Ne kadar zamanın geçtiğini bilmiyordum. Ama gözlerimi açmakta zorlanıyordum. Burnuma gelen keskin ilaç kokuları hastanede olduğumu belli ediyordu. Zor da olsa gözlerimi karanlıktan ışığa doğru açtığımda, bir çift gözle karşılaştım. İpek korkmuştu ve hala olanları atlatmamış gibiydi. Titreyen sesiyle “Hande...” diye seslenince bu korku dolu bakışın, bu acı dolu ifadenin nedeninin tek bir şey olabileceğini hissediyordum.
Olabileceği kadar duygusuz çıkardığım sesimle, “Bebek gitti, değil mi?” diye sordum. O bacaklarımdan süzülen kan ve bu hastane odasında olmamamdan dolayı zaten anladığım bir şeydi.
Benim bu ses tonumdan ürken İpek “Hande bak, zaten...” dediği anda biraz sert çıkan sesimle araya girdim.
“Açıklama yapma İpek! Bebek düştü, değil mi? “ diye sordum.
“Üzgünüm Hande. Evet, bebeğini kaybettin arkadaşım.”
Gözümden bir damla yaş süzüldü. İçimdeki son acizliğim de o damlayla aktı gitti. Ben de hiçbir şeyi kalmamıştı. Ne bir aşk ne bir sevgi ne anı ne de canı... İçimden sökülüp giden bebeğimle beraber, Hande ölmüş ve içindeki Kerem’i de öldürmüştü. Bundan sonraki Hande ise kimsenin tanımadığı bir kız olacaktı. Bir daha kimseyi sevmeyecek, kimseye inanmayacak, acımayacak ve asla ama asla iyi biri olmayacaktı. Mademki egolu, bencil, çıkarcı olan insanlar kazanıyordu… Ben de öyle olup, hayatta hiçbir zaman kaybetmeyecektim. Bugün bu hastane de kaybettiğim bebeğimin de ruhumun da hesabını bir gün Kerem Salman’dan mutlaka alacaktım. Hem de ona hiç acımadan…
Hastaneden gün sonunda çıkmıştık. Doktor birkaç ilaç yazmış ve bir süre sonra da kontrole çağırmıştı. Gitmemin bir anlamı yoktu bence. Ama İpek’in zorla götüreceğinden emindim. Bora ve İpek bana şaşkın gözlerle bakıyordu. Çünkü eve gelmiş, duş almış, rahat bir şeyler giymiş ve kahve alıp, televizyonun başına geçmiştim. Kanallar arasında eğlenceli bir şeyler arıyordum. Ne yazık ki yoktu. Onların bana garip garip bakmasına ofladım. “Şu bakışlarınıza son verin!”
“İyi olup olmadığından emin değilim,” dedi İpek.
Onun gözlerine tüm soğukluğumla bakarak “İçimde son bir iyilik perisi vardı,” dedim. “Her ne yaşamış olursam olayım onun için bir yanımın iyi kalması gerekiyordu. Hayatım boyunca hep iyi niyetli oldum. Bak şu halime, içimde büyüttüğüm iyilik perim de gittiğine göre demek ki değişmem gerekiyor. Bazı şeyleri aşmam, hayatıma daha sert ve güçlü devam etmem gerekiyor. Artık ağlamak istemiyorum. Kimsenin ardında bıraktığı da olmayacağım. Karşıma çıkanlar canımı yakmaktan korkacak. Onun için son bir damla yaşım kalmıştı. O bir damla ile de masumluğum, iyiliğim, kırılganlığım akıp gitti. Onun için sormayın artık. Ben iyiyim.”
Televizyona geri döndüm. Sezon bitiyordu. Çok uzaklarda sıkı bir tatil de beni bekliyordu. Buralardan uzaklaşmak, her şeyi ardımda bırakmak bana iyi gelecekti.
