ANKARA PART 1

4090 Kelimeler
Masum bir kız çocuğunun gözlerinde gizliydi acılar, sesinin tınısında gizliydi kırgınlık ve zihinlere kazınmıştı terk edilmişlik. Yeni insanlar, yeni mahalle, yeni ev; kısacası yabancısı olduğum bir şehre yolculuk ediyordum. Dün gece ki konuşmamızdan sonra hiçbir konuşma geçmemişti aramızda. Sabah ki konuşmamızda uçağın saat kaçta olduğu ile alakalıydı. Aramızdaki sessizlik, bir notanın en gürültülü notasıydı. Dışarıda yağan yağmur giderek şiddetini arttırıyordu. Cama vuran yağmur taneleri aşağı doğru süzülüyordu. Sabahın ilk ışıklarında kahvaltımızı yaptığımız gibi çıkmıştık evden. Okulumuzu dondurmuş Hasret'e haber vermeden çıkmıştık yola. Yanımıza aldığımız tek şey üzerimizde ki kıyafetler ve ikimizin de ayrı sırt çantalarına koyduğu kıyafetlerdi. Her şeyimi geride bırakıp yabancısı olduğum bir şehre yolculuk ediyordum. Yanımda oturan, tanıyorum dediğim insan bile bana yabancıyken başka bir şehir mi bana yabancı olmayacaktı? Klimadan yayılan sıcaklık ile mayışmış bir şekilde oturduğum koltuğa iyice yayılmıştım. Radyodan gelen haberler artık aramızdaki sessizliği bozan tek sesti. Nefes alışverişlerimiz bile sessizdi. Ait olduğun, alıştığın bir yerden tanımadığın, bilmediğin bir yere gitmek bana yabancı gelen bir hissiyattı. Gitmek istemiyordum ama bu oyun için gitmek zorundaydım. Ankara nasıl bir şehirdi acaba? Çabuk alışabilir miydim yabancı şehre. Gençlik yıllarım söylenilen holdingde söylenilen görevleri yerine getirmekle geçecekti. Birinci görevim holding ile alakalıydı, peki ya diğer iki görevim; onlar nasıl olacaktı? Sınırı aşacak görevler mi olacaktı yoksa yaşıma uygun ve benim kaldırabileceğim görevler mi olacaktı? Belirsizliğe doğru sürükleniyorum ve bu belirsizlikten kurtulamıyordum. Yusuf'un kardeşlerinin onu kuyuya atması gibi bende kuyuya atılmıştım. Benim atıldığım kuyu sonu görülmeyen dipsiz kuyu, Yusuf'un kuyusu sonu görülen belirli kuyu. Sonu görülmeyen kuyudan gittikçe gidiyordum ve sonu görülmüyordu. Birden bir ceset görüldü dipsiz kuyuda. Bu ceset geçmişin yara izlerini taşıyan bir ceset. Bu ceset Âdem'in suçsuz yere öldürülen oğlu Habil'in cesedi. Bu ceset günahsız masum bir kız çocuğunun cesedi. Ve bu ceset bana ait olan bir ceset. Cesedim çürümeye yüz tutmuştu. Kuyudan alınıp gömülmeyi bekliyordu. Cesedimin leş kokusu artık kuyunun duvarlarına sinmişti ve koku etrafa saçılıyordu adeta. Koku bir kasabayı saracak kadar çoğaldı günden güne. Durdular, ellerinde cayır cayır yanan meşale ile kuyuya yaklaştılar. Ellerindeki meşaleleri kuyuya attılar ve benim acı çığlıklarım eşliğinde kuyunun yanışını zevkle seyre daldılar. Oysaki gömülmeyi bekliyordu o ceset. Ateş büyüdükçe insanlar daha çok zevk almaya başladılar. Gittiler. Arkalarında yanan, acı çığlıklarla kurtarılmayı bekleyen cesede sırtlarını dönüp gittiler. "İnci!" kükreyen bir ses ile oturduğum yerden sıçradım. Şaşkın ve kokak bakışlarımı öfkeden yanan kahverengi gözlerin sahibine çevirdim. "N-ne oldu?" sesim fazlasıyla titrek çıkmıştı. "Ne mi oldu? Sabahtan beri kaç kere sana sesleniyorum duymuyor musun?" "Hayır, duymadım. Dalmış olamaz mıyım?" "Nereye daldın ki böyle sabahtan sana seslenmeme rağmen duymuyorsun?" gözlerindeki öfke tomurcukları yerini soru işaretlerine bırakmıştı. Anlık değişen ruh hallerine çoğu zaman ayak uyduramıyordum gerçekten. Yedi yıldır tanıyorum dediğim kişi bir anda nasıl yabancılaşmıştı bana, anlam veremiyordum doğrusu. Bu oyun olayını bildikten sonra farklı bir ruh haline bürünmüştü. Yağmur durmuş yerini serin ve açık havaya bırakmıştı. "Ne oldu? Neden seslendin?" deyip konuyu değiştirdim hemen. "Havaalanına geldik. İn hadi." deyip el frenini çekip indi arabadan. Konuyu değiştirmeme takılmamıştı. Montumun şapkasını kafama geçirip indim arabadan. Arka koltuktan çantamı da alıp girişe