YILDIZ ASKER

4916 Kelimeler
Kimse sınanmadığı günahın masumu olmadığı gibi kimse yokluğunu hissetmediğinin kıymetini de bilmiyor… YILDIZ DAĞHAN Ayağımdaki postalları çıkarıp ceketimi asarak uzun zaman sonra ilk kez yumuşak bir halının üzerine ayaklarımla basmak için çoraplarımı da çıkardım. Bu his… Dağlarda görev yapmak güzeldi, bazen operasyonlar için yurt dışına gittiğimizde lüks otellerde de kalırdık ama insanın evi gibisi kesinlikle yok. Ailemle bağlarımı kopardıktan sonra bir evin nasıl hissettirdiğini çok daha iyi anlamıştım. Doğup büyüdüğün bir yer olması oranın ev olduğu anlamına gelmiyor. Suat Dağhan’ın kızıysanız soğuk duvarlarla çevrili bir yerde sadece nefes almanıza izin verilirdi çünkü… “Şimdi o günleri düşünmenin sırası değil Yıldız” diyerek yumuşak halının verdiği hissin keyfini çıkararak üzerimdekileri tek tek çıkarıp sağa sola attım ve banyoya girdim. Sıcak bir duşun halledemeyeceği hiçbir şey yoktu bana göre. Tenim buruş buruş olana kadar sıcak suyun ve duş jelinin yaydığı kiraz çiçeği kokusunun tadını çıkarırken kaçıncı kez olduğunu saymadığım telefonun sesine daha fazla kayıtsız kalamadım. Daha yeni eve girdim ve yeni bir görev olmayacağını düşünerek aslında telefonu umursamamıştım ama normalde her an görev çıkacakmış gibi telefonumdan ayrılmazdım. Bornozuma sarılarak duştan çıktıktan sonra saçımı da havluyla sardım ve banyodan çıktım. Tekrar telefon çaldığında “çatladı” diye homurdanarak telefonumu ceketimin cebinden çıkardım. Ekranda gördüğüm isimle az önceki huysuzluğum geçmiş yüzüme bir tebessüm yayılmıştı. “Oooo… Keskin… Sen beni arar mıydın?” Cihan… MSÜ’de tanıştığım arkadaşlarımdan biri. Aslında o ve Doğan benim üst sınıfımdaydılar ama bazı derslerde bir araya gelirdik. Özellikle savunma derslerinde ortak aldığımız derslerimiz olurdu. “Yıldız Asker… Bakıyorum da her yere namını salıyormuşsun” “Eh, Akıncı Timi kadar olamazsak da elimizden geleni yapıyoruz” diyerek gülümsedim. “İyi o zaman artık Akıncı Timiyle çalışırsan sen de bizim kadar olabilirsin” dediğinde gözlerim ışıldadı. “Ciddi misin?” “Timi büyütüyoruz, sen de hemen hazırlanıp gel. Ama baştan söyleyeyim sen de elemelerden geçeceksin, tıpkı diğer adaylar gibi” Omzumu silktim. Hiç sorun değildi, kendime güveniyordum. Zaten benim o elemeleri rahatlıkla geçeceğimi bilmeseler ne Doğan ne de Cihan beni çağırmazdı. Doğan, timini seçerken en iyileri bir araya toplamaya özen gösterirdi. “İlla biraz şov görelim diyorsunuz yani” dediğimde kahkahası hattın diğer ucunda yankılanıyordu. Biraz daha sohbet edip şakalaştıktan sonra “yarın orada olurum” deyip telefonu kapattım. Kendimi yatağın üzerine attım ve gülümsemeye başladım. Yatakta öyle keyif yaparken hâlâ elimde tuttuğum telefonu kaldırıp abimin numarasının üzerine bastım. Birkaç çalıştan sonra açıldı. “Kardeşim?” diyen sesi aramamdan memnun olduğunu belli ediyordu. “Abicim” “Özlettin bu sefer” dediğinde eridim. Ben de özlemiştim ve bu duyduğumla gözlerim doldu. “Ben de seni özledim” dediğimde birkaç saniyelik sessizlik oldu. “Geliyor musun? En azından birkaç günlüğüne İstanbul’a gelemez misin?” “Aslında gelmeyi düşünüyordum ama-“ “Yine göreve mi çıkıyorsun? Daha yeni geldin görevden” “Hayır görev değil, en azından şimdilik. Doğan’la Cihan’ı hatırlıyorsun değil mi? MSÜ’de üst sınıfımdaydılar.” “Evet, hatırlıyorum” “Onların timine geçiş yapmak için davet aldım. O yüzden yarın Ardahan’a geçeceğim” dediğimde sesi bir an kesildi. “En azından çevrende güvenilir insanlar olur” diye kendi kendine konuşur gibi mırıldandığında kaşlarım çatıldı. “Bu da ne demek şimdi? Hem senin sesin neden bu kadar kötü geliyor? Canını