♥ ♥ ♥
Okulun yeşermek üzere olan çimlerinin üzerinde güneşli havanın keyfini çıkarıyordum. İki üç ay içinde çok farklı bir Hande olmuştum. Tüm okulun kızları benden nefret ediyordu. Çünkü ya erkek arkadaşları benimle ilgileniyor ya da ben kızları her yerde madara ediyordum. İnsanlar bir kere değişmeye başladı mı önünü alamıyordu. Bende de öyle olmuştu. Kendime bencil, hızlı ve sert yaşamım çoğu kişi tarafından sürtük olarak adlandırılıyordu. Umurumda mıydı? Hayır. Bu halimle gayet mutlu ve gerçekten huzurluydum. Öncesi kadar Kerem’i düşünmüyor, intikam planları yapmıyor, kendi çapımda eğleniyordum. Tabii ki acım içimde hala bir kor gibi yanıyor ve benim de yanmama sebep oluyordu. Bu yangın beni hayattan soğutmaktansa eğer birini kör kütük seversem neler olabileceğini, canımın nasıl yanabileceğini hatırlatıyordu.
Hız derslerim devam ediyordu. Ben bu sayede hayattan daha da fazla zevk alır hale geliyordum. Herkes her ne kadar kendi âleminde olsa da ben her ne kadar değişmiş ve kimseyi önemsemiyor olsam da İpek benim için aynıydı ve hep aynı kardeşim olarak kalacaktı. Bora da her zaman dostumdu ama şu Defne denen zehirli sarmaşıktan kendini bir kurtarabilse sanırım daha çok paylaşımımız olacaktı. Onun gibi kalbi güzel, akıllı, yakışıklı ve üstelik gördüğüm en zeki erkeklerden biri nasıl bu kadar kör ve salak olabiliyordu? Bu durumu gerçekten anlamıyordum ve hayatımın sonuna kadar anlayabileceğimi de sanmıyordum. Durup durup aklımı kurcalıyordu Bora Defne ilişkisi.
Grupta bana göre başka bir pislik daha vardı ve o, başka bir iyinin hayatını mahvediyordu. Can, İpek’in erkek arkadaşı, neredeyse onsuz olamayacağına inandığı tek kişiydi. Çocukluk aşkı gençlik aşkı olmuştu. Fakat Can son zamanlarda cidden çok garip davranıyordu. Birkaç kere telefon konuşmasına şahit olmuş, konuşmaların ise sıradan bir arkadaşla yapılamayacak kadar farklı olduğunu sezmiştim. İpek de Can konusunda son zamanlarda bir şeylerin farklı gittiğini sezmiş olacak ki onu sürekli takip mesafesinde tutmaya çabalıyordu. Bu durum sadece kavga etmelerine sebep olsa da değişmiyordu. Üstelik kavgaların çoğunun da çok saçma nedenlerle çıktığını söylüyordu. Bu durum ne kadar garip olsa da çok fazla karışmamaya özen gösteriyordum. İpek her zamankinden daha fazla yardıma muhtaçtı. Çünkü annesi Necla Hanım, Ahmet denen o pislik herif ile evlendikten neredeyse beş ay sonra durup dururken geçirdiği kalp krizi ile hastaneye kaldırılmış, yapılan tüm müdahalelere rağmen kurtarılamamıştı. İpek cenazede perişan haldeydi. Kerem ise cenazeye katılmamıştı bile. Zaten annesinin evlendiği gün, kendisinin artık bir oğlu olmadığını, ölse cenazesine bile gelmeyeceğini söylemiş ve gerçekten de söylediğini yapmıştı Buz Adam. Bu kadar iğrençliğin, umursamazlığın ve unutulmuşluğun arasında en çok yaralanan da İpek olmuştu. Gözleri kör olmuş bir annenin kaybı, gözünü para bürümüş bir üvey baba, onu unutmuş bir abi ve koskoca bir şirketin %70’ine sahip İpek Salman... Kendisine destek olması gereken erkek arkadaşının da onunla sürekli atıştığı düşünüldüğünde bu onun için katlanılması zor bir savaş haline geliyordu. Bu durum karşısında hala çıldırmadığına şaşırıyordum.
Ben bu düşünceler arasında savrulduğum esnada, tam ayaklarımın dibine atılan defter ile zihnimin gittiği yerden dönerek karşımda öfkeli gözlerle bana bakan, yeşil gözlü esmer kızla göz göze geldim. Kız deyim yerindeyse burnundan soluyordu. O kadar öfkeliydi ki her an üzerime atlayacakmış izlenimi veriyordu. Bu kızı daha önce de okulda görmüştüm. Muhtemelen dün akşam sevgilisinin barda bana sarkmasını haber almış ve sevgilisine çemkirip terk edilmektense gelip beni tehdit edip korkutmayı tercih etmişti.
