GÖKYÜZÜ PART 1

3107 Kelimeler
Masallar hep güzel anlatılır. Sonu kötü biten bir masal duymadım şimdiye kadar. Prenses sevdiğine kavuşur, kız kurdun tuzağına düşmez ve nenesini kurtarır vesaire. Sonu kötü biten tek masal benim masalım mı olacaktı? Gerçi hayatım bir masal mıydı ki? Karanlığa açtım gözlerimi. Ayın ışığı odayı aydınlatan tek ışıktı. Yatağımdan doğrulup bir süreliğine yatakta oturma pozisyonunda kaldım. Gözlerim karanlığa alıştıktan sonra ışığı yakmak için kalkmamla yere kapaklanmam bir oldu. Ayağım pikeye dolandığı için adım atmam ile düşmüştüm. Ağzımdan çıkan inleme ile doğrulmaya çalıştım. Sadece çalışmakla kaldım. Pike ayağıma öyle bir dolanmıştı ki tıpkı bir denizkızı gibi görünüyordum. Mavi bir denizkızı gibi. Kapının çalmasıyla pikeyi ayağımdan itmeye başladım fakat başarılı olamadım. Sürünerek kapıya kadar gelip seslendim.  "Kimsin?" yeni uykudan uyandığım için sesim biraz farklı çıkmıştı.  "Tufan." Kısa cümleler kurmayı seviyor olmalıydı. Kapıya biraz daha yaklaşıp oturduğum yerden kapıyı açtım. Oda karanlık olduğu için ve aşağıda olduğumdan dolayı öne doğru eğilip beni aramaya başladı. Dışarıdan içeriye ışık giriyordu. "Neredesin? Kayıp mı oldun yoksa?" deyip sol elini alnına koyup boyumla dalga geçmeye başladı. "Boy uzatma iksiri içeyim derken yanlışlıkla kısaltma iksiri mi içtin yoksa?" benim boyum kısa değilken neden dalga geçiyordu ki? 1.70 boyun nesi kısa? 1.80'lik boyu ile dalga geçiyordu aklı sıraca.  "Aşağıdayım Tufan. Ayrıca ben kısa falan değilim sen çok uzunsun. Işığı yakar mısın lütfen." ışığı yakması ile gözlerim kamaştı. Karanlığa alışan gözlerimin ışığa alışmasını bekledim.  "Neden bu haldesin? Sakat mı oldun?" hiçbir merak duygusu barındırmadan sorduğu soru ile gözlerimi devirdim. Umursamazlığı içten içe canımı sıkıyordu. Dengesiz hallerine yedi yıldır henüz alışamamıştım. Ne zaman dalga geçeceği, ne zaman soğuk davranacağı, ne zaman kaybolacağı belli olmuyordu. Fazlasıyla dengesiz biriydi.  "Kendimi denizkızı gibi hissetmek istedim. Bu yüzden de ayağıma pike geçirdim. Nasıl benzemiş miyim?" yüzüme yapmacık bir gülümseme koyup düz bir şekilde yüzüne baktım. Hiçbir duygu barındırmayan gözlerini bana dikmeye devam etti. Açık kahvelerinde gizlediği duygular tozlanmaya başlamıştı. Kapalı bir müzik atölyesi gibiydi gözleri. Söyleyecek sözleri, notalarına sakladığı çığlıkları kapatmışlar ve susturmuşlardı. Bu da aletlerin zamanla tozlanmasına neden olmuştu. Gözlerine aktarmadığı duygularını gözlerinin arkasına atmıştı. Bu duygular artık kullanılamayacak kadar toz tutmuştu. Bir bez ve bir el ile yeniden gün yüzüne çıkabilirdi aslında ama kapı kilitliydi. Kilidi kaybolmuş olan bir odayı nasıl açabilirsin ki? Çilingir çağırarak mı? Çilingir çağırsam bile tekrardan kilitlemez miydi ki?  "Bebek misin? Saçma sapan hareketlerde bulunma vakti değil. Aşağı in, yemek vakti." Arkasına bile bakmadan gitti. Deli mi ne? Kapıyı kapatıp ellerimle pikeyi üzerimden çıkarttım. Nasıl düğüm olmuş ise güç bela açtım. Ne biçim uyumuştum ben? Dengesizce uyuduğum kesindi. Yatağı toparlayıp elimi yüzümü de yıkadıktan sonra çıktım odadan. Tek başıma asansöre binmeye korktuğum için merdivenlerden hızlı hızlı inmeye başladım çünkü çok acıkmıştım. Midem açlıktan bedenime yapışacaktı âdeta. Cam kenarı masaya oturmam ile yemeklerimiz gelmişti. Yemeklerin gelmesi ile sessiz bir şekilde yemeğimize başladık. Dışarıda manzara çok güzeldi. Yıldızlar ve ay tam tepedeydiler. Ayın ışığı yıldızları da kendisi gibi aydınlatıyordu. Laciverte bürünen gökyüzü Ankara'nın da manzarası ile tam bir sanattı. Caminin ışıkları, evlerin pencerelerinden yayılan ışıklar şehri aydınlatmıştı. Eşsiz manzara karşısında yemek yiyor olmak huzurlu hissettirmişti. Anı defterimde gökyüzü ile ilgili bir yazı yazmıştım ve bir çizim yapmıştım. Gecenin karanlığı gökyüzüne çöktüğünde, insanlar rüyalar âlemine giriş yaptıklarında açığa çıkmıştım. Gökyüzüne birkaç yazı yazdım. Nasıl başlamıştım? Gökyüzüne selam olsun diye mi başlamıştım. Hatırladım. Merhaba Gökyüzü. Böyle başlamıştım ilk yazımı yazmaya. "Merhaba Gökyüzü. Bu temiz, boş sayfalara kirletilmiş bir ruhun ve bedenin kirli cümlelerini yazacağım. Kendi kirini sana bulaştırdığı için bu beden ve ruhu affet olur mu? Vücudum yetmezmiş gibi birde seni kirletiyorum cümlelerimle. Ne yapayım Gökyüzü, anlatacak başka kimsem yok. Beni en iyi sen anlarsın. Kendime bile itiraf etmekte zorlandığım günahlarım var benim. Sadece benim, ailemin ve tanrının bildiği günahlarım.. Ne yapmalıyım Gökyüzü? Hayatıma devam mı etmeliyim? Yoksa ölmeli miyim? Denedim; ölmeyi. Ama başarılı olamadım. Belki de tanrı günahlarımın kefaretini bu dünyada ödememi istiyor. Olabilir mi sence? Peki, nasıl ödeyecektim? Her gün hiçbir şey olmamış gibi ailemle vakit geçirerek mi? Orada bulunduklarını görmemişim gibi nasıl davranacaktım? Söylesene gökyüzü ne yapmalıyım bu durumda? Nefes almakta güçlük çekiyorum artık ama nefes almaktan başka çarem yok. Kendimden başka dayanabileceğim kim var çevremde? Arkadaşım mı? Anlatsam anlar mı? Anlasa beni bırakmaz mı? Dağıldım Gökyüzü. Tıpkı yıldızlar gibi her bir parçam etrafa saçıldı. Toplamakta güçlük çekiyorum. Ay dağılan yıldızları bir araya toplayabilir miydi? İşte bende böyleyim Gökyüzü. Gündüzleri kaybolan, geceleri açığa çıkan korkak bir kız çocuğuyum. Özür dilerim. Temiz sayfalarını vücudumun kara lekeleri ile kirlettim. Özür dilerim, özür dilerim Gökyüzü'm.." Ağlayarak gecenin bir vakti yazmıştım. Sihirli cümlelerde saklı olan acılarımı kim anlayacaktı? Peki, şu an oyun saçmalığını anlatsam anlayan olur muydu? Anlatmadım anlamadılar, anlattım yine anlamadılar Gökyüzü. Söyle şimdi ben ne yapayım? Nereye gidecekti bu yolculuk? Bu oyunun sonucu ne olacaktı?  "Nasıl hissediyorsun?" İyi, kötü, duygusuz, hissiz, sıkkın hangi birini söyleyecektim ki.  "Nasıl hissetmem gerekiyorsa öyle hissediyorum." Deyip yemeğime devam ettim. Geldiğimden beri başım önümde yemeğimi yerken düşüncelere dalmıştım. Derin, kara düşünceler ülkesine göç etmişti beynim. "Rahat olmanı söylemeyeceğim. Klasik moral sözleri söyleyerek senin motivasyonunu yükseltemem. Tek bilmeni istediğim şey oyunun her aşamasında senin yanında olacağım." Yemekten başımı kaldırıp açık kahvelerine kilitledim bakışlarımı. Bir süre bakıştıktan sonra başımla onaylayıp yemeğimize devam ettik. Diyecek bir şey bulamadım. Ne diyebilirdim ki? Aramızda yemek boyunca konuştuğumuz tek konuşma buydu. Sonrası gürültülü bir sessizlik. Yemeğimizi yedikten sonra tekrardan odalarımıza çekildik. Kendimi yatağa atıp kulaklıklarımı da takarak son ses şarkı açtım. Gözlerimi kapatıp şarkının ritmine düşüncelerimle ayak uydurmaya başladım. Düşüncelerim şarkıyla ritim tutuyordu. Düşüncelerim sanki şarkının melodisiymiş gibi hareket halindeydi.  Her şeyim geride kalmıştı. Yanıma getirdiğim birkaç üstten başka bir şey yoktu. Doğru kararlar almıştım. Bugün almış olduğum kararlar yarınımı, yarın için almış olduğum kararlarda bugünümü belirliyordu. Bu oyunu Tufan'ın yardımı ile kazanacaktım. Buna inanıyordum. Daha doğrusu inanmak istiyordum. Çünkü inanmaktan başka çarem yoktu. Kendimi kendi sözlerimle ve yabancı şarkıların altında yatan anlamlarla motive etmeye çalışıyordum. Kendimden başka yaslanabileceğim kimse yoktu. Tufan desem ne zaman ne tepkiler vereceği kestirilmiyordu. Hasret'te burada değildi. Tek başınaydım. Terk edilmiş bir yavru kedi gibiydim. Sevgiye, merhamete ve sıcak bir yuvaya ihtiyacım vardı.  Nefes alamıyordum. Günden güne nefesim tükeniyormuş gibi hissediyordum. Her güne yeni yorgunluklar; kırgınlıklar; umutsuzluklar; boşuna kurulan hayaller artıyordu. Ayın kendini parlatmasının sebebi yıldızları kendi karanlığında boğmak istememesidir. Ay her parladığında yıldızlarda onunla birlikte parlar. İnsanlar sadece ayın ve yıldızların parlaklığını fark ederler. Arkalarına saklamış oldukları karanlığa kördürler. Ben Ay Kızıydım. Sadece gece parlayan ay kızı kendini karanlığa gömüp çevresindeki yıldızları sonsuza kadar aydınlatacağına ant içmişti. Bulutlar ışığını kapatmaya çalışsa bile her daim parlardı. Bulutların da ayın ışığından yararlanmak için önüne geçtiğini kim bilebilirdi ki?  Peki, yeryüzünde hangi konumdaydım? Yeryüzü sahteliğinde iki ruh hali olan bir kız çocuğuydum. Sokağın ortasında durmuş hangi yöne gideceğini bilmeden sağa sola bakınıyorum. Sağ tarafım cennet güzelliği, sol tarafım cehennem ateşi.  Cenneti hak etmediğimi biliyordum ama cenneti istiyordum. Cehenneme lâyık olan kız cennete susamıştı. Bir yanım sağa doğru giderken diğer yanım sol tarafa doğru yol alıyordu. Kimdim ben? Yönüm neresiydi? Yol haritasını kaybetmiş turist gibiydim. Tek bilgim haritaydı. Sıkışan göğüs kafesimle nefes almakta güçlük çekiyordum artık. Her geçen gün nefesimin tükendiğini hissediyordum. Bu yaşıma kadar yaşadıklarım yetmemiş miydi? Bilinmeyen bir canlının incelenmesi için laboratuara götürülen böcek gibiydim. Üzerimde istedikleri