uyarıyordu. Hayvan derilerinden yapılma giysilerin sergilendiği bir tezgâhın önünde durdular. Buradaki tüccar sergilediği giysileri bağıra çağıra anlatıyordu ve müşterilerini fark edince bir anda sessizleşti. “Aslında giyecek bir şeyler almalıyız,” dedi Serúnor. Şeytani bakışlara sahip olan kısa boylu tüccar da bunu duymuş olmalıydı ki, “Tam size göre giysilerim var, Naloh’tan ve Tu-Dimidang’tan ta buralara kadar getirdim... Hiçbir yerde eşi benzeri yoktur,” dedi hızlı hızlı. Dâl’yne tezgâhtan eline aldığı deri bir tuniği tüccara göstererek, “Bu neyden yapılma?” diye sordu. “O, bayan,” diyerek bekledi ve düşünceleriyle boğuştu tüccar. Sonra aniden, “Geyik derisinden ince tellerle yapılma, bu diyarlarda böylesi yoktur,” dedi. Lîri tuniği geri bırakarak tüccara tiksintiyle baktı. “İşte insanlar böyledir, geyik gibi dost bir canlıyı bile çıkarları pahasına sorgusuz sualsiz öldürmekten çekinmezler.” Lîrinin mırıltılarını kimse duymamıştı. Ne olduğunu anlamayan tüccar diğer mallarını saymaya başladı. “Kurt derisi, el örmesi tunikler, yün kıyafetler, ipek tunikler, tavşan derisinden yapılma giysiler...” “Ben yeni giyecekler alacağım,” dedi Serúnor, dostlarına dönerek. Sonra, Koyaklı adama uyarak Dâl’yne hariç hepsi yeni giysiler aldılar. Serúnor siyah, göğsü açık, el örmesi bir tunikle siyah, kukuletalı bir pelerin aldı. Olaf kurt derisinden yapılma bir yelekle gri bir pelerin aldı. Rexar da soluk maviyle gri karışımı renkte, cüce usulü kalın bir giysiyle koyu gri bir pelerin aldı. Ancak pelerininin boyu uzun olduğundan kesmek zorunda kaldılar. Oteyla ile Udia ise birçok ipek tunik aldılar; Nyrados’a, Lord Merpus’a ve kızlarına götürmek için. Serúnor lîrinin bir şey almadığını, kızgınlıkla başka bir tezgâha yöneldiğini görünce ona da bir şeyler aldı: İnce yünden yapılma toprak rengi giysiler ile zarif, siyah bir pelerin. Giysilerin ücretini Rexar ile Udia ödediler, çünkü en çok parası olan Udia’ydı ve en kirli çıkı olansa Rexar. Dâl’yne’ye yeni giysilerin olduğu heybeyi veren Serúnor, lîrinin anlamsız bakışlarıyla karşılaştı. “Benim ihtiyacım yoktu ki,” dedi Dâl’yne. “Bunları ben seçtim,” diye karşılık verdi Serúnor, gözlerini kaçıran lîrinin dikkatini çekmeye çalışarak. “Hem çok yakışacaklar, güven bana.” Serúnor Dâl’yne’yi ikna ettikten sonra hepsi tezgâhların arkasındaki barakada sırayla üzerlerini değiştirip dışarıya çıktılar. Koyaklı yıpranmış giysilerden kurtulduğu için mutlu görünüyordu, aynı mutluluk Olaf ile Rexar’da da vardı. Oteyla ise Dâl’yne’nin giyiminden etkilendiğini söylediğinde, lîri de mutlu olmuştu. “İyi seçim Bay Gümüşkılıç,” dedi Oteyla. Serúnor ise sadece göz kırparak karşılık verdi. Çünkü Serúnor’un Dâl’yne’ye giysi alması ve lîrinin bu inceliğe kayıtsız kalamayacağı Oteyla’nın fikriydi. Tezgâhların arasına geri döndüklerinde tüccarların bazılarının soğuk bakışları oldukça rahatsız ediciydi. Ancak bazılarının da neşe dolu bakışları vardı ve onların tezgâhları gezginlere daha çekici geliyordu. Bir saat kadar