doğru ilerledim. Hava biraz soğuk olduğu için montumun fermuarını çekip ellerimi cebime koydum. O sanki bu durumdan etkilenmemiş gibi girişte elleri montunun cebinde, sırtında çantası ile duruyordu. Sırtındaki sırt çantası tuhaf bir hava katmıştı ona. İlk defa onu sırt çantası kullanırken görüyordum. Okula gelirken kitap ve sırt çantası getirmezdi çünkü kitaplarını her zaman okulda bırakırdı. "Arabaya ne olacak? Burada mı kalacak?" "Sattım. Şimdi gelir alıcısı ki geldi." Baktığı yere baktığımda siyah Mercedes bir arabaya bakıyordu. İçeriden iki tane siyah takım elbise giymiş ve Eylül ayında olmamıza rağmen gözlük takmış iki iri yarı adam indi. Üzerlerindeki siyah kabanla birlikte baştan aşağı siyaha bürünmüşlerdi. Tuhaf, gizemli ve ürkütücü bir yapıları vardı. "Sen şunu al, içeri geç ben geliyorum." Elime kendi çantasını tutuşturduğu gibi adamlara doğru yöneleceği sırada kolundan tutup durdurdum. "Ne yapacaksın? Hem neden satıyorsun arabayı? Hem alıcıların bu adamlar olduğunu nereden anladın?" "Alıcıya arabanın anahtarını vereceğim, arabayı uçağa bindirmemi beklemiyorsun değil mi? Ve diğer soruna gelecek olursam adamlarla telefonda konuştuk. Bu şekilde giyinip geleceklerini söylediler." Deyip bir şey dememe kalmadan gitti. Sorduğu soru mantıklıydı aslında. Arabayı götürmeyi nasıl bekliyordum ki zaten? Anlamlandıramadığım hal ve hareketleri dünden beri fazlasıyla tuhaftı. Ne olmuştu ona birden bire böyle bilmiyorum. Zaten bunları düşünecek bir durumda olduğumu düşünmüyorum. Daha önemli düşünmem gereken konular vardı. Elime sıkıştırdığı çantayı kucağıma alıp içeri girdim. Çantayı sepete bırakıp X-RAY cihazından geçtim. Sanki bomba taşıyorum da yakalanmaktan korkuyormuş gibi bir hissiyat vardı içimde. Kadın güvenlik gelip saçımı, ayakkabımı elinde tutmuş olduğu cihaz ile tekrardan kontrol etti. Sonunda güvenlik aşamasından kurtulup oturaklara yöneldim. Çok geçmeden Tufan'da gelip yanıma oturdu. Konuşmadı, konuşmadım; sustuk. Her zamanki gibi. Bakışlarımı yere indirip fayanslara baktım. Desensiz, beyaz fayanslarla döşenmişti yerler. Giden ve gelecek olan kişilerin yakınlarının oturması için oturaklar yerleştirilmişti. Giriş kısmının hemen sağ tarafında hatıra eşyaları satılıyordu. Onun az ilerisinde lavabo ve kantin vardı. Uçak pistine bakan kısım ise boydan boya camlarla kaplıydı. Önünde yeşillik olsun diye ağaçlar yerleştirilmişti. Sevgilisi gittiği için ağlayan sevgililer, çocuğu gidiyor diye ağlayan anne ve babalar, torunu gideceği için arkasından dualar okuyan neneler, balonu ya da bebeğiyle oynayan çocuklarla dolup taşmıştı her yer. Kimisi üniversiteye, kimisi evine, kimisi ise işine gidiyordu. Herkes gidiyordu bir yerlere, sebeplice. Ben ise Ankara'ya gidiyordum; oyun sebebi ile. Telefonumun titremesi ile daldığım düşüncelerden kurtulup, arka cebimde unuttuğum telefonumu alıp arayan kişiye bakarak cevapladım telefonu. "Efendim?" "İnci? Neredesin sen, neden gelmedin okula bugün? Tufan'da gelmedi okula. Saat de geç oldu hem. Neredesin?" Her zaman ki meraklı sesi kulağımı doldurmuştu. Bu kadar meraklı olmak zorunda mıydı? "Hasret." İki çift açık kahverengi göz üzerimdeydi. Bakışları ne kadar rahatsız edici olsa da görmezden gelmeye çalıştım. "Efendim?" "Biz gidiyoruz." Gözlerimi kapatmam ile bir damla yaş aktı sol gözümden. Hangi ara ağladığımı anlamasam da onun ağladığımı görmemesi için dua ettim içimden. "Kim? Nasıl? Nereye, kiminle? Ciddi misin sen? Ayrıca biz derken?" kendimi hemen toparlayıp soluksuz bir şekilde sorduğu sorulara cevap vermeye başladım. Üzerimdeki keskin kahveleri ne kadar görmezden gelmeye çalışsam da o kadar derin bakıyor ki görmezden gelmemek elde değil. "Ben ve Tufan, Ankara'ya gidiyoruz. Çok uzun hikâye sonra anlatayım olur mu?" dememle Ankara uçağının kalkacağını haber veren anons sesi ile