deneyleri yapıyorlardı. Canımın acısını düşünmeden, tartışmadan oradan oraya sürüklenip deneylerle tasarlanıyordum. Ölünceye kadar devam edecekti bu deneyler. Hatta öldükten sonra bile. Yaşamıyordum hayatımı. Yaşayamıyordum. Bir nesneden farkım yoktu. Değersiz ucuz bir nesneymişim gibi hissediyordum kendimi. Bunu hissetmem normal miydi? Neden kendi duvarımı kendim örmüyordum? Neden insanların çenesine izin veriyordum? Neden? Neden? Ne kadar çok soru işaretli cümleler vardı hayatımda. Bu soru işaretlerini ne zaman noktaya çevirecektim? Bu gidişle hiçbir zaman çeviremeyecektim. Aslında korkuyordum. Kendi duvarlarımı kendim ördüğüm zaman bir taşı yanlış bir şekilde koymaktan çok korkuyordum. Bu hikâyeyi biliyorum aslında. Kendi yaşamında kararlar almaya karar veren tutsak bir yanlış yaptığı zaman hemen hücreye kapatılır. Fakat insanların hükmü tutsağın üzerinde olduğu zaman hangi hata olursa olsun anlayışla karşılanılırdı. İnsanların kendi yanlışları göze çarpmazdı ama kendileri dışındaki doğru ya da yanlış davranışlar her zaman göze batardı. Bu sihri yalnızca biri bozabilirdi. Yargıç. Mahkeme kararı verildiğinde doğru ya da yanlışı o çözebilirdi. Tabii o da bu iki kelimeyi birbirinden ayırt edebiliyorsa. Değişen şarkıların melodileri kulaklarımda çınlıyordu artık. Şarkılar beynimin içine nakışlanmış gibiydi. Bazı bas tarzı şarkılar kulaklarımı ağrıtsa da çıkartmadım kulaklığı. Sağır olmak istiyordum bu dünyaya. Sağır, kör ve dilsiz olmak istiyordum. Bazen bu engele sahip kişileri çok özenirdim. Dış dünya ile bağlantını kesiyor olmak güzel olsa gerekti. Öyle değil mi? Bence öyleydi. Kötülük nedir bilmeden yaşıyordun tüm engellere rağmen. Bildiğin tek şey iyilikti. İçinde saf, temiz, masum bir karakter yaşıyordu. Engelli insanları çok seviyorum. İyilikleri takdir edilecek türdendi. Belki de hayatı onlardan öğrenmeliydik. Şarkı listemin çoğu yabancı şarkılardan ibaretti. Her türlü pop sektörüne hitap eden türdendi. Bazılarının anlamını unutmuştum bazılarının ise zihnimin derinliklerine kazınmıştı. Hasret genelde Türkçe şarkı tercih ederdi. Ben ise yabancı tür şarkılar dinlerdim. Bir yerlerde bir söz okumuştum. Yabancı bir şarkı gibiyim. Dinleyenim çok anlayanım az. Bunun gibi bir şeydi yanlış hatırlamıyorsam. Aslında doğru bir sözdü. Söylersin dinleyen çok olur. Ama seni gerçek anlamda anlayan bir elin bir parmağını geçmezdi. Yataktan doğrulup banyoya girdim. Duş alsam iyi olacaktı. İki gün önce banyo yapmıştım fakat rahatlamaya ihtiyacım vardı. Bunun içinde en iyi çözüm banyo yapmaktı. Üzerimi çıkartıp suyu da ayarladıktan sonra buharlı bir banyo yaptım. Kaslarım yoğun sıcaklıktan dolayı çok iyi bir şekilde gevşemişti. Uzun bir süre banyoda kalmıştım. Fazla üst getirmediğim için çıkarttığım pantolonu giymek zorunda kalmıştım. Yeni kıyafetlere ihtiyacım vardı. Düşmüş olduğum bu durumdan nefret ettim. Kitaplarla dolu olan odamı düşündüm. Yatağımın karşı tarafındaki duvar tamamıyla kitaplarla kaplıydı. Annemin