4.Bölüm-Yas Dönemi✓

4007 Kelimeler
Karanlığın yeni çökmeye başladığı vakitlerde kapının önüne park edilen arabalardan sırayla herkes indi. Yorgun ve bitkin bir halde... Teyzemler hala ağlamaya devam ederlerken babaannem de onlar gibi ağlamaya devam ediyordu. Kadınlar içeri girmeye başlamış erkekler ise kapının önüne dizilen sandalyelere çöktüler. Aylin beni kolumdan tutarak evdeki küçük odaya götürdü. Boş bir çuval gibi kendimi yatağa bıraktığımda Aylin saçlarımı okşamaya başladı. Gözlerim anında kapandı. Ama bu bir uykuya geçiş değil kimsenin o bana üzülen bakışlarını görmemek içindi. Ailemi zihnimde canlandırıp kocaman kalabalık içinde yalnızlığımı unutmak içindi. Zaman gürül gürül akan bir su gibi akıp yoluna giderken ben ailemi kaybedeli çoktan bir haftayı doldurmuştum. Bu süreç oldukça sancılı ve yıpratıcı geçmişti benim için. Teyzelerim ve dayılarım beni yanlarında misafir etmek istediklerini belirtip götürmek isterken, amcalarım ve halalarım buna izin vermeyip burada yanlarında kalmamdan yanaydılar. Birbirleri ile kıyasıya rekabet eden iki rakip takım gibi mücadele verirken benim arada kalıp ezilmemi görmüyorlardı. Fikrimi soran kimse yoktu. Kesin bir dille burada bir süre kalıp İstanbul'a geri döneceğimi belirtince beni rahat bırakmışlardı. Herkes ikinci günü kendi evlerine giderken geride babaanem, ben ve Doğukan kalmıştık köyde. Ateşin düştüğü yeri yaktığını o zaman anlamıştım. Herkes işine gücüne geri dönüp kaldıkları yerden devam edecekti. Yiyip, içmeye, yaşayıp, gülmeye... Bencillik miydi bilmiyorum ama sevdiklerimin benimle biraz olsun yas tutmaya devam etmesini istemiştim. Ama sadece Doğukan bunu yaptı. Çalışıyordu normalde ama beni yalnız bırakmak istemediği için iş yerinden izin alıp ben İstanbul'a dönene kadar yanımızda kalmayı tercih etti. Küçüklüğümüzde de hep böyle yapardı. İkimiz iyi anlaşırdık. Benden sadece iki yaş büyük olmasına rağmen her fırsatta ablam gibi bana abilik yapardı. Ablamla çok iyi anlaşırdı. Biliyordum ki onun gidişiyle Doğu'nun da kalbi tuzla buz olmuştu. Yine bir öğlen vakti evden çıkıp beraber mezarlığa doğru yürüdük. Bir haftadır yaptığımız gibi. Koluna girip yavaş yavaş kuşların sesini dinleye dinleye adımladık. Söylediğine göre ablam köye geldiklerinde hep böyle yaparlardı. Kol kola sessizlikle... Zaten koluna girmekten başka çarem de yoktu. Günlerdir mideme bir lokma yemek gitmediği için vücudum halsiz düşmüş ve her an bayılacak gibi dolanıyordum. Israr ediyorlardı hatta babaannem ölümü gör diye tehdit ediyordu beni kendince ama midem almıyordu. Bir kase çorbayı içince mide bulantısı ile lavaboya zor yetişip kusmuştum. -"Yoruldun mu Defne?" Öyle derin derin nefesler çekince benim yorulduğumu sanmıştı fakat ben yine o hüzün dolu kavuşmamıza kendimi hazırlamaya çalışıyordum her gün yaptığım gibi. Bugün ise sondu. İstanbul'a akşam için bilet almıştım. Babaannemin beni zor bela ikna etmek için ısrarlarına rağmen kalamayacağımı açıkça söylemiştim. Kalsaydım her gün ölecektim biliyorum. Yaşadığım şeyler kolay değildi. Ve o günden beri çevremde bir sürü insan vardı. Ben acımı yaşayamamıştım. Kayıplar acıydı. İnsanoğlu kayıplarını unutmak için türlü türlü şeyler denerdi. Bazıları kendini işine verir, bazıları da acıyı dibine kadar yaşamayı tercih ederdi. Bunun üstesinden nasıl geleceğimi bilemiyordum. Bu zamana kadar bir kayıp yaşamamıştım çünkü. Mesela annesi veya babası ölen arkadaşlarıma evet destek olmuştum yanlarında durmuştum her zaman. Ama 'seni anlıyorum geçecek bitecek gibi süslü cümlelerim olmadı hiçbir zaman. Bilemezdim. İnsan sınanmadığı acı üzerinden empati kuramazdı bana göre. Şimdi biliyor ve anlıyordum. Nasıl olacaktı bilmiyorum