“Ah, şu zavallı, âşık, küçük kızlar! O saçma sapan duygularında ne kadar da küçülüyorlar? Üstelik kendilerini sevmeyen ahmak bir çocuk için...” Aklımdan geçen düşüncenin verdiği tebessüm ile kıza baktım. Benim karşısında yerde oturmuş, ayaklarını boylu boyunca uzatmış, ellerini arkaya doğru koyup destek almış güneşlenir gibi bir pozisyonda oturarak ona sırıtmam daha da fala öfkelenmesine neden olmuştu. Bu hali önceki haline oranla daha da komikti. Bir an kendimi kahkaha atmamak için zorluyor halde buldum. Kız, gayet sert ve çingene ses tonunda “Dün akşam barda Hakan ile berabermişsin,” diye söylediğinde ise kaşlarımı kaldırıp sanki Hakan’ın kim olduğunu bilmiyormuşçasına konuşmaya başladım:
“Hakan...” Bu yanıtımla kız sakin kalmaya çabalayarak, gözlerini gökyüzüne dikip derin bir nefes aldı. Bu nefesin ardından tekrar benimle göz göze geldi. Daha çok hırlamayı andıran bir sesle “Dün akşam barda dans ettiğin pislikten bahsediyorum,” diye söylendi. Canının yandığı belli oluyordu. İçindeki öfkeyi dizginlemeye çalışmak onun ruhunu acıtıyordu. Kendi de söylemişti. Pislikti işte! Ne diye bir pislik için gelip konuşma gereği duyuyordu? Düşüncelerim arasından bu durumun komikliği karşısında alaycı bir kahkaha atıp, yine alaycı bir ses tonuyla onu yanıtladım:
“Dün akşam neredeyse tüm adamlar pislikti ve ben tek bir pislik ile dans etmedim. Hakan hangisi oluyor?”
Kızın öfkesi yerini şaşkınlığa bıraktı. Böyle bir karşılığı beklemediği her halinden belli oluyordu. Onun bu saçma tepkisi ile ben daha da keyiflenirken kendisini toparlamaya çalıştı. Hep aynı şeyler!
“Tamam, sürtük olduğunu biliyoruz ama bu kadarını da tahmin etmiyordum. Sevgilimden uzak dur Hande! Yoksa canına okurum,” diyerek beni tehdit ettiğinde tüm keyfim kaçmıştı. Budala o pislik herifin kıçına tekmeyi basıp, def etmek gibi bir şansı varken, kendini daha fazla aldatması ve üzülmek adına zavallı bir kız olmayı seçiyordu. Bu düşünce gözlerimi kararttı. Yavaş ama bir o kadar bedenimi saran sinirle ayağa kalktım. Benden kısaydı. Minyon tipli olduğunu fark ettim ve onunla burun buruna gelmek için milimlik de olsa eğildim. Birkaç saniye durup, onun o şaşkın ama güçlü görünmeye çabalayan yüzünü seyrettim. Aslında o pislik adama bir tokat atması ve yoluna devam etmesi onu daha güçlü yapardı. O zavallı gibi küçük düşmeyi tercih ediyordu. E madem tercihi buydu, ben de onun istediğini yapıp onu küçük düşürecektim.
“Seni beyinsiz budala! Şu anda benim karşımda sevgilin için âcizi oynamaktansa o pislik herifin kaçına tekmeyi basma konuşması yapman gerekiyordu. Sevgilinin dün geceki ahmaklardan hangisi olduğunu dahi hatırlamıyorum. Üstelik sen bana ondan uzak durmamı söylüyorsun. Gerçekten sizin gibiler, zavallı olmak için yaratılmışlar.”
