1. YEDİ OCAK TİMİ

1522 Kelimeler
Nokta koymayı bilmeyenler, yeni cümlelere kavuşamaz. RÜZGAR “Durum nedir Nitro?” Dürbünü elimden bırakıp telsize uzandım. Gecenin, kulakları sağır eden sessizliği canımı sıkıyordu. Bu kadar sessizlik olması hayra alamet değildi. Hiç değildi. Sessizlik kulakları sağır mı eder diye sorgulayanların, gecenin kör karanlığında bir dağ başında bulunmadığı kesindi. Her çıtırtı, her nefes alış veriş, beynimde patlayan bir mermi gibi yankılanıyordu. Gözlerimi karanlığa alıştırmaya çalışırken, içimdeki huzursuzluk artıyordu. Hava soğuktu ama ensemde ter birikmişti. “Alana mayınla çember döşemiş evveliyatını siktiklerim. Fak edilmeden temizlemem imkansız komutanım.” Arazi keşfi yarım kaldığı için bir yere kıpırdayamıyorduk. Yeni bir güzergah bulmak için hareket etmek, teröriste burada olduğumuzu ilan edebilirdi. “Orospunun evlatları!” Eko’nun sesi telsizde yankılandı. “Nasıl yapalım komutanım?” Murat, namıdiğer Otacı’nın sesi yükseldi bu kez kulağımda… “Düşünüyorum,” dedim dürbünle mağarayı yeniden izlemeye başlarken. “Herkes ölü sessizliğinde pozisyonunu korusun.” Yarasa kod adlı terör liderinin sınırdan sızdığına dair bilgi alınca, yerini tespit etmek için keşif görevine çıkmıştık. Metehan hedef takibi ve sessiz sızmada iyi olduğu için, biz tepelerin arasında ilerlerken, gözetleme yapmak için pozisyon değiştirmişti. Sinyal kesici kullanıldığını fark ettiğimiz anda her şey için çok geçti. Metehan biz yerini tespit edene kadar etkisiz hale getirilip esir alınmıştı. Metehan ellerindeyken düşüncesizce davranma şansımız yoktu. Çatışmaya kalkışırsak Metehan zarar görebilirdi. On beş dakika önce karargah ile görüşmüştüm ve geri çekilmemi emretmişlerdi. Kuvvetle muhtemel bundan on gün önce, Yarasa’nın kollarından tereyağından kıl çeker gibi aldığımız sağ koluyla bir takas yapılacaktı. Ne Simsar’ı vermeye niyetim vardı, ne de Karakule’yi onlara bırakmaya… Aradan on dakika daha geçmemişti ki, Albay Dursun yeniden iletişime geçti. “Bu işi protokole bırakmaya niyetin yok değil mi Kasırga?” Protokolünü sikeyim! Teröristle masaya oturmak, isteklerine boyun eğmek bize yakışmazdı. “Yok komutanım. Metehan dayanır. Biz de evelallah alırız.” “Siz sakince bekleyin. O bölgede istihbarat toplayan bir askerimiz var. Onunla iletişime geçip koordinatları verdik. Size katılacak.” “O kim komutanım!” “Gelince kendisine sorarsın.” İletişim kesildi. Kısa ve net… Dürbünü yeniden elime aldım ve etrafı yeniden taradım. Bu durumdan hoşlanmamıştım. Bundan iki ay öncesine kadar altı kişilik, şimdilerde beş kişilik bir timdik. Yarasa şerefsizi kan kardeşimi benden almıştı. Ben de, önünde sonunda onun nefesini alacaktım. Metehan'ı biz kurtarabilirdik. Sadece zamana ve bir plana ihtiyacımız vardı. Bu zamana kadar bir başkasına ihtiyacımız hiç olmamıştı. “Komutanım, koca bekler gibi bekleyeceksek, ben depoyu boşaltıp geleyim.” Eko’nun sesi telsizde yankılandı. “Karakule teröristin elinde, sen deponu mu düşünüyorsun it herif?” Nitro ve Eko’nun atışmasını dinlerken bir nefes aldım. Yedi yirmi dört kedi köpek gibiydiler. “Karakule senin kadar ağlamıyordur. Ne yapayım göt herif? Depo mu patlasın?” “Patlatmak benim işim,” dedi patlayıcı uzmanı olan Nitro. Turgut’un lakabı uzmanlığından geliyordu. Tıpkı Eko ve Otacı gibi. Biz Yedi Ocak timiydik. Adımız Türk inancında kutsal sayılan yedi sayısıyla, yuva anlamını taşıyan Ocak kelimesinden çıkmıştı. Tam güç demekti. Tam kadro demekti. Artık bir eksiktik ama hala birdik. Cengiz’in künyesinin bir parçası bendeydi. O da hala bizimleydi. “Sessiz olun! Sen de çabuk ol Kaya!” dedim Eko’ya. “Emredersiniz komutanım!” *** “Bir hareketlilik var,” dedim sessizce. Mağaranın arka kısmına doğru ilerleyen birini tespit etmiştim. Kaya yarım