ama ilk önce mabedimde inzivaya çekilip acımı dibine kadar yaşayacaktım. -"Hayır. Yürümek iyi geldi." Beraber mezarlığın kapısına vardığımızda omzumdaki şalı başıma çektim. Elimdeki cüzü sımsıkı tutarak Doğu'nun kollarından çıkıp mezarlığa girdim. Koşar adımlarla onların olduğu kısma geldiğimde Doğu uzaktan ellerinde su şişesi ile geliyordu. Önce hepsinin topraklarına dokundum tek tek. Sanki onların bedenlerine dokunup sever gibi. Ardından cüzü açıp Kur'an okumaya başladım. Küçüklüğümüzde annem her yaz tatilinde bizi kursa gönderirdi. Okuyalım öğrenelim diye. Ben Kur'an okurken Doğu elindeki şişeleri yavaşça mezarlara dökmeye başladı. Sonra işi bitti mezarlık üstündeki taşları yaprakları temizledi ve en son dua edip benim de duamı bitirmemi bekledi. Ne kadar zaman geçirirsem onlara daha çok yakın hissediyordu ruhum. Ama biliyordum ki ayrılık er yada geç kapıma uğrayacaktı. Şimdi olduğu gibi. İşlerimiz bitince Doğu kapıda bekliyorum diyerek yanımdan uzaklaştığında aslında içten içe benim ailemle vedama şahit olmak istemediğini anladım. Hassas bir adamdı. Ve o gün hastanede yaşadıklarımdan dolayı da bir nebze mahcuptu. Kendimi kaybedip kollarımı kesmemden dolayı. Engel olabilirdim düşüncesi vardı belli ki. Kollarımın hala dikişli olması onun suçu değildi. Kendimi kaybetmiştim. Ve o his benim içimde bir canavar yaratıp ortalığı darmadurman etmeme neden olmuştu. Onunla hiçbir alakası yoktu. Arkasından hüzünle bakıp aileme döndüm. Annem babam ve yanlarında ablam... Başlarına dikilen ve isim soyisimleri yazan tahta parçasına sarıldım. Sanki onlara sarılıyormuş gibi. -"Sizsiz tam bir hafta doldu baba. Ben bir haftadır hem annesiz hemde babasızım. Yapayalnızım. Neden böyle oldu baba? He anne?" Babamın tahtasından annemin tahtasına sarılıp öptüm. -"Güzel annem benim. Sen memlekete gidince bile evin tadı tuzu giderdi kokusu giderdi. Anne kokusu yok bu evde derdim. Şimdi o kokunun bundan sonra hiç olmamasına ben nasıl dayanacağım." Ve ablam. Can ortağım. Yüreğimdeki en deli köşesi. Tek tek sarıldım, tek tek içimden vedalaştım. -"Yine geleceğim." Ağlaya ağlaya ve ardıma baka baka mezarlıktan çıktım. Doğu o halime hiç ses çıkarmadı. Kolunu uzatıp beni kollarına hapsettiğinde başımdan öptü. -"Merak etme bundan sonra sen ne zaman istersen geleceğiz buraya." Yüzüme çok zor olduğu belli olan bir gülümseme takındım. -"Bu çok zor." -"Nedenmiş o?" -"Sen İzmir'den buraya gelemezsin çünkü." -"Sen gel de yeterli." -"Doğu." -"İnat etmesen de benimle İzmir'e gelsen ya güzelim. Annemler çok istiyor gelmeni. Hem Batuhan da çok merak ediyor seni. Görevde diye gelemedi ama aklı hep sende. Gelirken getir diyor her telefonda." Batuhan abim askerdi. İşi gereği ne zaman nerede belli olmazdı pek. Gelemediği için kırgın da değildim. Ama gidemezdim. Bir insanın en rahat olabileceği yer eviydi bana göre. Çok uzun süre kalamazdım orada. Sığamazdım. -"Gelemem." -"Söz seni getiririm istediğin zaman." -"Bırakın biraz kendi halimde kalıp acımı yaşayayım ve kendimi toplayayım. Ben içime atarsam bir gün ansızın saçma bir yerde patlarım." İtiraz edecek gibi oldu ama o kesin bakışlarımı görünce vazgeçip benimle beraber yürüdü. Eve vardığımızda babaannem çorba pişiriyordu. Kendimi küçük odaya attım. Çantamdan kendime yeni bir tişört ve pantolon çıkarıp giydim. Saçlarımı örüp odadan çıktığımda babaannem beni tutup camın önündeki sandalyeye çekti -"Yola gideceksin al bunu iç." Önüme bıraktığı mısır çorbası ile gözlerim aniden doldu. Yola çıkmadan iki gün önce annem yapmıştı. En son onun ellerinden yemiştim. Tabağı geri ittim. -"Tokum ben canım istemiyor." Reddettiğim çorba için babaanem üzülüyor olabilirdi ama onu yersem sanki