sanki bu anı bekliyormuşum gibi hemen ayaklandım. Çantamı almak için arkamı döndüğümde şaşkın kahveler ile karşı karşıya geldim. "Ciddi misin sen? Hem neden gidiyorsunuz, ne oluyor İnci? Bir sıkıntı mı var?" çantamı alıp uzattığı bileti alarak sıraya girdik. "Hasret sonra konuşalım olur mu? Uçak kalkacak birazdan. Ben seni daha sonra ararım. Görüşürüz, kendine iyi bak." Deyip bir şey demesine kalmadan kapattım telefonu. Hızlı bir şekilde uçak moduna alıp çantaya koydum. Konuştukça konuşacağını bildiğim için en iyisi erken kapatmaktı. Kontrol işlemlerinden geçtikten sonra uçağa bindik. Uçağın pencere kenarında ben, koridor kenarında ise o oturuyordu. Tek eşyamız çanta olduğu için yerleşmekte hiçte zorlanmadık. Birazdan uçak kalkacak ve biz bilinmezliğe doğru yolculuk yapacaktık. İçim hiç rahat değildi. Yaşadığım şehirden ilk defa ayrılıyordum. Sadece adını bildiğim bir şehre yolculuk yapacaktım. Bundan mıdır içimdeki huzursuzluk yoksa başka bir şey mi anlamış değildim. İçimdeki bu huzursuzluğu bastıramıyordum. Verecekleri görevleri yerine getirecek ve aileme kavuşacaktım neden korkuyorum ki bu kadar? En fazla ne olabilirdi ki? "Kemerini bağla. Uçak kalkacak şimdi." Başımı onaylayan bir şekilde sallayıp kemerimi bağlamaya çalıştım. Elim titrediği için bağlayamıyordum. Ne olmuştu bana böyle? Birkaç kez daha denememe rağmen kemeri bağlayamamıştım. Elime değen eller ile irkilip geri çektim ellerimi. Sıcak olan elleri soğuk ellerime değmesi ile ürpermiştim. Onu ikinci defa bu kadar yakından görüyordum. İlk yakından görüşüm dün ikincisi ise bugündü. " Bu kadar basit bir şeyi nasıl olurda yapamazsın. İşte bu kadar." Sesinin tınısının sinirli çıkmasını bekliyor iken olabildiğince sakin çıkmıştı. Kemerimi bağlamadığım için sinirli olması gerekmez miydi? Bir keresinde kolanın kapağını açamadığım için elimden sinirle alıp açmıştı ve gereksiz yere sinirlenmişti. Gerçekten bu adamı anlamak çok zordu. Bir anı bir anını hiç tutmuyor. Anlaşılması zor biriydi. Bu dünyada anlaşılması zor varlıklardan biri insanoğludur. Aslında anlaşılması kolay ama bir o kadar da zordur. İnsan kendisi bile kendisini anlamaz iken karşısındaki kişinin kendisini anlamasını bekler. İnsanlar empati kuraraktan birbirlerini kolaylıkla anlayabilir aslında. Ama günümüz çağında bu durum pek de görülecek bir şey değildi maalesef. O olayı yaşamasan bile empati kurarak karşındaki insanı anlamak mümkündü aslında. Ama Tufan'ı anlamak gerçekten çok zordu. Empati kurarak bile anlayamıyordum. Demek ki bazen empati kurmakta karşındaki kişiyi anlamaya yetmiyormuş. Bunu Tufan'la öğrendim. Uçağın hareketlenmesi ile koltuğuma sinip gözlerimi kapattım. Hayatımda ilk defa uçağa bindiğim için korkuyordum. Elime değen eller ile gözlerimi açıp elin sahibine baktım. Tufan anlamlandıramadığım bir bakışla gözlerimin içine bakıp elimi tutuyordu. İlk defa elimi tutuyordu. "İyi misin? Su ister misin?" hipnotize olmuş bir şekilde öylece bakmaya devam ettim. Uçaktan mı yoksa elimi tutmasından mıydı bilmiyorum. Kendime gelmekte güçlük çekiyordum. Açık kahveleri büyüleyiciydi adeta. Gözlerinin içinde kendimi tam anlamıyla görebiliyordum. Bakışları derin ve anlamlandıramadığım bir anlamla doluydu. Bütün sesler kesilmiş, sadece ikimiz kalmışız gibi büyüleyiciydi. Gözlerini ayırmadı, ayırmadım. İki farklı tonlarda ki kahveler buluştu birbiriyle ve kahvenin tutkusunu yaşadılar gözlerde. Aramızda yarım metreden de az bir mesafe vardı. Nefeslerimiz birbirine karıştı. Karışan nefeslerimiz sarhoş oldu güneşin ışığında. Ve nefeslerimiz gündüzün hazını yaşadı. Elimi hafif sıkması ile daldığım düşüncelerden çıktım hemen. Gözlerimi birkaç kez kırpıp başımı belli belirsiz salladım. "Bir sorun mu var? Uçaktan mı korkuyorsun yoksa?" "Şey.. uçağa ilk defa biniyorum ve bir anda hareketlenince korktum." Yüzü