saat önce yerinden ayrılıp yanıma gelmişti. Elindeki dürbünle bakarken “ne yapmaya çalışıyor o? Niye mağaranın arka kısmını dolaşıyor?” diye sordu. Araziyi iyi bildiği hareketlerinden belliydi. Hangi taraftan mağaraya kadar sızdığını tespit edebilseydim eğer, beklemek yerine çoktan biz de harekete geçebilirdik. Hareketlerini dikkatlice gözlemledim. Nöbet değişimi yapacak bir terörist olsaydı mağaradan çıkmış olurdu. Bambaşka güzergahtan gelmişti oraya. Amacını anlamaya çalışırken birkaç saniye içinde tepedeki nöbetçiye arkadan yaklaşıp, boynunu iki eliyle sertçe kavrayıp çevirdi. Nöbetçi yere yığılırken hızını takdir ederek gülümsedim. Albayın bahsettiği asker olmalıydı. Çevik ve seri bir hareketle bir anda mağaranın üst kısmından aşağıya doğru eğildi. “Yedi Ocak Timi pozisyon alın. Havai fişek gösterisine başlıyoruz. Nitro işaret verince patlat aslanım!” “Patlatmak benim işim!” dedi keyifli bir sesle. “Dikkatli olun. Karakule’yi alıp buradan eksiksiz çıkacağız.” diye uyarı verdim. “Emredersiniz komutanım!” Yeni gelen kişiyi hatırlayarak, “+1’miz var unutmayın!” Gelen kişi her kimse bu bölgeyi benden iyi bildiği kesindi. Mağaranın havalandırma deliğini kendi oymuş gibi saniyeler içinde bulmuştu. *** AZRA “Dikkatli ol asker.” “Emredersiniz komutanım.” Telefonu kapattıktan birkaç dakika sonra koordinatlar gelmişti. Avucumun içi gibi ezberlediğim yerleri tam tespit etmek için haritanın karşısına geçtim. Uzun zamandır sadece arazi taraması yapıyordum. İzleri takip etmek benim için yemek yemek kadar basit ve zaruri bir ihtiyaç haline gelmişti resmen. Tam noktayı tespit ettikten sonra hazırlanıp bir haftadır evim bellediğim kulübeden çıktım. Arabaya binip güvenli diyebileceğim noktaya yarım saatte ulaştım. Biraz tırmanmam gerekecekti ama askeri kurtarmam için ne yapmam gerekiyorsa onu yapacaktım. Dursun Albay timin mağara etrafında pusuya yattığını söylemişti. Önemli olan esir askeri mağaradan çıkarmaktı. Onu oradan çıkarıp gerisini time bırakacaktım. Koordinatları verilen mağaraya yaklaşmıştım. Mağaranın giriş ve ön kısmında nöbetçi olduğunu tahmin ediyordum. Kendilerini güvene almak için tüm alanı mayınla doldurmuşlar, kendilerine bir güzergah bırakmışlardı yalnızca. Neyse ki o güzergahı avucum gibi biliyordum. Bu yüzden arka kısımdan tırmanmıştım. Havalandırma deliğine ulaşmak için kayalık yamaçta sessizce tırmandım. Gece, zifiri karanlıktı. Sadece yıldızların soluk ışığı ve ayın küçük ışık huzmesi yolumu aydınlatıyordu. Rüzgar, kulaklarımda hafif bir uğultu yaratırken, her adımda taşların çatırtısı yüreğimi ağzıma getiriyordu. Tepedeki nöbetçiyi fark edince sessiz adımlarla arkasından yaklaştım ve saniyeler içinde son yolculuğuna uğurladım. Havalandırma deliği, mağaranın kuzeybatı yamacında, çalılarla örtülü dar bir ağız gibi duruyordu. Ekipman çantamı sırtımdan indirip ip ve kancayı hazırladım. Havalandırma deliği dar görünüyordu, ama geçebilecek kadar genişti. Vücudum bu tür işler için yıllardır eğitilmişti, kemiklerim bile dar alanlara sığmayı öğrenmişti sanki. İpi kancaya bağlayıp sağlam bir kayaya sabitledim. İpi belime dolayıp kendimi havalandırma deliğine bıraktım. Dar tünel, nemli ve küf kokuyordu. Kollarımı ve bacaklarımı kullanarak yavaşça aşağı kaydım. Hava ağırlaşırken, ciğerlerime dolan tozlu koku genzimi yaktı. Yaklaşık beş metre indikten sonra tünel genişledi ve loş bir ışık sızıntısı gördüm. Mağaranın iç kısmına ulaşmıştım. İpi çözüp yere çömeldim, elim tabancamın kabzasında, gözlerim karanlığı tarıyordu. Mağaranın içi labirent gibiydi. Dar koridorlar ve küçük odacıklar birbirine bağlanıyordu. Sessizce ilerledim. Askeri tutabilecekleri her alanı tarıyordum. Bir köşeyi döner dönmez, ayak ucumda bir taş yuvarlandı. Durdum. Nefesimi