annemin elinden yediğim yemeğin tadı gidecek, lezzeti bozulacak gibi hissediyordum. Ona sarıldım. -"En son annemin elinden yedim babaanne. Korkuyorum onun yaptığı yemeklerin tadını unutacağım diye. Söz veriyorum diğer gelişimde elinden ne yaptıysan yiyeceğim." Biraz olsun gönlünü almayı başardım. Gülümsedi bana. Babam gibi gözleri kısılarak. Akşama doğru Doğu ve ben babaannemle vedalaştık. Yine ayrılık vardı. Hüzün, özlem vardı. Yaşlı bedeni bunları kaldıramıyordu kendi söylüyordu. -"Pamuğum sık sık geleceğim yanına. Üzme kendini tamam mı?" Beni çekip alnımdaki dikişimden öptü. Bayıldığım zaman yere başımı sert çarptığım için dikişim vardı. Ve kollarım. Her iki bileğimde de sargı vardı. Uzaktan bakan bileklerimi kesip intihar ettiğimi sanardı. Ki bu durumda öyle sanmaları da oldukça muhtemeldi. Vedanın ardından Doğu ile arabaya bindik ve son kez korna çalarak evin önünden ayrıldık. Mezarlığın oradan geçerken de bir korna çalınca dolan gözlerimle ona baktım. Teşekkürümü hemen anlayıp gülümseyerek göz kırptı. -"Sizi çok seviyorum." İçimden son sözlerimle beraber mezarlığın önünden geçip gittik. Camdan arkaya baktım. Gözden kaybolana kadar geriye dönüp dönüp baktım. Kayıplar insanı büyütürmüş derler. Ben o gün o köyden çıkarken çocukluğum ölmüş genç bir kadın olarak eski yaşantıma geri döndüm. İlçedeki otogara götürdü beni. Otobüs saatinin gelmesine daha bir saat olduğunu öğrenince gitmek yerine beni en yakın kafeye götürdü. İki limonata siparişi verip beklerken ikimizde sessizdik. Konuşacak kelimeleri çoktan tüketmiştik. Fakat bunun önemi de yoktu. Biz onunla gözlerimizle bile anlaşabilirdik. Abimdi o benim. Sözel olarak yüzüne karşı ismini haykırsam da abimdi işte. Limonatayı o kadar zoraki içmeye çalışmış ama yine de içememiştim. Midem bulanıyordu. Onun için kendimi zorlasam bu defa otobüste uzun yolculuklarda dayanamayıp kusan çocuklar gibi olacağımı biliyordum. Yapmadım. Terminalin içine tekrar girdik. Otobüsüm gelmişti. Doğu'ya döndüm. -"Teşekkür ederim herşey için." -"Teşekkür edecek birşey yok. Sen benim kardeşimsin. Elimden ne gelirse yaparım." Başım yana düştü sevgiyle. Kalbinde kocaman bir sevgi dünyası vardı onun. Merhametin en çok yakıştığı adamlardan biriydi Doğu. Onu kendime çekip sarıldım. -"Abimsin. Bunu kimse değiştiremez. Toparlanayım görüşeceğiz." Başını sallayıp o da bana sımsıkı sarıldı. -"İstanbul yolcusu kalmasın." Muavinin bağırışı ile birbirinden ayrıldık. -"Hoşçakal." -"Hoşçakal güzelim." Yerime geçip yerleşirken otobüs yavaş yavaş hareket etmeye başladı. Çıkışa doğru yönelen otobüsün camından onu kaldırımda durmuş bana el saklarken görünce dayanamayıp el salladım ve son kez gördüğümü bilmeden uzunca yüzüne baktım. Ta ki otobüs artık onu göremeyeceğim mesafeyi alana kadar. Yerime yerleşip sırt çantamı ayaklarımın dibine bıraktım. Sonunda yalnız kalabilmeyi başarmış ruhumun biraz olsun kendini dinleyebileceği fırsatı bulmuştum. Çantamdan su şişemi almak için fermurı açmıştım ki gözüm uzun süredir kullanmadığım cep telefonuma kaydı. Küçük gözden çıkardığım telefonun ekranına iki defa dokundum ama açılmadı. Şarjının bitmiş olduğunu görünce önümdeki ekranın köşesindeki usb girişine şarj kablosunu taktım. Telefonun da ucuna şarjı takıp biraz olsun dolmasını beklemeye başladım. O gün yani ailemin öldüğünü öğrendiğim günden beri telefonumun yüzünü bile görmemiştim. Aklıma gelmemişti. Artık benim için çok fazla bir önemi kalmamıştı. Geç geleceğim diye haber vereceğim birileri yoktu. Aradan yarım saat geçmişti ki artık şarjın idare edesiye dolmuş olacağını varsayarak kabloyu çektiğim gibi ekranı açtım. Pin kodunu girip telefonun açılmasını beklerken ardı ardına