hafif gülümser gibi oldu. Elinde olan elimi çekip kendimi toparladım. Boğazımı hafif temizleyip pencereden dışarıyı izlemeye başladım. Gökyüzünde uçan kuşlar ve bulutlara olan yakınlık hissi çok güzeldi. Bir şehir ayaklarımızın altındaydı adeta. Binalar ve ağaçların görüntüsü çok güzeldi. Sabah bu kadar güzel görünüyorsa akşamı hiç düşünemiyordum. Tarihi güzellikleri, insanlarının harikalığıyla mükemmellik kokuyordu Tokat. Türkiye'nin neresine gidersek gidelim bu 81 il içinde geçerli olan bir gerçektir. Anadolu'nun doğa güzellikleri, tarihi yerleri, insanları ayrı güzel. Hiçbir zaman doğup büyüdüğüm şehrin dışına çıkmadım. Dışarıdaki insanlarında Tokat'ın insanları gibi aynı mı diye düşünmeden edemiyorum. Her insan aynı değildir. Nasıl ki sağlam meyvelerle dolu bir kasada bozuk meyve varsa bozuk meyvelerle dolu kasada da sağlam bir meyve vardır mutlaka. Bulunduğu kasaya değil meyvenin sağlamlığına bakacaksın. İnsanlarda böyledir. Bir ülke de karşına çıkan her insan sana iyi davranıyor diye bu o ülkeyi mükemmel yapmaz. Ya da her karşına çıkan insanın sana kötü davranması bu o ülkeyi kötü de yapmaz. Her meyve aynı değildir. Aynı dalda olsalar bile farklı büyürler. "Yiyecek bir şeyler ister misin?" soran sorusuyla ona dönüp başımı hayır anlamında salladım. Biraz gergindim ve gerginken bir şeyler yemeğe pek sıcak bakmıyorum. Tekrardan izlediğim manzaraya döndüm. Bulutlar ve kuşlar hemen yanımdaydı. Elimi uzatsam bu güzel manzara avucuma dolacakmış gibi hissettiriyordu. Kuşlar gibi özgür bulutlar gibi nahif olmak istiyordum. Bu oyun saçmalığı kuş olmamı engelliyordu. Peki, geçmişim nahif olmama engel miydi? Yorgun hissediyordum ve bu yorgunluk ruhumun yorgunluğuydu. Saatlerce yatmama rağmen üzerimde bir yük vardı. Üzerimdeki bu yük oyunun yüküydü. Ailemin hayatta kalmasını sağlayacak olan oyunun yükü. Dışarıda güzel, serin bir hava vardı. Hem insanın içini ısıtan hem de ruha soğukluk hissiyatı veren bir hava vardı. Sıcaklığı tenimi okşarken soğukluğu içimi ürpertiyordu. Uçağa binmeden önce havayı hissetmek iyi gelmişti. Bilmediğim bir bilinmezliğe yolculuk ediyordum. Ve bu bilinmezlik karanlıklarla doluydu. Ben İnci KORKMAZ. Ben bir inci taşı gibi; narin, zarif ve kırılgandım. Soy ismim gibi de hiçbir şeyden korkmazdım. Çünkü ben babamın kızıydım. Babam bu yaşıma kadar arka bahçemizde bana sürekli güçlü durmam gerektiğini söyler ve bununla ilgili dersler öğretirdi. Dövüş konusunda da çok iyiyim. Babam sağ olsun bütün her şeyi O bana öğretmişti. O zamanlar bunun bir işkence olduğunu, böyle şeyler yapmamamız gerektiğini söyler dururdum fakat şimdi neden bunları yaptığımızı daha iyi anlıyordum. Bir zamanlar işkence gibi olan şeyler şimdi kurtuluşum için yardımcı olabilirlerdi. Ailem en başından beri olayların bu şekilde ilerleyeceğini biliyorlardı. Bu yüzden beni bu oyun için eğitmişlerdi. Babamın ruhen ve fizikken güçlü olmam gerektiği ile ilgili konuşmaları halen kulağımda çınlıyor. Taşlar yavaş yavaş yerine oturuyordu. Bu birkaç günüm fazla maceralı geçmişti. Kendime vakit ayıran yaşamımdan macera ve aksiyon dolu bir maceraya geçiş yapıyordum. Hem de uçarak. Ne iyi ama! Tokat ve Ankara arası uçuş mesafesi 23 dakikaymış. 23 dakika sonra maceram başlamış olacak. Bir baharın ortasında uçuşan kelebek gibi özgür, doğa gibi sonsuz, kavanoza kapatılan bir kelebek gibi tutsaktım. Sonsuz özgürlükten alınıp kavanoza kapatılacaktım. Bu oyun bitene kadar kavanozda tutsak edilecektim. Kelebeklerin ortalama ömrü 1 yıldır. Ve ben kavanozda geçireceğim süre boyunca oyunu kurallarıyla oynamalı ve özgürce uçmalıydım. Bir yıl dolmadan her bir oyunu oynamalıydım. İlk istedikleri görev pekte zor değil. Bende daha zor görevler vermelerini beklerdim. Yaşımdan dolayı olsa gerek ki görevim oldukça basitti. Dedikleri holdingde işe başlayacaktım