sıkan bir şey mi var?” “Halledemeyeceğim şeyler değil. Sen kafana takma” “Ne demek kafana takma, ne olursa olsun yanındayım biliyorsun. Eğer benim yapabileceğim bir şey-“ “Of Yıldız, bir şey yok. İşle ilgili. Ben hallederim diyorum, neden uzatıyorsun?” dediğinde konuyu kapatmaya çalıştığının farkındaydım ama bir kere ‘bir şey yok’ dediyse ağzından kolay kolay laf alamazdınız. Klasik Yavuz Dağhan… “Uzatmıyorum, sadece senin için endişeleniyorum. İstemediğin bir evlilik yaptın, istemediğin halde babamın işlerinin başına geçtin, her şeyle tek başına uğraşmak zorunda kaldın” “Sen bunları düşünme ben gayet iyiyim… Sadece küçük kardeşimi özledim” “Küçüleyim de cebine gireyim o zaman” dedim takılarak ama sesinde başka bir şey vardı. “Sen her zaman benim küçük kardeşimsin” dediğinde yüzümde gerçek bir gülümseme belirdi. “Seni seviyorum abi” “Seni seviyorum kardeşim” deyip telefonu kapattık. Çok duygu yüklendiğimiz anlarda bu iki cümle ile kapatırdık telefonu. Daha fazla konuşamayacağımızı anlardık. Üzerimi değiştirip güzel bir uyku çektikten sonra Ardahan yolculuğu için hazırlandım. Ertesi sabah erkenden üsse gidip Ardahan’a gidecek ekibe katıldım. Benim dışımda birkaç kişi daha Ardahan’a gidiyordu. Ardahan’a indiğimizde Cihan’ı aradım. “Ben geldim” “Tamam, karargaha gel. Doğan henüz gelmedi, birlikte bir şeyler yiyelim” dediğinde Akıncı Beyimize bir sürpriz yapmak istedim. “Doğan geleceğimi biliyor mu?” “Seni çağırmamı söyledi ama geleceğini henüz söyleme fırsatım olmadı” dediğinde gülümsedim. “Sen bana bir evin konumunu atsana, toplantıdan önce bir Kumsal’ı Serpil Teyzem’i göreyim” “Tamam, daha var toplantıya zaten” dediğinde keyfim yerindeydi. Bizim aramıza ne kadar yıllar girse de asla aramızdaki samimiyet kaybolmazdı. Hani bir zaman çok yakın olduğunuz arkadaşlarınız olur ama araya bir şeyler girer uzun süre görüşemezsiniz. Aradan zaman geçmesine rağmen karşılaştığınızda yine aynı samimiyetle birbirinizi karşılarsınız ya… İşte bizim aramızdaki tam olarak buydu. “Tamam, orada görüşürüz” deyip telefonu kapattıktan kısa süre sonra konum bilgisi gelmişti. Taksi bir sitenin önünde durduğunda görevliye Doğan Akın’ın misafiri olduğumu söyledim. O da bir şey sormadan beni içeri aldı. Doğan nasıl böyle bir güvenlik zafiyetinin olduğu yerde otururdu. Hem de eşi ve çocuklarının olduğu yerde. Kapıyı çaldığımda anında açılmasını beklemiyordum ama karşımda evden çıkmak üzere olan bir Doğan ve yanında annesi ile karısı olduğunu tahmin ettiğim çok güzel bir kadın vardı. “Üstteğmen Yıldız Dağhan” diyerek bana gülümseyen eski dostuma “Kıdemli Yüzbaşım” diyerek imalı bir selam verip sarıldım. Doğan’dan ayrıldıktan sonra artık iyice yorgun ama bir yandan sitemli bakan bir çift gözle karşı karşıya kaldım. “Aman Allah’ım, bir insan bunca sene hiç mi yaşlanmaz? Serpil Sultan… Güzellik sırlarını söyle de biz de faydalanalım, vallahi bu gidişle evde kalıcam” diyerek şakayla karışık hasret giderdim. “Deli kız… Şimdi mi aklına geldik? Onca sene bir kez bile aramadın” diye sitem eden Serpil Teyzeme suçlu suçlu gözlermni yere indirerek cevap verdim. E kadın haklıydı sonuçta… “Vallahi ne desen haklısın… Hayırsızlık ettim. Hiçbir özrüm de yok…” dediğimde bana kıyamayıp gülümsedi. “Anne, bırak aramayı, düğünüme bile gelmedi” diyen Kumsal’la sarıldıktan sonra arkasında duran beyefendiyi gösterdi. “Eşim Demir” diyerek onunla tanıştıktan sonra kapıda gördüğüm güzel kadın “Merhaba, hoş geldiniz, ben de Deren, Doğan’ın karısıyım” dediğinde ona da sarıldım. “Demek bizim Kazanova’yı dize getiren kadın sensin” deyip gülümseyerek Deren’e baktığımda Deren şaşkın şaşkın bana baktı. “Ay