küçükken okuduğu masallardan sonra kitap okumayı çok sevmiştim. İlkokula gittiğimde kitap okumak için alfabeyi hemen öğrenmeyi amaçlamıştım fakat biraz geç öğrendim. Okumayı çözdükten sonra da masal kitaplarımı kendim okumaya başladım. Gece gündüz demeden okumaya başladım. Masallardan öykülere; romanlara, tarih kitaplarına, felsefe kitaplarına ve sanat kitaplarına kadar birçok eser okudum. Her okuduğum kitapta yeni bir bilgi öğreniyordum ve bu bilgiler beni olgunlaştırıyordu. İyiliği, kötülüğü, saygıyı, sevgiyi, merhameti, hırsızlığı ve daha birçok şeyi kitaplardan öğrendim. Ailemin de öğrettikleri vardı elbette fakat kitapların etkisi daha fazlaydı üzerimde. Kitap insana yol gösteren bir araçtır. Bu araca hangi bakış açısı ile bakarsan senin bakış açın odur. İyi bakarsan iyiyi görürsün, kötü bakarsan kötüyü görürsün. Kötü kişilikli karakterlerin bile davranışlarını örnek aldım. Yapmış olduğu hataları yapmamakla örnekler alırım. Kitaplarım benim nefesimdi. Onları kaybettiğim zaman nefes almakta güçlük çekiyor ve benliğimi kaybediyormuş gibi hissediyorum. Ankara'ya gelirken yanımda hiçbir kitap getirmemiştim. Her gece yatmadan önce mutlaka kitap okuyarak uyurdum. Artık alışkanlık haline gelen huyumla bundan sonra tek başınaydım. Kaldığım odada herhangi bir kitap yoktu. Telefonumu elime alıp uygulamadan rastgele kitap açıp okumaya başladım. Bir kitabı hissetmek ayrı bir duyguydu fakat şu an en iyi çözüm telefondan kitap okumaktı. Okuduğum kitabın konusu bir çiçek aşığı genç kız ile bir adamın hikâyesiydi. Genç kız yetimhanelerde gönüllü olarak çiçek ekiyor, bahçeleri güzelleştiriyordu. Aniden annesinin ölümü ile hastaneye gidiyor ve orada genç adam ile karşılaşıyor. Genç adam genç kızın annesini kurtarmak için kan vermiş fakat annesi hayatını kaybetmiş. Aşk, macera, hüzün dolu bir hikâyeydi. Kitabın konusu çok nahifti. İlkbahar mevsimini konu alan bir kitap olduğu için insanın içine işliyordu. Fazla okunması olan bir kitap değildi. Güzel olan şeyler neden geç fark edilir ki? Kitabın dördüncü bölümüne kadar geldikten sonra ağırlaşan göz kapaklarıma daha fazla dayanamayıp uykunun kollarına bıraktım kendimi. Simsiyah gökyüzü tüm karanlığı ile gülümsüyordu. Gökte yıldız yok, ay bulutların arkasına gizlenmişti. Üzerimde gecenin asilliğine zıt masumluk vardı. Beyaz bir elbise. Kendi çapımda dönüp nerede olduğumu kavramaya çalıştım. Kış mevsimiydi. Her yer bembeyazdı ve bulunduğum mekânın ne başı vardı ne de sonu. Uçurum kenarında olmayı düşünmüştüm ama değildim. Neredeydim ben? Her yer karlarla kaplıydı ve ağaçlarla doluydu. Ormandaydım; kış ormanında. Gökyüzüne karanlık çökmüştü fakat yeryüzü beyazlarla kaplıydı. Asilliğe inat masumluk vardı. Elimde bir ıslaklık hissetmem ile ellerime baktım. Sağ elimde kan lekesi vardı. Leke elbiseme de bulaşmıştı. Islak olan kan elbisemde ve elimde yayılıyordu. Elimi üzerime sildim fakat kan geçmedi. Aksine daha çok yayılmaya başladı. Sildim, yayıldı. Ben sildikçe