titreşim yayıldı. Mesajlar hızlı hızlı bana gelirken gözlerim kapalı garibim telefonumun kendine gelmesini bekliyordum tıpkı kendim gibi. Bazı şeyler hızlı hızlı yaşanınca insan bedenen ve ruhen kaldıramazdı ve bir yerden patlak verirdi. Dua ediyordum ki gereksiz ve saçma bir anda patlamadan acımı yaşayayım. Telefon açıldığında gelen mesajlara baktım. Sena, Tuğba, Rahmi Amca, Andrea ve liseden bazı arkadaşlarım aramış ve bolca mesajlar atmışlardı.. Ailemin öldüğünü haber alan komşularım da keza öyle. Bir çok baş sağlığı mesajı görmek beni biraz duygulandırmıştı açıkçası. Çok konuşma fırsatı bulamadığım insanlar tarafından değer gördüğümü hissetttim. İnsan iyi gün kadar kötü günde de yanında olan, destek olan insanlar arıyordu çevresinde. İş arkadaşlarıma ailemin öldüğünü ve yolda olduğumu mesaj attım hemen. Rahmi amca geldi aklıma. Bir haftadır kendimde olmadığım için ne bir mesaj ne bir arama yaparak haber vermemiştim adamcağıza. Kızacağını sanmıyordum ama mahcup hissettim o an. Ardından Andrea'nın mesajı. -"Ailenin kaza geçirdiğini duydum Mia Bella. Umarım iyilerdir. Geçmiş olsun." Ve daha nice merak dolu mesajları vardı. Tam mesajına cevap verecektim ki hissetmiş gibi telefonum çaldı ve ekranda onun ismi çıktı. Derin bir nefes alıp vererek açtım telefonu. -"Efendim Andrea." Benim yorgun çıkan sesime karşın onun sesi oldukça dinç geliyordu. Bir zamanlar benim de olduğum gibi. Kayıplar insanın sesini bile değiştir miydi? Değiştirirmiş işte. -"Cara nasılsın? Sena'dan duydum aileni kaybetmişsin başın sağ olsun." Kurduğu cümleyle kaşlarım benden habersiz çatıldı bir anda. Sena'dan duyduğunu söylüyordu fakat ben daha ona yeni mesaj atmıştım ailemin kaybını. Bu nasıl olabilirdi ki? -"Teşekkür ederim Andrea." -"Nasılsın ?" dedi ikinci defa. Bu sorudan kaçabilmek için uğraş verdi ruhum bilmem kaçıncı kez. İyiyim demek istemiyordum çünkü iyi değildim. Oturup birilerinin dizinde hıçkıra hıçkıra ağlamak istiyordum. Ama kaçmaktan vazgeçtim. -"İyi değilim. Çok çabalıyorum iyi olmak için ama değilim." Andrea derin bir nefes alıp verdi ve o tok ses tonuyla konuştu. -"Olacaksın." Net bir şekilde konuşup böyle konuşması beni üzdü.Benim ailem yok olmuşken iyi olmak falan istemiyordum. Herkes ağız birliği yapmış gibi iyi olacaksın diyordu. Neden sadece susup yanımda olmuyorlardı ki. Andrea'nın gülümseyen yüzü canlandı bir an gözümde. Tanıdığım andan beri hiç mutsuz, suratı asmış bir halde görmüyordum onu. -"Ben iyi olmak istemiyorum. Ben ailemi istiyorum Andrea. Canımın ne kadar yandığını tahmin bile edemezsin." -"Mia bambina ben, biz yanındayız. Seni anlamadığımı sanma kayıpların ne kadar üzücü insanı derinden etkileyen bir yara olduğunu biliyorum." Bir sessizlik kapladı ikimizi de. Benim ona cevap vermemi bekledi belki de. Ama kimseye anlatamazdım. Dökülmeye başlarsa kelimelerim bir daha toplayamazdım bu yabancıya karşı. -"Seni daha fazla yormak istemiyorum sesin öyle geliyor çünkü. Tekrar görüşürüz. Abimlerin selamı var." -"Teşekkürler. Sende selam söyle." -"Tabi ki. Ciov cara." -"Bay bay." Telefonu kapattığım gibi tekrar şarja koydum ve akıp giden yolu izlemeye başladım. Seyahatlerde en çok geceyi severdim. Yolu izleyerek müzik dinlemek benim en büyük hobimdi. Çizgileri takip ede ede uykum öyle gelir ve kulağımdaki müzik de bir süre sonra bana ninni gibi gelirdi. Bu yolculuk her zamanki yolculuklardan farklıydı. Artık dört kişilik seyahat etmelerim bitmiş arka koltukta pervasızca hiçbir şey düşünmeden şarkı dinleyen o kız büyümüştü. Ruhu toprağa gömülmüş can çekişiyordu. Saat tuşlara hoyratça basan bir piyanist gibi rahatsızca akmaya devam ederken ilk molaya çoktan geldik. Lavabo işlerimi halledip kendime midem bulandığı için bir kraker aldım ve tekrar otobüse binip molanın bitmesini bekledim. Arabada sadece bir tane bebekli bir kadın ve yaşlı bir teyze vardı.