ve istediklerini yapacaktım. Bu kadar basitti. Bu oyun erken bitecekti, bitmeliydi. Vermiş olukları ses cihazını yerleştirmenin nesi zor ki? Boş araziler ve tek tük evlerle doluydu manzaram. Bazı yerler yağmurdan dolayı çamur olmuştu ve bazı yerlerde mevsimden dolayı sararmıştı. Ağaçların sarı ve turuncu tonları göze çarpıyordu. Yeryüzünün gökyüzünde muhteşem bir görüntüsü vardı. Yeşilliği olmasa da sarı tonlarının güzelliği yetiyordu. Bu güzel manzarayı Tufan'la paylaşmak için ona döndüğümde uyuyor olduğunu görmem ile bu düşünceden vazgeçtim. Siyahlar içindeki adam bir bebek gibi masum ve tüm çekiciliği ile uyuyordu. Aynı anda hem masum hem de çekici olmayı nasıl başarıyordu? Çekiciliği bir kenarda dursun bu kadar sert görüntüsünün ardında yatan bebek gibi masumluğuna ne demeli? Onu daima sert görmüştüm. Sürekli sert gördüğüm bu adamı bebek masumluğu içerisinde düşünemiyordum ama şimdi karşımda adeta bir bebek gibi uyuyordu. Uyuyan masum bir bebek. Elimi çenemin altına koyup bu masumluğu seyretmeye başladım. Uzun kirpikleri açık kahvelerini örtmüştü. Biçimli kaşları inikti. Dudakları bir bebek gibi büzülmüştü. Masumluğunun altında yatan çekiciliği ve çekiciliğinin altında yatan masumluğun manzarası çok güzeldi. Maskulen görünümlü bir bebekti. Siyahlar içindeki bu adam ne giyerse yakışacak bir fiziğe sahipti. Bugün giymiş olduğu siyah boğazlı kazağı, siyah hafif geniş olan pantolonu,, siyah yarım botları ve siyah deri ceketi ile insanı kendine çeken bir havası vardı. Koyu kahverengi, parlak saçları farklı bir hava katmıştı. Fazlasıyla kusursuzdu. Daha fazla bu manzaraya karşı büyülenmemek için başımı pencereye çevirdim. Onun hakkında bu şekilde düşünmek doğru değildi. Biz sadece arkadaşız. Onun duruşu ve çekiciliği hakkında bu şekilde düşünüp büyülenmek çok utanç vericiydi. Ağırlaşan göz kapaklarıma dayanamayıp kendimi uykunun kollarına bıraktım. Kolumda hissettiğim baskı ile zar zor gözlerimi açıp kendime gelmeye çalıştım. Kısık bakışlar ile papağan gibi adımı söyleyen ve durmadan koluma vuran kişiye baktım. Nasıl bir yüz ifadesi vardı yüzümde bilmiyorum ama komik bir yüz ifadesi takınmış olmalıyım ki karşımdakini güldürmeye yetmişti. Yüzüne daha çok yayılan gülümsemesi ve yanağındaki çukur ilişti gözüme. Bu kadar çekici ve kusursuz olmak zorunda mıydı? Daha fazla düşünmeyip tekrardan uyku pozisyonuna geçiyordum ki tekrardan seslenmesi ile durdum.  "İnci tekrardan yatmayı düşünmüyorsun, öyle değil mi? Yüzün haline bak çok uyumaktan nasıl da şişmiş. Hadi toparlan, Ankara'ya geldik. İnerken çantanı almayı unutma." Deyip kendi çantasını alıp çıkışa yöneldi. Kurmuş olduğu cümleyi kafamda tartmaya başladım. Ne dediğini idrak edemediğim bu cümleler ile baş başa kalmıştım. Yavaş yavaş açılan zihnim ile gözlerimi büyük bir şaşkınlık ile açıp pencereden dışarıya baktım. Havaalanındaydık. Ankara Esenboğa Havaalanına iniş yapmıştık. Maceramın başlayacağı asıl yere gelmiştik. Sonbahar mevsiminde olduğumuz için çimen olan yerler çamur olmuştu. Hava aydınlık ve güzeldi. Tokat'ın havaalanından daha güzel ve daha büyüktü. Farklı bir dış mimarisine sahipti. Birkaç tane uçak yan yana dizilmişti. Bulunduğum uçağın kenarına yanaşan küçük arabalar vardı. Adlarını bilmediğim arabalar başka bir uçağın da önüne gidiyordu. Kendimi toparlayıp oturduğum koltuktan kalkacağım sırada tekrardan koltuğa yapıştım. Kemerimi açmayı unutmuştum. Hızlı bir şekilde kemeri açmaya çalıştım fakat sıkıştığı için açamıyordum. Düğmeye basıp kemeri çekmeme rağmen açılmadı. Elime değen eller ile kaşlarımı çatıp büyük bir hırsla başımı kaldırdım. Bütün öfkem toz olup gitmişti. Ellerimi tutan kişinin Tufan olmasını beklerken başka bir yabancıydı. Siyah saçlara sahip, beyaz tenli, yüzüne yakışan küçük burnu ve küçük dudakları ile hem tatlı hem de çekiciydi. Tufan'ın