leke yayılmaya devam etti. Durdum. Bir siren sesi sardı etrafı. Ellerimi kulaklarıma götürüp bu sesi bastırmaya çalıştım fakat ses beynimin içindeydi. İki büklüm dizlerimin üstüne düştüm. Ses kesildi. Nefes alışverişlerim kontrolden çıkmıştı. Leke sol elime de bulaşmıştı fakat sol elimdeki leke sağ elimdeki lekeden çok daha farklıydı. Sağ elimdeki leke açık kırmızı iken sol elimdeki siyah bir mürekkep gibiydi. Cıva gibi katımsıydı. Bir koku sardı etrafımı. Boğucu, katlanılmaz, öldürücü derecede iğrenç bir kokuydu. Kollarımı siper ettim hemen fakat hiçbir faydası olmadı. Neydi tüm bunlar? Ne oluyordu? Aniden koku gitti. Kendi etrafımda dönüp olan biteni anlamaya çalıştım. Bir kulübe gördüm. Aniden yanmaya başlayan kulübeyle birlikte bir feryat yükseldi karanlığa. Bu acı feryat annenin doğum sancısı feryadı gibiydi.  Bu feryat yavrusunu kaybetmiş babanın sessiz çığlığıydı.  Bu feryat fırtınanın masumiyeti yok etmesinin feryadıydı. Ve bu feryat masum bir kız çocuğunun acı çırpınışlarının sesiydi. "Kulaklarında çınlasın bu sesler." Gelen ses ile etrafıma baktım fakat kimseyi göremedim. "Ellerine kazınsın bu lekeler." Soluklarımı kontrol altına almaya başladım. Ellerimdeki lekeler daha çok yayılıyordu. "Burnunu yaksın bu kokular." Her bir cümlesinde okyanusun dibine batmışım gibi nefesim derinleşiyordu. Koku yeniden yayıldı. "Beyninde kazınsın bu görüntüler." Bu ses bir erkek sesiydi. Tanıdık olan bu ses kime aitti? "Dinle, kokla, izle. Bunlar senin eserin. Her şey bir kan lekesi ile başladı ve bir yangınla son bulacak. İzle Gökyüzü, izle. Katil olan sensin. Her şey sensin ama bir o kadar da hiçbir şeysin. Sırtına dokundurduğun her bir ok seni tüketecek." Neden üzerimde bir hamuşluk vardı? Konuşmalıydım. Saçmaladığını söylemeliydim. Sustum. "Yolculuğa merhaba de Gökyüzü." Bu ses bir kasırganın sesiydi. Fırtına öncesi sessizlikte büyük bir kasırga gelirdi daima. Gelmişti. Rüzgâr uğuldadı yer ikiye ayrıldı. Bacaklarım iki yanıma doğru açılıyordu. Sağ taraftaki yer kabuğuna tutunmaya çalıştım fakat başarılı olamadım. Elimden kayan yer kabuğu ile yer altının derinliklerine doğru yolculuk ettim büyük bir feryat ile. Araya düşmem bekleniyormuş gibi tekrardan kapanmaya başladı. Karanlığın içine hapsolmuştum artık. Işığını geceleri açığa çıkaran Ay sonsuza dek karanlığa hapsolmuştu. Karanlık bendim. Aniden kalkıp toparlanmaya başladım. Soluklarımın ardı arkası kesilmiyordu. Ne biçim bir kâbustu o öyle. Uzun bir süre hareketsiz kalıp dümdüz bakmaya devam ettim. Ay bile ışığını kaybetmiş gibi etraf karanlıktı. Gözlerim karanlığa alıştığında yan tarafımdaki abajurun lambasını yakıp ellerime baktım. Hiçbir şey yoktu. Banyodan sonra giydiğim kıyafetlerde halen üzerimdeydi. Susamıştım ve kaldığım odada mutfak olmadığı için lavaboya gitmek mecburiyetinde kaldım. İlk başta elimi yüzümü yıkadım. Su istediğim soğukluğa ulaştıktan sonra da avucuma su doldurup içtim. Musluğu kapatıp aynadan yansımama baktım. Gözlerim