Afallayarak suratıma baktı. O küçük beyni ile aslında ne dediğimi bile anlamadığından emindim. Ama bu sersem bakışına daha da öfkelenerek “Ne var biliyor musun? Ben senin o ahmak ve pislik sevgilini hatırlamıyorum. Ama o beni hatırlıyor. Üstelik ben o bara yine gideceğim. O budala tesadüfen orada olacak olursa yine bana sarkacak. Yine dans edeceğiz. Beni etkilemeyi başarabilirse geceyi yatağımda geçirecek. Neden biliyor musun?” diye sordum. Birkaç saniye sorumu anlamakta çabaladığını bakışlarından anladım. Cevap verebilmesi için ona biraz daha izin verdim. Fakat kızdan cevap gelmiyordu. Hatta her an bayılacakmış gibi duruyordu. Karşımda bayılmasını ve onunla uğraşmamayı dilediğim için atıldım:
“Ben söyleyeyim. Çünkü seni sevmiyor. Orada ben olmasam başka biri ile seni aldatacak. Muhtemelen dün akşam da öyle yapmıştır. Sense şimdi bana ondan uzak durmamı söylüyorsun. Bak beyinsiz, şu anda senin yerinde olsaydım gider, dün gece bana sarkan pislik sevgilimin kıçına okkalı bir tekme indirirdim. Bunu yapmazsan çok değil, bir dahaki tartışmanızı beklemeden o senin kıçına tekmeyi basacak. Üstelik seni paramparça ederek bunu yapacak.” Derin bir nefes alarak, “Anladın mı?” diye söylediklerimi anlayıp anlamadığını sordum. Kız taş olmuşçasına aptal bir bakış eşliğinde bana bakmaya devam ediyordu. Bu duruma gülsem mi ağlasam mı bilemedim. Tahammülümün sınırlarını zorlayan kıza “Şimdi Kaybol!” diye bağırdım. Sonra da onun uzaklaşmasını seyrettim. Ardından bakarken gözlerimi göğe diktim ve başımı sağa sola sallayarak, “Beyinsiz!” diye söylendim. Neden bu kadar zavallı olmak zorundaydılar ki? Şimdi sevgilisinin yanına gidecek, hiçbir şey bilmiyormuş gibi davranacak ve gurursuzluğuna devam edecekti.
“Vay canına!” diyen İpek’in sesi kulaklarıma doldu. Arkamı dönüp, aynı ses tonu gibi şaşkınlıkla bakan gözleriyle göz göze geldiğimde gülümsedim. “Bu konuşmayı böylesi acımasız bir duyguyla senin yapacağını bir yıl önce söyleselerdi kahkaha atardım.”
Kedimi tutamadan bir kahkaha attım. Haklıydı. Büyük bir değişim vardı bende. Kimilerine göre evrim geçirmiştim, kimilerine göre sadece değişmiştim; kendime göre ise acılarımı unutmuştum. Kahkahalarımın arasında İpek’in elindeki yiyecek poşetine takıldı gözlerim. “Derse girmiyorsun herhalde.”
İpek olumsuz anlamda başını sallayarak “Hayır,” diye cevap verdi. “Bora Defne ile kafede. Can evdeymiş, bu tatsızlık fazla uzadı. Bu kez de gönlünü ben alayım. Ona fazlasıyla ihtiyacım var. Bora ve Defne’yi göreli bir saat kadar oldu, çıkmamıştır umarım evden. Beni yokluğuyla cezalandırıyor. Yeterince canım yanmıyormuş gibi...”
İçimin acıdığını hissettim ve Kerem’e biraz daha lanet okudum. Bir abi, kardeşini bu kadar mı unuturdu? “Aşağılık herif!” diye geçirdim içimden
“İyi yaparsın. Bu sefer birbirinizi yememeye çabalayın. Her barışma girişiminizde daha büyük bir kavga çıkarıyor ve birbirinizden daha fazla uzaklaşıyorsunuz,” dediğimde tamam dercesine kafasını salladı. Can ile Bora’nın birlikte yaşadıkları eve gitmek için yanımdan uzaklaştı. Bende midemi bulandıracak olsa da Defne ile Bora’nın yanına gitmek için kafeye doğru yürümeye başladım. Bora’yı bu sürtükten kurtarmanın bir yolu olmalıydı mutlaka.