aksine yumuşak samimi bir duruşu vardı. Gülümsemesinin ardında çıkan tavşan dişleri onu daha da tatlı yapıyordu. Fakat O da Tufan gibi siyahlara büründüğü için çekiciydi. Gülümsemesine karşılık verip içtenlikle gülümsedim. Büyülenmiş gözler ile karşımdaki asıl yabancının yüzünün her bir detayını ezberlercesine dikkat kesildim. Ne oluyordu bana böyle? Ben bu yaşıma kadar hiçbir erkeğe dönüp bakmazken ne oldu da karşımdaki yabancıya büyülü gözler ile bakıyordum. Ellerimde olan ellerinin hareketlenmesi ile büyülü dünyamdan sıyrılıp başımı yere indirdim. Gözlerimi defalarca kez kırpıp açtım. Bu aralar düşüncelerim farklı boyutlara göç ediyordu. Kızardığıma adım gibi eminim. Başımı eğdikten sonra gülümsemesi yüzüne daha çok yayılmıştı. Kemerimi açmaya yardımcı olduktan sonra doğrulup elini uzattı. Şaşkın şaşkın ellerine bakarken etkileyici sesi ile konuşmaya başladı.  "Sanırım uçağa ilk binişiniz. Bütün yolcular inmesine rağmen inmediniz ve bir sorun olduğunu düşünerek geldim yanınıza. Umarım bir mahsuru yoktur." Etkileyici sesi ile kibar konuşması fazla mütevazıydi. Tam bir beyefendi gibi olan üslubu ve ses tonu o kadar güzeldi ki insanın içine ilmek ilmek işliyordu. Kahvelerimi yeni gördüğüm elaları ile buluşturdum. Gözlerim gözlerinde kayboldu. Lügatimdeki kelimelerle anlatılamayacak kadar mükemmel bir yüz hattına sahipti. Kemiksi yüzü onu daha da çekici kılıyordu. Kendimi toparlayıp kurmuş olduğu cümleyi kafamda tartıp biçtikten sonra cevap verdim: "E-evet, evet ilk binişim. Yardımınız için teşekkür ederim." Deyip doğruldum. Uzatmış olduğu eli tutmayı unuttuğum için geri çekti elini. Boyu benden uzun olduğu için kafam onun omuzlarına geliyordu. Kahvelerimi elaları ile buluşturdum "İzninizle geçebilir miyim lütfen? Gitmem gerekiyor."  "İnci." İsminin söylenmesi ile sesin sahibine baktım. Tufan kaşlarını çatmış bir şekilde şaşkınlık ve öfke karışımıyla bir bana bir de karşımdaki yabancıya bakıyordu. Büyük adımlar ile birkaç adımda yanımızda bitmişti. Yanımıza gelene kadar gözünü yabancıdan ayırmamıştı. İkisi de gözlerini birbirine dikmiş öfkeli gözler ile birbirlerini dövüyorlardı âdeta. Bazen dil ve beden susar gözler konuşur. Şu anki durumda tam olarak öyleydi. Bedenen ve konuşarak hiçbir kavga girişimi yoktu neyse ki fakat gözleri her ikisini de karşılıyordu. Anlamlandıramadığım bu bakışmalarına daha fazla dayanamayıp araya girmeye çalıştım.  "Tufan, bende şimdi geliyordum. Gidelim mi?" Derin bir nefes alıp verdikten sonra öfkeli gözlerini bana yönlendirdi. "Kaç dakikadır dışarıda bekliyorum haberin var mı?" Tam konuşacağım sırada yabancı araya girdi.  "Kemeri sıkışmıştı. Dışarıda boş boş bekleyeceğine burada kalıp yardım etseydin şimdiye kadar gitmiştiniz." "Ne yapıp yapmayacağımı sana mı soracağım ben? Muhatabım değilsin, olmaya da çalışma." "Gerekirse bana soracaksın evet." Aralarında kızışan öfke yağmurunu durdurmaya çalışacağım sırada Tufan'ın bir adım yabancıya yaklaşması ile tehditkâr dolu cümleleri ve ürkütücü sesiyle geri vites yaptım. Bu öfke yağmurunda yanan ben olacaktım. O yüzden şimdilik geri çekilmek en doğru karardı. "Kimsin sen? Ne sanıyorsun kendini? Kemerini açtın diye seni adam yerine koymamı mı bekliyorsun? Hesap vereceğim son insan bile değilsin. Haddini bil." Öfke tomurcukları yavaş yavaş büyüyordu. Her sonbahardan sonra kış gelir ve bu öfke yağmurunun kışa dönüşüp çığ oluşmasından çok korkuyordum. Hemen araya girip ortamı yumuşatmaya çalıştım.  "Tufan gidelim mi artık?" Konuşmam ile ikisinin de bakışları beni buldu. Bakışlarım ela ve kahverengi göz arasında gidip geldi. Yabancının hareketlenmesi ile Tufan'da olan bakışlarımı Ona çevirdim.  "Seninle tanıştığıma memnun oldum İnci. Benim adım da Efgen." Uzatmış olduğu eli tutacağım sırada başka bir el elimi tuttu. Şaşkın gözlerle Tufan'a baktım. Nesi vardı bunun?  "Gidelim İnci. Buranın havası kötü kokmaya başladı." Deyip bir şey dememe kalmadan çekiştirmeye başladı. Unutmuş olduğumuz şey aklıma gelince onu durdurdum.  "Bir şey unuttuk." "Bir şey unuttuğumuzu sanmıyorum." "Farkında mısın bilmiyorum ama çantamı almadık. Çantamı unuttum. Bırak kolumu gidip çantamı alayım." Deyip kolumu kurtardım elinden. Arkamı dönüp koşarak oturduğum bölüme gittim. Efgen hâlâ bıraktığımız gibiydi. Elleri ceplerinde çatık kaşları ile bizi izliyordu. Yanına gidince duruşunu düzeltip yüzüne sıcak gülümsemesini yaydı.  "Bir şey mi oldu?" "Çantamı almayı unuttum. Onu almaya geldim." Deyip gülüşüne eşlik ettim. Yukarı yerleştirilen çantamı alıp Efgen'e baş selamı verdikten sonra Tufan'ın yanına gittim. Çatık kaşları ve dikkat kestiği bakışları üzerimdeydi. Yanından geçip çıkışa doğru ilerlemeye başladım. Hemen arkamda bitmesi ile rahat bir nefes aldım. Olay çıkacak diye çok korkuyordum. Uçak pistinden ayrıldıktan sonra güvenlikten geçip çıkışa doğru ilerledik. Sessizlik aramıza tekrardan katılmıştı. Çevredeki insanların sesleri, anons sesleri kulaklarımda çınlıyordu âdeta. Fazla gürültülü olan ortamdaki sessizlik bize aitti. Çevre gürültülerle doluydu ama aramızdaki sessizliğin gücü tazeydi. Her sessizlikte daha da tazelenen sessizliğin gücüyle birlikte çıktık. Hemen önümüzde duran siyah araba ile bir iki adım geriledim.  "Deli mi bu adam? Koskoca iki insanı burada görmüyor mu? Arabayı aniden önümüzde durdurmak da ne demek? Ehliyetini kasaptan aldı sanırım." Ardı ardına sıraladığım cümlelerden sonra sol tarafımdan bir kahkaha sesi geldi. Sol tarafıma baktığımda karşılaştığım manzara ile kilitlendim. Revnak bir gülüşe sahip olan bu adam herkesin ona bakmasını sağlamıştı. Efgen hemen sol tarafımda gülücükler saçıyordu etrafa. Ne zaman gelmişti? Sağ tarafımda Tufan sol tarafımda Efgen. Göz alıcı kahkaha sesi ve yüzüne yayılan gülümsemesiyle çevresindeki bütün kızları kendine hayran bıraktırmıştı resmen. Buna bende dâhildim. Göz alıcı gülüşü hem çekici hem de tatlıydı. Tufan sadece çekiciliği ile göz boyatırken Efgen hem tatlılığı ile hem de çekiciliği ile göz alıcıydı. Büyülenmiş gözler ile gülüşüne odaklanmışken kolumdan çekildim ile neye uğradığımı şaşırdım. Kolumdan çekilmem ile büyü bozuldu. Önümüzde duran arabanın bir önündeki arabaya bindirilip kapının yüzüme kapatılması ile öylece kalakaldım. Bir kukla gibi oradan oraya sürüklenir olmuştum. Sadece hayatımı değil bedenimi de yönetemiyordum. Yan tarafımdaki kapının açılmasına aldırış etmeyip istifimi hiç bozmadan önüme bakmaya devam ettim. "Kimdi o?" Sorduğu soru ile ona yönelttim bakışlarımı. Dümdüz önüne bakıyordu, dişlerini sıktığı için çenesi gerilmişti.  "Kim olduğunun bir önemi var mı? Kimse kimdi sana ne bundan?" Kurmuş olduğum cümle ile aniden büyük bir öfkeyle bana dönmesi ile oturduğum yere sindim.  "Ne demek bana ne? Benim yanımdaysan beni ilgilendirir İnci! Benim yanımda her kim olursa olsun konuştuğu kişiyi bilmeye hakkım var. Kimdi o adam?" Epilepsi bozukluğu mu vardı bunda? Aniden öfkelenmesinin hiçbir açıklaması olamazdı. Hastaydı; ruh hastası.  "Öncelikle o sesini alçalt Tufan. Kim olduğunu bende bilmiyorum. Kemerim sıkışmıştı yardım etti hepsi bu. Ayrıca senin sorunun ne? Epilepsi hastası falan mısın? Aniden öfkelenmen gerekmiyor. Ve hayatım hakkında karar alma hakkını kim verdi sana? Bu iki günde göstermiş olduğun değişikliğin bilincinde misin sen? İki gün öncesinde tanıdığım Tufan gitmiş yerini kasırga şiddeti kadar öfkeli bir Tufan gelmiş. Kiminle ne şekilde konuşacağımı sana soracak değilim. Efgen'e kim olduğunu ve haddini bilmesi gerektiğini söyledin ama bunları asıl yapması gereken kişi sensin. Haddini bil Tufan." Derin bir soluk alıp tekrardan önüme döndüm. Her kurmuş olduğum cümlelerimde öfkeli halinin