şişmiş, saçlarım da birbirine girmişti. Lanet filmini izlemişim gibi bir etki vardı üzerimde. Soluk tenim ve duygusuzca bakan bakışlarım bu etkiyi onaylıyordu. Tüm bunları neden yaşıyordum ki? Ne yaptım ki hayatım tepe taklak oldu? Kendimi bile tanıyamaz oldum. Ne düşünmem gerektiğini, ne yapmam gerektiğini bile bilmiyordum. Kafamın içinde henüz cevabını bulamadığım sorular vardı. Tahtakuruları gibi beynimi kemiriyorlardı. Okulumu dondurmuştum. Arkadaşımı, evimi, eşyalarımı, kitaplarımı, anılarımı, kısacası her şeyimi Tokat'ta bırakmıştım. İki kanadımı kaybetmiş gibi nereye, ne şekilde, nasıl gideceğimi bilmiyordum. Nereye yönlendirmek istiyorlarsa oraya gidiyordum. İstemesem de gitmek zorundaydım. Beni taşımakta güçlük çeken ayaklarıma daha fazla direnmeyip yere çömeldim. Sırtımı duvara dayayıp günlerce tuttuğum gözyaşlarımın akmasına izin verdim. Her şey üst üste gelmişti. Bu iki günde birçok olay yaşamıştım. Evimin kapısı kırılmıştı, okulumuzu dondurmuştuk, Ankara'ya gelmiştik, Tufan değişmişti. Kalbim acıyordu. İlk defa kalbimde bir ağrı hissettim. Tarifi olmayan bu ağrının sebebi neydi? Yaşadıklarım mıydı? Nefes alamıyordum. Her geçen gün nefesim kesiliyormuş gibi hissediyordum. Neydi bu acı? Nedendi? Kaç gücüm kaldı geriye? Ya da kaç nefesim kaldı? Bitecek miydi bunlar? Daralıyordum. Gitmek istiyordum. Her şeyden, herkesten uzaklaşmak istiyordum ama elim kolum bağlıydı. Gidemiyordum. Başımı kollarımın arasına alıp saçımı çekiştirmeye başladım. Saçımın acısını hissetmiyordum. Kalbim o kadar çok ağrıyordu ki saçımın acısı sönük kalıyordu. Söylesene Gökyüzü karanlığımı fark edecekler mi? Yanan Ay'dı ama karanlık olmasaydı ışık görünmezdi. Eğer kendi ışığının parlamasını istiyorsan karanlığa geç. Çünkü ışık sadece karanlıkta çok parlar. Ben gündüzleri belli olmayan ama gecenin karanlığında ortaya çıkan aydım. Işığım diğer tüm yıldızları aydınlatıyordu fakat etrafım tamamıyla siyahlarla kaplıydı. Ve insanlar sadece ışığımı gördüler. Karanlığıma kördüler. Süpürgenin dikenleri gibi sırtıma batan camlar canımı yakıyordu. Küçük yaralar daha çok can yakarmış. Yaralarımın canımı yakmasının sebebi küçük olmalarıydı. Yaralarım kalbime ulaşmak üzereydi. Küçük bir parça kalbime ulaşırsa ölüm sonsuzluğuna merhaba diyecektim. Rüyamdaki ses sırtıma dokunan okların beni tüketeceğini söylemişti. Sırtıma dokunan oklar neydi?  Ağlamalarımın ardı arkası kesilmiyordu. Ağladım. Döktüğüm her damla gözyaşı canımın acısını hafifletiyordu. Ağlamaktan nefret ederdim fakat hayat insanı öyle bir noktaya getiriyor ki tek başıma da olsa ağlamam diyen biri onlarca insanın önünde ağlamaya başlıyor. Çıplak betonda uzun bir süre oturdum. Birinin gelip beni kurtarmasını bekledim fakat gecenin bu saatinde kimse gelmezdi. Gece olmasaydı bile kim gelecekti ki?  