tuttum. İleriden, boğuk bir ses ve metalin hafifçe sürtünme sesi geldi. Tabancamı kaldırdım, dizlerimin üzerine çökerek yavaşça sesin geldiği yöne süründüm. Tam adım atacakken, karanlıktan biri üzerime atıldı. Yerde yuvarlandık, omzum mağaranın sert zeminine çarptı. Elimden silahı almaya çalışıyordu. Diğer elimle bıçağıma davrandım ama dar koridorda hareket etmek zordu. “Sen bizden değilsin!” Dirseğimle çenesine bir yumruk savurdum. “Ben vatan evladıyım. Orospu evladına mı benziyorum lan senin gibi!” Nefesi suratıma vuruyordu, ter ve nem kokusu genzimi doldurdu. Başımı yana çevirip dirseğimi bu kez göğsüne bastırdım. Bir anlık boşluk yakalayınca dizimle karnına vurdum. Adam sendeledi, hızla doğrulup silahımı kaptım. Tam nişan alacağım sırada, koridorun derinliklerinden yankılanan ayak sesleri duyuldu. Beklemeden adamı indirip yerime pustum. Bana doğru gelen ayakları görmemle alnının ortasına nişan almam bir oldu. İkisini de bir köşeye çekip dikkat çekmeyecek şekilde bıraktım. Köpek ölüsü gibiydiler. Çekene kadar götümden ter akmıştı anasını satayım. Uzun bir koridoru yürüyüp, bir köşeyi daha dönmemle, bir meşalenin titrek ışığında onu gördüm. Mağara mağara değil, üç artı bir evdi mübarek. Ben bir haftadır kıç kadar kulübede yaşamaya çalışırken, bunlar dağda saray kurmuştu. Asker elleri ve ayakları bağlı, bir kayaya yaslanmış oturuyordu. Yüzü kan ve ter içindeydi, ama gözleri karanlığın ortasında bile bir ateş gibi parlıyordu. Yanında iki nöbetçi vardı, biri tüfeğini yere dayamış uyuklarken, diğeri bir şeyler mırıldanarak ateşin başında oturuyordu. Nefesimi tutup bıçağımı çektim. Uyuyan nöbetçiye yaklaştım, tek bir akıcı hareketle boğazını kestim. Çıkardığı sesle birlikte diğer adam anında silahına sarıldı. Kurşunun koluma girdiğini hissetmemle, silahımı ateşlemem bir olmuştu. Askerin gözleri faltaşı gibi açıldı, ama konuşmadı. Hareketlerimi izleyip beni tepeden tırnağa süzerken ona yaklaştım. İplerini hızlıca kestim. “Sen ölüm meleği misin?” “Şanslısın ki seni öldürmeye gelmedim,” dedim alaycı bir sesle. Rütbesini fark edip “komutanım,” diye ekledim. “Sen kimsin?” diye sordu bu kez. “Komutanım sessiz olun ve yürüyebiliyorsanız yürüyün. Tanışma faslını sonraya bırakalım. Buradan bir an önce çıkmamız lazım,” dedim, kolunu omzuma atıp onu kaldırırken. Mağaranın içinden gelen başka sesler duydum. Biraz önce adamın sıktığı silah yüzünden birazdan burası adam dolacaktı. Silah sesiyle birlikte timin de harekete geçtiğini patlayan seslerden anlıyordum. Mayınları patlatıyorlardı. Yedek silahımı ona uzattım. “Silah kullanacak kadar iyi misiniz komutanım?” “Hiç bu kadar iyi olmamıştım,” dedi. Dalga geçtiğini düşünüp üzerinde durmadım. “Önünüze gelene sıkın,” dedim gardımı alırken. “Allah ne verdiyse,” dedi başını sallayarak. Yüzünde koca bir sırıtma oluştu. Halini tavrını gören de, bir mağarada değil, düğün ortasında olduğumuzu sanırdı. “Sen gökten düştün kesin,” dedi kendi kendine. “İn misin, cin misin yoksa peri misin?” Hem ilerliyor, hem de önümüze geleni indiriyorduk. Kolum biraz sorun çıkarsa da dayanamayacağım kadar kötü değildi. Havalandırma boşluğundan indiğim aklıma gelince güldüm. Önüme çıkan adamı bir kurşunla indirirken “yaa sormayın! Gerçekten de gökten düştüm,” diye mırıldandım. Manyak mıdır nedir? Kesin kafasına fazla darbe almıştı. Fark etmediğim bir kurşun kafamın yanından vızıldayarak geçerken beni kendine çekmesiyle birlikte yere düştük. Yandan kafasını uzatıp silahını ateşledi. Bakışları yüzüme dönerken suratında durumun tezatlığına yaraşır bir sırıtma oluştu. “İşte şimdi doğru yere düştün.”
Yeni kullanıcılar için ücretsiz okuma
Uygulamayı indirmek için tara
Facebookexpand_more
  • author-avatar
    Yazar
  • chap_listİçindekiler
  • likeEKLE