On beş dakikalık bir yürüyüşün ardından kafeye gelmiştim. Her zamanki gibi kafenin denizi gören ucunda tüm yakışıklılığı ve öfkesi ile oturan Bora Yılmaz. “Şu adam için yanıp tutuşan, onca güzel kız hatta onca güzel ve iyi kız varken neden Defne?” diye sormaktan kendimi alamıyordum. Bu kızda kötülükten başka bir şey yoktu ki. Hatta damarlarında kan yerine kurt dolanıyordu. Bora iyi kalpliydi. Nasıl oluyordu da onun büyüsüne kapılabiliyordu? Ona baktığımda her zamanki görüntüsünden eser yoktu. Yani Defne’nin şu anda Bora’ya ahtapot gibi yapışmış, dudaklarını sömürüyor olması gerekiyordu ama ortalıkta yoktu. Bu durumu önemsemeden tek başına oturan Bora’nın yanına gittim. Sinirliydi. Her an birine çatacak gibi duruyordu. Çatacağı kişi olmamayı diledim.
“Selam!” diye seslendim.
Bora gayet sert ve iç ürpertecek bir sesle “Hiç havamda değilim Hande, bulaşma!” karşılığını verince duraksadım. Bu seferki baya sert bir tartışmaydı anlaşılan.
“Defne görünmüyor.”
O parlak, öfkeli ve gri gözler benimkilerle buluşunca yanlış bir soru sorduğumu anlamış oldum. Ama iş işten geçmiş ve ben sormuştum bir kere. Bora iç yakıcı bir nefes alarak “Son zamanlarda değişik bir hal aldı. Her saniye kavga ediyor. Sanki kavga etmekten zevk alıyormuş gibi…” dediğinde sıkılsam da bana bugüne kadar hep destekçi olan arkadaşımın derdini dinlemeye koyulmam gerektiğinin sinyallerine kulaklarımı tıkayamadım.
“Babasının işleri berbat, evde de durumlar ili değilmiş. Belki ondandır,” diyerek, yalandan da olsa teselli etmeye çabaladım.
Bora bundan tatmin olmamışa benzer bir tepkiyle “Onun için ailemle neredeyse dört yıldır konuşmuyorum. En son babamla Defne yüzünden tartışmış ve benden bir seçim yapmam istenmişti. Onu seçtim ben,” dedi. “Her defasında yanımda olmasını bekledim. Oldu da ama şimdi onun yanında olmama izin vermiyor. Garip bir şekilde uzaklaşıyor. Değişik telefon görüşmeleri, okununca silinen mesajlar, geceleri kapalı olan telefonlar, habersiz ve gereksiz seyahatler... Ben bunların hiçbirine anlam veremiyorum.”
Bu sözlerin bir benzerini İpek’ten de duyduğumu hatırlayınca gözlerim kocaman oldu. İpek de Can için aynı şikâyetleri dile getiriyordu. Onun için sürekli kavga ediyorlardı. Bu sürtüğün nasıl bir halt karıştırdığı belli olmazdı ama yapacağı her numara İpek’in canını yakardı. Onca acının ve olayın üzerine İpek böyle bir acıyı kaldıramazdı.
Duraksadığımı fark eden Bora “Sorun ne?” diye sordu. Sorun -hissettiğim şeyse- büyüktü. Bu öfkeli Bora’ya söylenir miydi bilinmez ama daha fazla içimde tutmama imkân yoktu. Bora cesur ve güçlü bir adamdı. Eğer hissettiğim şey doğruysa İpek bunca şeyin üzerine bu iğrençliği kaldıramazdı. Her ne kadar tereddüt etsem de kelimeleri toparlamaya çalıştım.
“İpek de Can için benzer şeyleri söylüyor. Garip telefonlar geliyor, saatlerce konuşuyor, mesajlaşmalar var ama anında siliniyor. Bir de geçen cuma ‘Annem rahatsız,’ deyip İpek’i yanında götürmemek için bahane uydurmuş ve gitmiş. İpek de ‘Geçmiş olsun,’ demek için annesini yani Nazlı teyzeyi aramış ama Can’dan haberi yokmuş. İngiltere’ye gitmemiş. Gittiyse de annesinin hastalığı için olmadığı kesin.”