dolaştıktan sonra büyük bir kitapçı tezgâhının önüne geldiler ve Dâl’yne öne çıkarak kitapları incelemeye başladı. Diğerleri ise ilgisiz görünüyorlar, sadece lîriyi bekliyorlardı. Kısa bir süre sonra, Dâl’yne seçmiş olduğu birkaç kitabı satın aldı ve almış olduğu kitapları heybeye koydurduktan sonra heybeyi taşıması için Rexar’dan ricada bulundu. Cüce de bu ricayı kırmadı ve tütün dolu keseyi de bu heybenin içine koyarak heybeyi koluna astı. “Ne kitaplarıydı onlar?” diye sordu Serúnor, yeniden pazarda ilerlemeye başladıklarında. “Eski dillerle ilgili kitaplar,” diyerek karşılık verdi Dâl’yne. “Araştırılması ve bilinmesi gereken birçok şey var Koyaklı. Bilmem gerekenlerin sonu yok; sonsuz bir deniz gibi. Hepsini öğrenmek istiyorum. Geçmişte yaşayan saygın kişilerin elinden çıkan yazmalar, bilgi birikimleri ve tecrübeleri, bazılarının kayda değer olayları, Dioth’un tarihiyle ilgili yazıtlar, kayıtlardaki olaylar ve gizli konularla ilgili sırlar... Birçok şey işte. En önemlisi tabi ki de eski dillerle ilgili. Çözülmesi gereken o kadar çok bilmece, aralanması gereken o kadar çok sır var ki... Sana bir tanesini vereyim...” Tam o sırada, en arkadan gelen Rexar’ın çığlıkları arşa yükseldi; cüce debelenip duruyor, bir sağa bir sola koşturuyordu. Hiç kimse ne olduğunu anlayamadı ve bir anda herkes Rexar’ın etrafına toplandı. “Çaldı... Hergele çaldı... Seni yakalayıp elime geçirirsem kemiklerini kıracağım...” diye bağırıyordu cüce. “Neler oluyor Rexar? Ne çaldı, kim çaldı?” diye sordu Olaf, endişeyle. Serúnor, Olaf, Dâl’yne, Oteyla ve Udia’nın yanında birkaç tüccar daha belirmişti. Herkes korkuyla Rexar’ı tutmaya, sakinleştirmeye çalışıyordu. Ancak cüce delirmiş gibiydi ve onlara kendisini bırakmalarını haykırıyordu. “Hırsız! Hırsız çocuk... Kafanı kopartacağım...” diyordu. “Rexar!” diye bağırdı Serúnor. “Ne oluyor?” “Çocuk!” dedi Rexar, sert bir şekilde. “Heybeyi çaldı, tütün kesemle filuni kesem de onun içindeydi.” “Ve kitaplar da...” diye ekledi Dâl’yne, yıkılmış bir tavırla. “Şey, evet,” diye alçak sesle karşılık verdi Rexar. Sonra tekrar bağırdı. “Tütün ve filuni kesem olmadan şurdan şuraya gitmem! O çocuğu bulmadan adım dahi atmam!” Önce Dâl’yne’ye, ardından Rexar’a bakan Serúnor, “Tamam tamam bulacağız, yakalayacağız hırsızı,” dedi. “Ne tarafa gitti göster?” “Bu tarafa...” diyerek aceleyle karşılık verdi Rexar, sol tarafı, pazarın doğu kapısına uzanan yolu işaret ederek. Rexar’ın işaretinin ardından bir kovalamacadır başladı. Serúnor, Udia ve Olaf önden koşarak, tezgâhların arasından çevik hareketlerle geçerek doğu kapısına giden yolu tuttular. Dâl’yne ile Oteyla da cüceyi kaldırarak onları takip ettiler. Tezgâhları başında bulunan tüccarlar, aralarından sıyrılıp geçen yabancılara şaşkınlık ve öfke dolu bakışlar attılar. Kimisi bağırıp çağırdı, kimisi de korkuya kapılıp bir köşeye sindi. İri cüsseli Olaf, yolu daraltan tezgâhların arasından kıvrılırken birkaç tezgâha çarpıp eşyaların düşmesine sebep oldu; bu yüzden de tüccarlardan