İkisi de uyuyordu. Krakeri sessizce yiyip suyumu içtikten ve İstanbul'a kadar kendimi ölüm kokan uykuya bıraktım. Öğlen saat on ikiyi gösteren dijital saatle göz temasımı otobüsün terminale girmesiyle kestim. Park edilen otobüsten inip hızlıca otobüs durağına gittim ve mahalleme giden otobüse bindim. İstanbul'daki sorunlardan bir tanesi de otobüsün bazen saçma sapan bir şekilde güzergahını uzatmasıydı. Adım başı durak olduğu için mahalleye gelmek bir saatimi aldı neredeyse. Caddede indiğim gibi evimin sokağına girdim. Ve o an ayaklarım sanki beton dökülmüş gibi olduğu yerde kalakaldı. Put kesildim. Kalbimin atmaktan korktuğu, beynimin çalışmayı reddettiği bir andı. Gerçek bir kez daha balyoz gibi beynime indi. Ben ailem olmadan ilk defa evimize girecektim. Ne kadar süre o güneşin alnında evimize baktım bilmiyorum ama birinin beni kolumdan tutması ile kendime geldim. Kapısının önünde dikildiğim Evin abla bana üzgünce bakıyordu. Halimi anlamış gibiydi. -"Gel kuzum evine gidelim." Koluma girip beni eve kadar getirdi ve o süreçte hiç bırakmadı. -"Başın sağ olsun canım benim. Allah'ım topraklarını bol eylesin mekanları cennet olsun." -"Sağ ol abla." Aramızda bir sessizlik oluştu o bana baktı ben ona. Onun da annesi ölmüştü babası da Ankara'daki abisinin yanındaydı. Alışacaksın, iyi olacaksın diyenlerin gerçekten dedikleri gibi olup olmadığını merak ettim. -"Alıştın mı?" Önce beni anlamayıp kaşlarını çattı. Fakat ne demek istediğimi çok geçmeden anladı ve hüzünlü gülümsedi. -"Anne baba kaybetmek çok zor. Ben annemi lisedeyken kaybetmiştim. Geçmeyecek bir yara, sönmeyecek bir yangın. Alışıyorsun ama alışana kadar da yanıyorsun kuzum." Dayanamayıp ağlamaya başladım. -"Ben buna nasıl alışacağım abla?" Beni kendine çekip hızla sarıldı. Aynı yerden yaralıydık beni en iyi o anlardı. Ve bana iyi gelen şeyin sarılıp hiçbir şey konuşmadan sadece ağlamak olduğunu da biliyordu. Dakikalarca ağladık. Geçmişe, şimdiye, ve hiç gelmeyecek olan güzel anılara... Beni sessizce alıp biraya getirdiği gibi sessizce de uzaklaştı yanımdan. Şimdi o acı verecek hatıraların eşiğinden tek başıma dimdik geçme zamanıydı. Anahtarla kapıyı açtım. Demir kapı yavaş yavaş geriye doğru gitti ve kapı komple açıldı. Ayakkabılarımı çıkarıp içeri girdiğim anda annemin en son yaptığı poğaçanın kokusunu, babamın tıraş losyonunu ve ablamın o yasemin kokusunu duyumsadım. Kapıyı ardımdan kapatıp içeri girdiğimde önce sırt çantamı yere bıraktım ardından ışığı açmıştım ki yanmadı. Girerken suyu ve elektriği kapattığım aklıma gelince şartelden elektriği, tesisattan da suyu açtım. Şimdi apaydınlıktı evimiz. Koca bir nefes çektim içime. -"Anne yemek hazır mı?" diye haykırdım her zamanki gibi. Gözlerimden yaşlar yanaklarıma hücum ederken durmadım. -"Baba gazete aldın mı bugün bulmacalarını çözdün mü?" Ağlamalarım şiddetlendi. Cevap gelsin istiyordum. -"Abla banyoda işin bittiyse bende gireceğim." Aldığım cevap ise koca bir sessizlikti. Dünyam sessizliğe bürünmüştü. Hiçbir zaman yanıt alamayacağımı bile bile bağırdım. -"Cevap versenize." Hıçkıra hıçkıra ağlayarak dizlerimin üstüne çöktüm. Kalbimdeki yangın her an büyüyor, söndüremiyordum. Neredeyse yerden sürüne sürüne kalkıp annemlerin odasına gittim. Işığı açmadan dolaplarının önüne geçtim. Kapağını yavaşça açtığım gibi annemin kendine has kokusu yüzüme çarptı bir anda. Gözlerim anında kapanırken derin bir nefes çektim. Bu kokuya sarıldım. Ama o da gidecekti bir gün. Çıkardığım penyesini kucağıma aldım. Kollarını omzuma koyup