Anında gözleri karardı Bora’nın. Dişlerini sıkıyordu. Onun bu hali fazlasıyla korkutucu olduğundan hızla “Aralarında bir şey var, demiyorum. Ama senin doğum günün yaklaşıyor. Sana güzel bir sürpriz falan hazırlamak için uğraşıyor olmasınlar,” diye açıklama yapmaya uğraştım. Bora’nın rahatlayan bedeni, normale dönen bakışları sayesinde ikna olmuşa benziyordu.
“İpek nerede?” diye sorduğunda masaya gelen buz gibi limonatamdan bir yudum alıp, onun bedenimde yarattığı canlılığı hissetmenin ardından “Bir işi varmış. Onu halledip, size gidecek. Can’la aralarını düzeltmeye çabalayacak,” dediğimde alaycı bir şekilde sırıttı.
“Ben de gideyim o zaman. Geçenlerde bilgisayarı kırdılar. Şimdi televizyonun hakkından gelmesinler.”
Tavrına ve alayına gülümsedim. Tuhaf bir çift olduklarını her zaman biliyordum ama İpek’i bu kadar tuhaflığı taşıyan bir kız gibi değildi. Yani ona bakan herhangi bir yabancı onun bu kadar hırçın olabileceğine ihtimal vermezdi. Baksan çıtı pıtı bir kızdı ama içine girince işler değişiyordu. Onun dünyasını gören herkes şeytanla anlaşması olan tehlikeli bir kız olduğunu fark ederdi. Şeytan da bir melekti, değil mi?
♥ ♥ ♥
Bora beni bir başıma kafede bırakıp gittikten sonra çok geçmeden ben de eve dönmüştüm. Yorgunluktan bitkin bir durumdaydım. Soğuk duşun, bu sıcak havanın yorgunluğunu alacağı belliydi. Oyalanmadan duşa girdim. Su bedenimde süzülürken canlanmamı sağlamıştı. Çok iyi geliyordu bu bana. Bu huzuru bozansa içeride yatağımın üzerinde çalan ve banyoya cılız bir ses tonu ile ulaşan telefonumun sesi oldu. Ama şu anki huzur ve mutluluk o kadar iyiydi ki bu anı bozmadan öylece duş almaya devam ettim.
Duşta ne kadar kaldığımı bilmiyorum ama biraz daha suyun içinde durursam burada uyuyakalacağım kesindi. Onun için kendimi duşun dışına atıp havluyu bedenime sardım. Odaya geçerek duşa girdiğimden beridir susmak bilmeyen telefonumu elime aldım. Ekrana bakmamla gözlerimin kocaman açılması ayaklarımın titremesi bir oldu. Bora defalarca aramıştı. Can da... Aramalar o kadar fazlaydı ki aklıma tek bir cevap geliyordu.
“İpek...” diye mırıldandım. Lanet olsun, yine barışmamışlardı. Kesin sıkı bir kavga edip, ortalığı kasıp kavurmuşlardı ve İpek geçen seferki gibi ortalıktan kaybolmuştu. Hızla numarasını çevirdim ve açması için dua etmeye başladım. Fakat telefon defalarca çalsa da açılmıyordu. İçimi kapkara huzursuz bulutlar sarmıştı. Aklıma kötü şeyler getirmeden aynı hızla Bora’yı aradım. Daha ilk çalmada açılan telefondan endişeli, öfkeli ve korku dolu bir ses yükseldi.
“Hande...” diye telefonda haykırdığında, içime bir şeyin oturduğunu ve duyacaklarımdan hiç de hoşlanmayacağımı hissettim.
Kısık ve korku dolu sesimle “Bora...” diye fısıldadım.
Bora fısıltımı duydu mu bilmiyorum ama o daha da heyecanlanan sesi ile “İpek seni aradı mı ya da yanında mı?” diye sorunca kanımın çekildi.
Kötü bir şey olmuştu. Evet, kötü bir şey olmuştu. İçimde bir şeylerin koptuğunu çok ama çok uzaklara savrulduğunu hissediyordum. Kötü bir haber kapıda beklercesine kalbimi sıkıştırıyordu ve avucumdaki telefonu tutmakta zorlanıyordum. Nefesim içimde kalmış ciğerlerimi yakıyordu. Kahrolası lanet bir haber duymak istemiyordum.