yerini şaşkınlık almıştı. Böyle bir tepki vermemi beklemiyor olsa gerekti. İçimde biriken cümle kalıplarını bir anda söylemek rahatlatmıştı. Bazen içine attığın şeyleri dışa vurmak gerek. Kimseye haykıramasan da boş bir araziye ya da boş bir duvara haykırsan bu rahatlama hissini yine de hissedersin. Ben Tufan'a haykırmıştım ve şu an bir rahatlama geldiğini itiraf ediyorum. Arkadan gelen korna sesi ile kendini toparlayıp, arabayı çalıştırıp sürmeye başladı. Hava aniden kötü olmuştu. Yağmur burada da kendini göstermişti. Uzanıp radyoyu çalıştırıp ortamdaki soğuk, boğucu ve sessiz havayı bozdu. Bir müzik ve yağmur eşlik etti birbirlerine. Huzur veren melodi ile kapattım gözlerimi. Yağmur başlı başına bir şarkı iken ona eşlik eden müzik ile daha da sanatsal bir şarkı oluyordu. Yağmurun da başlaması ile bu büyülü an daha çok büyülü oldu. Şarkı eşliğinde Ankara'nın bilmediğim yollarında öylece gidiyorduk. Şarkı ortama ayak uydurmuştu ve bu güzel anı daha da güzelleştirmişti. Şarkının ismini öğrenmek için radyoya baktım. RM-Forever Rain yazısını hemen internetten bakıp anlamını araştırdım. Telefonu uçak modundan çıkartmam ile mesajlar art arda gelmeye başladı. Daha sonra bakardım.  Keşke tüm gün yağmur yağsa Çünkü biri ağlasın istiyorum bana Keşke tüm gün yağmur yağsa Çünkü o zaman insanlar bakmaz bana Çünkü o zaman şemsiye örter hüzün dolu yüzümü. Sesin şarkıya olan uyumu ve sözlerin güzelliği şu anki ortamı tamamıyla anlatıyordu. Dışarıda yağan Eylül yağmuru, içimdeki burukluk ve yorgun ruhumu anlatan bir şarkıydı. Belki de acı şarkının melodisinde gizliydi. Bu şarkı sanki şu anki zaman için yazılmıştı. Şarkıyı telefonuma indirip favori listeme ekledim. Ailemin gidişini öğrendiğimde dışarıda yağmurun altında ağladığım zaman gözyaşlarımda yağmurla birlikte toprakla buluşmuştu. Tekrardan fakat farklı şartlarda böyle bir anı yaşamak istiyordum. Bu sefer yıkık bir şekilde değil mutlu bir şekilde istiyordum. Bir haberle mutlu olup o haberin mutluluğu ile yağmurun altında ağlamak istiyorum. Bitecek miydi bu oyun saçmalığı? Kimseye zarar verilmeden her şey düzelecek miydi? Annemi, babamı, ablamı tekrardan görme şansı yakalayacak mıydım? Radyoda değişen şarkılar gibi kafamda değişen sorular vardı. Şarkıların anlamının altında yatan manayı biliyordun ama kafamdaki soruların cevabı bilinmiyordu.  Ben kim miyim?  Ben; uçsuz bucaksız uçurum arazisinde okyanusun en derinlerine atılan bir hiçtim. Ben; hayatını kitaplara adayan, hayatında en yakın arkadaşının yanında farklı bir ruh haline bürünen, ailesinin yanında farklı ruh haline bürünen zavallı bir okuyucuyum.  Ben; birçok insan tarafından beğenilmeyen ve çoğu insanın dışladığı ezik bir kızım.  Ben; insanların düşüncelerine önem veren ve insanların düşünceleri ile hayatını şekillendiren bir inşaat ustasıyım.  Ve ben; ailesinin ihanetine uğrayan zavallı bir kız çocuğuyum.  Ailemin günahının bedelini kendi yaşantımı öldürerek ödüyordum. Ben, ben değildim. Hayatımda beni ben yapan tek bir yer vardı. O da en yakın arkadaşımın yanıydı. Onun dışında hayatım bana ait değildi. İnsanların düşünceleri ile inşa etmiş olduğum hayatı ben yaşıyordum ama hayatım hakkında hüküm sahibi olanlar insanlardı. Bedelini benim ödediğim yaşamı onların yönetmesine ben izin vermiştim. Hayatımın katili belki de bendim. Kim bilir?  Anılarım eski bir sandık odasında saklıydı. Yarı sönük olan gaz lambası anılarıma gizli bir perde çekmişti. Bazı anılarım sönük lambanın altında gün yüzüne çıkmıştı, bazı anılarım ise karanlıkta kaybolmuştu. Neden oradaydılar? Neden onlarda diğerleri gibi gün yüzüne çıkmıyordu. Anılarımı oraya iten ben miydim yoksa kendileri miydi?
Yeni kullanıcılar için ücretsiz okuma
Uygulamayı indirmek için tara
Facebookexpand_more
  • author-avatar
    Yazar
  • chap_listİçindekiler
  • likeEKLE