geri kalan parçasını kendime bastırdım. Sanki annem bana sarılıyormuş gibi... O halde yatağa yattım. -"Bana sarılmana ihtiyacım var anne." Ne kadar süre ağladım bilmiyorum ağlaya ağlaya uyuyakalmıştım. Gözlerimi açtığımda ışığın gözüme hücum etmesi ile göz kapaklarım kısıldı. Ardından yavaş yavaş tekrar açıldı gözlerim ve tamamen kendime geldim. Yine kimsesiz bir güne gözlerim açıldı. Geçen zamanlar benim için oldukça sancılıydı. Benim eve geldiğimi gören komşularım baş sağlığı için kapıya geldiklerinde elim açmak için kulpa gitmedi. Henüz hazır değildim bana acıyan bakışlara, kazanın nasıl olduğunu soran yüzlere. O bir haftada hunharca ağlayıp, albümdeki fotoğrafları inceledim. Tekrar ağladım. Annemin son yaptığı yemeği yedim tekrar ağladım. Banyo yaptım, uyudum, elbiselere sarıldım, videolarımızı izledim ve tekrar tekrar ağladım. Bir döngü içerisinde geçen hayatımda tek değişikliğim zayıflamam olmuştu. Bir haftada çorba ve su ile beslenmem yüzünden 5 kilom gitmişti. Alnımda dikişim, kollarımda hala dikişlerim duruyordu. Trabzon'da ki doktor kalmasını söylediği içinde o konuda pek acele etmiyordum. Bu süreçte bir de Andrea 'nın beni her gün araması ve ben hiç konuşmasam bile saatlerce ağlamamı dinlemesiydi. Hep 'yanındayız mia bella' diyerek her fırsatta beni teselli etmeye çalışıyordu. Aynı milletten, dinden, kandan değildik belki ama kalbimiz birdi. Yalnızlığıma iyi gelen bir yanı vardı. Bir hafta sonunda nihayet evden çıkmayı başarmış ve evin alışverişi için markete gitmeye karar vermiştim. Dolaptaki malzemeler küflenmiş neredeyse beni çöpe at diye isyan edecekti. Bende gerekeni yaptım ve attım maalesef. Şimdi alışverişe çıkmış bakına bakına dolanıyordum koca markette. Yemek yediğimden değildi kafa dağıtmak içindi aslında buraya gelmemim amacı. Sebzelik kendime yetecek şeyler alıp, bir de içeceklerden aldım. Bolca da çikolata. Kasada hepsinin ücretini ödeyip yavaşca eve doğru yürüdüm. Günlerdir evde kapalı camların ardında oturduğum için güneş hafiften başımı ağrıtmaya başlamıştı. Annemlerin kokusu gidecek diye camları açmaya bile korkuyordum. Bir bebeğin korkudan annesinin bacaklarına sarılması gibi o kokulara sarılıyordum, beni ayakta tutuyordu. Evin önüne geldiğimde bana doğru gelen komşuları görünce hızla kendini binanın içine attım. Cebimden çıkardığım anahtarım ile kapımı açıp da evin içine attım sonra kendimi. Kaçmak ayıp oluyordu farkındaydım. Ama insanların o hallerini çekecek durumda da değildim. Üstelik bir de onlara geldikleri için çay ve yanında atıştırmalık birşeyler ikram etmem gerekecekti. En saçma bulduğum şeylerden biriydi bu. Acı varken insanlar sevdiklerini kaybederken neden gelenlere birşeyler ikram etmek zorundaydılar ki. Üstümü değiştirip pijama takımımı giydim. Kafa dağıtmam gerekiyordu. Alışveriş yetmemişti akvaryum gibi olan zihnimi. O yüzden en iyi bildiğim şeyi yapmaya karar verdim. Yemek yapmak... Aldığım malzemeleri çıkarıp tezgaha koydum. Derin dondurucudan da kurbandan kalan kıymayı aldım. Biraz fazla vardı kıyma ve kuşbaşı doğranmış etten. Genelde annem bunları misafirlere ayırırdı. Eli bol bir kadındı. Misafirler geldiğinde dolaptan çıkardıkları ile en güzel yemekleri pişirip yedirirdi. Her zaman hazırlıklı bir kadındı. Yazın mesela vişneyi alır kışın canımız çektiğinde yada misafire yapmak için dolapta bulundururdu. Fasulyeyi, bezelyeyi, kırmızı biberi, patlıcanı alır koyardı. Şimdi dolapta geçen yaz yaptıklarını görünce içim burkuldu. Yaptıklarını yiyemeden gitmişti.Daldıgım o hüzün çukurundan hemen çıkıp kendimi mutfağa attım. Ve dur durak bilmeden saatlerce yemek yaptım. Akşamın karanlığının vurduğu mutfakta aspiratör ışığı ile kendime