küfürler yedi. Sonra kalkıp tekrar Serúnor ile Udia’nın arkasından paldır küldür koşmaya devam etti. Dâl’yne, Oteyla ile beraber Rexar’ı arkasından sürükleyerek pazarın doğu kapısına giden yoldan ayrıldı ve kuzeye yöneldi. Rexar ise tehditler saçarak söyleniyor, önünde koşan Oteyla’ya yetişmeye çalışıyordu. “Dur!” dedi Serúnor bir anda, iki adım gerisinden gelen Udia’yı durdurarak. Sonra tüccarın küfürlerine maruz kalmayı göze alarak yandaki tezgâhın üzerine çıktı ve önünde uzayıp giden ara yolları kesti. Bir şeyler görmüş gibi bir anda heyecana kapılarak Udia’ya döndü. “Bu taraftan,” diyerek bakır eşyalarla dolu tezgâhların arasındaki kuzeye yönelen yolu işaret etti. Serúnor’un işaret ettiği yöne doğru koştu Udia, Koyaklı da onu takip etti. Olaf ise onlara yetiştiğinde keskin bir dönemeci arkasında bırakmış ve pazarın kuzey sınırlarına ulaşmıştı. “İzini kaybettik,” dedi Serúnor, nefes nefese kalmış bir şekilde. “Görünen o ki, bu hırsız her kimse hırsızlık konusunda çok başarılı.” Koşturmanın ardından nefes almakta güçlük çeken Olaf, “Buradan ötesi dar sokakların başlangıcı gibi,” dedi. “Bulmamız mümkün değil.” “Eğilin!” Udia’nın işaretiyle bir anda eğildiler. “İşte orada!” Rexar’ın heybesini sallaya sallaya ilerleyen hırsız, karşıdaki sokakta usul usul seğirtirken sürekli arkasını kolluyor gibiydi. Serúnor gözlerini kısarak uzaktaki hırsıza bakmaya çalıştıysa da, onun tam olarak nasıl biri olduğunu anlayamadı. Rexar’ın sözleri Koyaklı adamın kulaklarında çınlıyordu. “Hırsız. Hırsız çocuk...” “Gerçekten de çocuk olmalı,” dedi Udia, Serúnor’un aklını okumuş gibi. “Küçük görünüyor.” “Fark etmez,” diye karşılık verdi Olaf. “Sonuçta hırsız, hırsızdır.” “O hâlde gidip yakalayalım şu bacaksızı,” dedi Serúnor ve sözlerinin ardından ok gibi fırladı. Onu Udia ile Olaf izlediler. “Bir çocuk neden kitap ve tütün dolu keseyi çalsın ki?” diye sordu Oteyla, Rexar ile Dâl’yne’nin ortasında yürürken. “Şey...” diyerek kekeleyen Rexar, utanmış gibiydi. “Çünkü söyledim ya, tam filunilerle dolu kesemi de heybenin içine atmıştım, onu görmüş olmalı.” Sonra Rexar tekrar köpürdü. “Hele onu elime bir geçirirsem...” “Ne filuni kesen, ne de tütün kesen umrumda efendi cüce,” dedi Dâl’yne, soğuk bir şekilde. Sonra kaşlarını çattı. “Satın aldığım kitaplar da umrumda değil. Mağarada bulmuş olduğum kadim kitap var ya, onu da diğer kitaplarla beraber sana vermiştim. İşte o kitap benim için her şeyden daha önemli.” Dâl’yne, Rexar ve Oteyla hızlı adımlarla ilerledikten sonra eğimli bir sokağın önünde durdular. Geniş taşlarla döşenmiş yollu sokağın alçalan kuzey ucunda ne bir hareket, ne de bir yaşam belirtisi vardı. Dâl’yne sokağın tekin görünmediğini belirtti ve gözlerini dört açmaları gerektiğini söyledi. Serúnor sessiz adımlarla hırsızın peşindeydi. Olaf ile Udia ise daha geriden geliyordu; çünkü Koyaklı onların ses yapabileceklerini belirterek arkadan gelmelerini söylemişti. Hırsız, birkaç dakika sonra bir ara sokağa girdi. Kendisini göstermemeye özen gösteren