Kollarımla gözümü silip doğruldum. Elimi yüzümü yıkamadan banyodan çıkıp kendimi sırt üstü yatağa attım. Ağladığım için kesik kesik çıkan nefesimle karanlığı izledim. Ağırlaşan göz kapaklarıma daha fazla dayanamayıp kapattım gözlerimi. Karanlığın üzerimi örtmesine izin verdim. Yüzüme vuran güneş ışığı ile araladım gözlerimi. Kollarımı iki yana açarak bebekler gibi esnedim. Her şey düzelmiş gibi bir rahatlık vardı üzerimde. Telefondan saate baktığımda henüz dokuz bile olmamıştı. Dokuz olmasına on beş dakika vardı. Yataktan çıkıp elimi yüzümü yıkadım. Bugün üzerimde farklı bir hissiyat vardı. Anlamlandıramadığım duygular içerisindeyim. Sevinç, coşku, heyecan, korku, hüzün.. Bugün yeni bir eve gideceğiz ve Holding'e iş başvurusunda bulunacaktım. Torpille alınabilme ihtimalim vardı. Her ne kadar bu düşünceye karşı olsam da bunu yapmak zorundaydım. Torpille bir şeyler elde edilen işlerden daima nefret etmişimdir. İnsanların haklarına girmekten başka bir şey değildi. Fakat bulunduğum durum da bunu yapmak zorundaydım. Saçlarımı düzeltip üzerime çeki düzen verdim. Yüzüm solgun görünüyordu. Belime kadar inen saçlarım ve makyajsız yüzüm ile doğaldım. Güzel değildim. Kendimi hiçbir zaman güzel bulmazdım. Koyu kahvelerim, ince dudaklarım, yüzüme yakışan burnum, belime kadar uzanan saçlarım ile normal güzellikteydim. 1.70 boyuma yakışan kilom ile fiziğimi güzel bulurdum fakat bazen nefret etmiyor değildim. Çok güzel değildim fakat çirkin olduğumda söylenemezdi. Ablamın ihanetinden sonra kendimden daha çok nefret etmeye başlamıştım. Çok büyük bir olay değildi fakat 11 yaşındaki bir kız çocuğu için büyük bir olaydı. Neden böyle bir şey yapmıştı? Aramıza duvarlar örmek için mi yaptı? Halat artık küçük bir ilmek olmuştu. Mutlu muydu şimdi? Peki, aileme ne demeli? Onlar neden gelip kurtarmadılar beni? Kız çocukları bizim namusumuzdur derler. Namuslarını bu şekilde mi koruyorlardı? Bunu yaşayan sadece ben değildim. Benden daha kötü şekilde yaşayanlarda var. Namusum namusum diye ortalarda dolaşanlar namuslarına kendileri leke vurdular. Namusları her zaman onlar için ön plandaydı. Şimdi ise kendileri işlemiş oldukları suçlara hata dediler. Kendileri yapınca hata, başkası yapınca günah deniliyorsa bana adaletten bahsetmesinler. Adalet bu değildi. Namus sadece biz kızlarda mı vardı? Erkeklerde namus kavramı yokmuş gibiydi dünya. Leke sadece kızlara mı bulaşırdı? Erkekler hep masum rolünde miydi? Bu dünya ne garip bir yer. Düşüncelerin içerisinde boğuluyordum. Düşünülecek o kadar çok düşünce vardı ki hangi birini düşünecektim? Dünyanın her bir yerinde katledilen kadınlar için sessiz kalışları mı düşünmeliydim yoksa leke kelimesini sadece biz kızlara çivilediklerine mi? Hayvanlara yapılan zulümlere ne demeli? Bu dünya nereye gidiyor böyle? Garip olan yer dünya değildi. Garip olan insanlardı. İnsanların davranışları, düşünceleri, yapmış oldukları işkencelerdi. Normal olmayan bizdik, normal olanı suçladık. Düşüncelerimle boğuşmakta bana özgü bir şeydi.
Yeni kullanıcılar için ücretsiz okuma
Uygulamayı indirmek için tara
Facebookexpand_more
  • author-avatar
    Yazar
  • chap_listİçindekiler
  • likeEKLE