küçük bir aydınlık yarattım. O kadar dalmışım ki zamanın nasıl geçtiğini bile anlamamıştım. Ellerimi lavaboda yıkayıp yaptığım yemeğe baktım uzaktan. Kayseri yağlaması yapmıştım. Annemin en sevdiği yemeklerden bir tanesi. Kayserili bir komşumuz bir kere yaptığında yemiş tadını oldukça beğenmişti. O gün bugündür sever. Kendimi kaptırıp çokça yaptığım gerçeği yüzüme vurunca bir tabağını eve bıraktım diğer iki tabakları da komşuların zillerine basıp kapılarına bırakıp kaçmıştım. Arkamdan seslenmelerini rağmen de durmadım eve kaçtım hemen. Kendime bir bardak su alıp masaya geçtim. Tabaktan kestiğim bir dilim yağlamayı alıp ağzıma attığımda annemin yaptığı gibi lezzetli gelmedi. Annemin eli değmemişti çünkü. O bir tuz dahi atsa yaptığım bir yemeğe dünyanın en güzel yemeğini yemişim gibi hissederdim. Bir dilim yağlama ve su ile karnım doydu hemencecik. Midem almıyordu hiçbir şeyi ki bunu yemek bile benim için büyük bir adımdı. Yemeğin üstünü örtüp mutfaktan çıktım ve annemin yatak odasına geçtim her zamanki gibi. Üçünün kıyafetlerini yan yana dizip yatağa yattım. Işığı kapatıp sadece gece lambasının loş küçük aydınlığı ile kaldım odada. Gözlerimin ne ara kapandığını bilmeden kokularla öylece kumaş parçalarına sarılmış uyurken o kadar güzel bir rüya içerisindeydim ki... Ailem yanımdaydı evimizdeydi. Annem mutfakta yemek yaparken ablam salonda oturmuş telefon izliyordu. O çok sevdiği dizi başladığı için kesinlikle bir dakika bile ayrılmazdı tv başından. Sanki izlemese dünyanın sonu gelecekti. Babam ekmek almaya gitmiş o gelince yemeğe oturacaktık. Ve sonra kapı çaldı. Annem o küçük ayakları ile hafif hızlı tempoda koşarak kapıyı açtı. Poşet hışırtısı geldi kulağıma. Ekmeklerin taze kokusu burnuma dolarken biraz sonra babamın o koca vücudu ile odayı doldurduğunu görecektim. Ve beklenen o ritmi duydum. Terliklerin şıpıdık şıpıdık sesleri en sevdiğim şarkının ritmi gibi geliyordu kulağıma. Tak tak... Ama sonra birden o yumuşak terliğin sesi değişti. Sanki kundura ayakkabı sesine dönüştü. Kaşlarım çatıldı. Nasıl oluyordu ki bu? O rüyadan uyanmama sebep olan şey burnuma bastıran kötü kokulu bir bez parçasıydı. Nefesim kesilirken gözlerim kocaman açıldı. Ve o an göz göze geldim yüzünde siyah maskesi olan ve sadece gözleri görünen o cellatla. Mavi gözlerim onun endişeyle bana bakan kahverengi gözleriyle çakıştı. Nefes almak için burnumu çektiğim her an vücudum halsizleşmeye başladı. Kolum uyuştu. Burnuma baskı yapan elinin üzerindeki elim yavaş yavaş gücünü kaybetti. Gözlerim tıpkı elim gibi yavaşça intihar etti ellerinden. Ve gözlerim kapanışı yapılıp perdesi çekilen bir tiyatrosu sahnesi gibi karanlığa gömüldü. Savaşı kaybettim... Gördüğüm rüya kalbimde yanan yangını söndürüp küllerine papatyalar ekmek gibiydi. Özlem gidermekti. Bir nebze olsun damlayan su gibiydi. İnsan göremediği sevdiklerinin varlığını rüyasında dahi olsa görüp hasret giderdiğinde ağzına çalınan bir damla balla kanıyordu işte. Vücudum pamukların üstünde gibi o kadar yumuşacık bir yerdeydi ki. Bilincim yarı açıktı. Baş ucumda dikilip nabzıma bakan alnımdaki dikişimi ve bileklerimi kontrol eden birileri vardı. Elleri yüzümde dolanıyordu. Uğultulu da bir ses vardı. Anlayamıyordum. Zihnim o kadar bulanıktı ki neyin ne olduğunu anlayacak durumda değildim. Açık olan zihnim tekrar kapandı. Bu döngü ne kadar sürdü bilmiyordum açıkçası. Ama vücudumun sanki bir kargo paketi gibi birilerinin elinde bir yerlere taşınıp taşınıp durduğunu hissediyordum. Bir an yüzüme serin, rüzgarın kokusu çarparken bir an sonra o rüzgarın kesilip hoş kokuların geldiği kapalı bir ortama girdiğimizi anlıyordum. Ve bir de başka bir dil... Uğultulu geliyordu