Serúnor da hiç düşünmeden o sokağa ayak bastı. Sokakta çıt bile çıkmıyordu. Belli bir hizada olan kahverengi duvarlar giderek büyüyor ve daralıyordu. Gerilerden gelen Udia ve Olaf şaşkınlıkla etraflarına baktılar. Serúnor, onlar henüz sokağın başındayken sokağın diğer ucunu tutmaları için bir hareket yaptı ve Olaf ile Udia ise köşeyi dönerek bir alt sokağa yöneldiler. “Bu taraftan,” diyerek dostlarını yönlendirdi Dâl’yne. Sonra, lîrinin işaret ettiği dar geçitten geçerek üçe ayrılan bir yol ayrımına geldiler. Yol ayrımının her ucu, birbirine benzeyen ara sokaklara açılıyordu ve sokaklarda kimsecikler görünmüyordu. Düşünceli görünen lîri, ne taraftan gitmeleri gerektiğini kestirmeye çalışırken Rexar’ın huysuzluklarına kulak asmadı. Oteyla ise üçe ayrılmaları gerektiğini söylediği bir anda, sağ taraftaki sokağın ucunda beliren Udia ve Olaf’ı fark etti. “Dâl’yne,” dedi Oteyla, lîrinin koluna dokunarak. “Bak! Olaf ve Udia alt sokağın ucunda saklanıyorlar.” “O zaman doğru yöne gelmişiz,” dedi Dâl’yne, gözlerini iyice açarken. Sonra Rexar’a döndü. “Şşşşt... Sessiz ol Rexar, çok yaklaştık...” Hemen sonra Olaf ile Udia’nın yanına vardılar. Onları görünce şaşırmaya bile zamanının olmadığını fark eden Olaf, orta sokağı işaret ederek el hareketleri yaptı. Oteyla, Dâl’yne ve Rexar ise ses çıkarmadan sokağın diğer ucuna sıvıştılar. Serúnor hızlı ve sessiz adımlarla, tedbiri elden bırakmadan hırsızın arkasından ilerlemeye devam etti. Olaf ve Udia’nın sokağın ucunu tutmuş olmalarını diledi. Dar sokağın kenarlarındaki çıkıntılara saklanarak görünmemeyi başarıyordu. Koyaklı, hırsızın adımlarını hızlandırmasıyla hızlanmaya başladı; çocuk sanki takip edildiğini fark etmişti. “Hay aksi!” dedi Serúnor, kendi kendine. Sonra, görülmeyi göze alarak olabildiğince hızlı koştu. Onu tamamıyla fark eden hırsız, peşinde bir damoon ordusu varmış gibi korkuya kapılarak koşmaya başladı. Kovalamaca sokağın diğer ucuna kadar sürdü. Ancak karşısında diğerlerini gören hırsız, köşeye sıkıştığının farkına vararak aman dilemeye başladı. Fakat duvarların gölgeleri arasından beliren cücenin bakışları hiç de iç açıcı değildi; cüce, çocuğu öldürmeye niyetli gibiydi. Hırsız çocuk arkasını döndüğünde kendisine doğru koşan öfkeli adamı fark etti. Kurtulmayı amaçlamış gibi ona doğru koşmaya başladı, ancak başarılı olamadı. Serúnor öyle atikti ki, hemen yandaki çıkıntının üzerine basarak havaya sıçradı ve çocuğun üzerine atılarak onu yakalamayı başardı. Kısa süre içinde diğerleri de yerde yatan ikilinin başına toplandılar. “Kemiklerini kıracağım onun! Geberteceğim!” diye haykıran Rexar’ı lîri susturdu.

editor-pick
Dreame-Editörün seçtikleri

bc

Sokaklar Çocuk Doğurmaz

read
5.9K
bc

BEN ONU ÇOK SEVDİM

read
3.8K
bc

Şirin Mafya

read
35.2K
bc

(Töre yazgısı serisi +18 ) Kalbinin Esiri

read
28.9K
bc

Kanlı Duvak

read
59.5K
bc

Günaymadan

read
19.8K
bc

Kaçınılmaz Evlilik

read
6.6K

Uygulamayı indirmek için tara

download_iosApp Store
google icon
Google Play
Facebook