sesler ama emindim ki kesinlikle aynı dilden konuşmuyorduk. Hızlı bir şekilde anlamadığım bir dil kaşlarımı çatmama sebep oldu. Neredeydim böyle ben. Göz kapaklarımı aralamak ve nerede olduğuma bakmak istiyordum ki bunun için oldukça çaba sarf ettim. Ama bu çabam burnuma bastırılan o kötü koku ile tamamen bertaraf edildi. Bilincim tamamen gitti. Fakat bu defa kimse müdahale etmeden kendime gelmeyi başardım. Gözlerimi zorlukla açtığım anda gözüme çarpan beyazlıklar ile gözlerim kısıldı. Fakat çok geçmeden alıştı ışığa. Yumuşak pamuk gibi bir yatağın içindeydim. Üstüme attıkları ince pike sayesinde sıcaktan bunalmam engellenmişti. Baş ucumdaki komidinlerden sol tarafta koca bir çiçek buketi hemen yanımdaki sağ komidinde ise bir bardak ve sürahi bulunuyordu. Gözlerim sürahiden baş ucumda takılı duran ve yavaş yavaş akan seruma kaydı. O boruyu takip edip elimin üstünde görmek kaşlarımı çatmama sebep oldu. Bayılmış mıydım yoksa. Zihnimi yokladım bir an. Ama hayır ben en son evindeydim. Uyuyordum. Sonra, sonra... Hatırladığım detayla gözlerim kocaman açıldı. Biri eve girip beni bayıltmıştı. Olanlar gözümün önünden geçtiği sırada bulunduğum odanın kapısı açıldı. Üzerinde hemşire önlüğü bulunan kadın gülümseyerek yanıma geldi ve serumumu kontrol edip yüzüme baktı. Birşeyler dedi. Anlamadım. Türk olmadığı belliydi. Peki türk değilse ve burası bir hastane değilse ben neredeydim. Kadının her bir kelimesi ile kaşlarım gittikçe çatılıyordu. Anlamadığımı bilmiyor muydu? İngilizce belki anlaşabilirdik. -"Seni anlayamıyorum." Bu defa da kadın yüzüme bakmaya başladı. Anlayamadığı belliydi. 'Yaa nasıl bir hismiş anlayamamak?' diye sormak istesem de kendimi tuttum. Şuan çözmem gereken bir durum vardı. Hatta kendimi kurtarmam gereken bir durum... Kadın beni anlamayınca yine kendi dilinde konuşarak yanımdan uzaklaştı. Koca odada beni yalnız bırakınca detaylı inceleme fırsatı buldum. Çok büyüktü. Camlar boydan boya olduğu için odanın içinde ferahlık hakimdi. İnce tüller rüzgarın sert esintisine dayanamayıp hoyratça savruluyordu. Karşı tarafta kalan sallanan süt kahvesi rengindeki koltuk ve sekiz çekmeceli bir şifonyer vardı. Üzerinde türlü türlü parfümler, majyaj malzemeleri ve tarak seti ile genç bir kadının odası olduğunu anlamak saniyelerimi aldı. Ve iki kapı daha vardı odanın içinde. Ebeveyn banyosu olmalı bir kapı. Ama diğer kapı ne içindi. Gözüm odada giyinme dolabı aradı fakat bulamadım. Muhtemelen o kapı da giyinme odasıydı. Odaya girilen kapının yanında kocaman boydan bir ayna vardı. Kendi odamdaki aynama benzettim onu da. Aynaları seven bir insandım ben. Üstümü başımı düzeltip tertipli durmak benim için önemliydi bu yüzden nerede ayna görsem durup kendime bakardım. Benim odayı incelemem durmaksızın devam ederken kapının açılması ile gözlerim kapıya odaklandı. Önce o yabancı hemşire girdi. Bana gülümseyerek baktıktan sonra kapıya döndü ve içeriye benim gözlerimin faltaşı gibi açılmasına sebep olan insanlar girdi. Hiç beklemediğim bir anda karşıma çıkan bu dört yabancı dilimin tutulmasına neden oldu. Francesco, Andrea, Matteo ve Sergio. Nutkum tutulmuş gibiydi adeta. Ama benim aksime onların yüzlerinde hep aşina olduğum o gülümseme asılı duruyordu. -"Ciao mia bella." Andrea'nın neşeli sesini duyduğumda aklıma gelen soruyu sordum kafa karışıklığı ile. -"Neredeyim ben?" Bana İtalya'ya döneceklerini söylemişlerdi turumuz bitince. Francesco gülümsedi. -"İtalya'ya hoşgeldin bebek." Duyduklarım dalga dalga yayıldı zihnime. Ne demişti o? Ne İtalya'sı?
Yeni kullanıcılar için ücretsiz okuma
Uygulamayı indirmek için tara
Facebookexpand_more
  • author-avatar
    Yazar
  • chap_listİçindekiler
  • likeEKLE