Doğan, nereden buldun bu kadını? Maşallah, Allah özenmiş bezenmiş boş vaktinde üzerinde ciddi emek sarf ederek yaratmış sanki” deyince Serpil Teyzem “tövbe tövbe” dese de gülümsüyordu. “Teşekkür ederim, siz de çok güzelsiniz” diye kibarca konuşmaya çalışan Deren gerçekten çok güzel ve asil duruşlu bir kadındı. Güzelliği yüzünden burnu havada olan o sosyete kadınlarına benzemiyordu hiç. Yıllarca onların arasında kaldıktan sonra böyle duru güzellikteki bir kadının asil duruşundan etkilenmemek mümkün değildi. Eh, bizim Akıncı Beyine de böyle bir kadın yakışırdı zaten. Yerde bir halının üzerinde oynayan çocukları görünce “Bu ikizler kimin bakalım” diyerek onlara yöneldiğimde Doğan müdahale etti. “Dur orada! Önce git ellerini yıka. Kim bilir hangi savaştan çıktın da ayağının tozu geçmeden buraya geldin. Çocuklarıma dokunmadan önce git bir lavaboya” dediğinde Deren “biraz kibar mı olsan!” diyerek araya girdi. Demiştim asil kadın… Kumsal’la birlikte gittiği lavabodan döndüğümde biraz çocuklarla oynadım, biraz hoşbeş ettikten sonra Doğan “Hadi çıkalım, biraz da akşam yemekten sonra oynarsın çocuklarla” dediğinde Deren de ayaklandı. “Sen nereye?” diye soran Doğan’a kaşlarımı çattım. Öküz geldi öküz gidecekti. Kız kocasını uğurlamaya kalkıyordu, o ise kadına nasıl davranıyordu. Onlar konuşurken ben çoktan kapıya çıkmıştım. Sonuçta biz ne kadar Doğan’la yakın olsak da evli insanların biraz mahremiyete ihtiyacı vardı. Kapıda Doğan’ı beklerken sadece son söylediğini duydum: “…geldiğimde de doktora gideceğiz” “Hayırdır, rahatsız mısın?” diye sordum bir anlık dalgınlıkla ama Deren rahatsız olmuştu sanırım “Özel bir durum!” diye sertçe cevap verince kendime kızdım. Karı kocanın konuştuklarını dinliyormuş gibi oldum. Deren yerinde olsam ben de rahatsız olurdum. “Ah… Af edersin… Geçmiş olsun” diyerek kapının önünde duran, Doğan’a ait olduğunu tahmin ettiğim arabaya yöneldim. Arabada küçük bir sohbet yaptığımız Doğan’a takılmadan duramadım tabii ki… “Asla evlilik insanı değilim, bir kadının beni eve bağlayabilmesi için aklî melekelerimi yitirmiş olmam gerek” diyerek onun daha önce söylediklerini ona söyleyerek kahkaha attım. “Geç sen dalganı geç… Senin de aklını başından alan çıkar elbette…” “Vallahi devrem hiiiiç bu konuda senin gibi büyük konuşmak istemesem de konuşacağım. Aklî melekelerimi yitirmiş bir insan olarak evlilik hâlâ benim için uzak değil imkânsız bir durum. Asla bir erkeğin kahrını çekemem. Ben özgürlüğümü seviyorum. Sonra başlayacak ‘yok mesleğini bırak, yok annelik ve askerlik bir arada olmaz…’ hiç uğraşamam. Ben mesleğimi seviyorum ve kimsenin mesleğimle arama girmesine ihtiyacım yok” diye uzun uzun düşüncemi belirttim. Mesleğim ve ben gayet iyiydik baş başa… “Bu arada evlilik sana yaramış…” dediğimde hemen lafı bana çevirdi. “Dene istersen sana da yarayabilir” “Ağzından yel alsın, tövbe de lan!” dediğimde numaradan bana sinirlenmiş gibi yaptığının farkındaydım. “Karşında komutanın var, ona göre dikkatli konuşsan iyi edersin” “Rütbede değiliz ki… Rütbede olsak, hımmm… O zaman zaten bu konulara girmeyiz değil mi Akıncı beyi…” “Özlemişim seni” dediğinde aramıza neden mesafe koyduğumu hatırladım. O manyak eski nişanlım… Aslında nişanlım bile demek saçmaydı, çünkü ben onunla hiçbir zaman evlenmeyi kabul etmemiştim. Babalarımızın biz küçükken birbirlerine verdikleri sözden ibretti, ama o bunu fazla ciddiye almıştı. “Ben de sizi özledim ama biliyorsun… O manyağın sizden uzak durması için aramıza mesafe koymak zorundaydım, değilse en başından beri aynı timde olabilirdik. Sonra da araya zaman ve görevler girdi. Neyse ki manyak evlendi de kurtulduk. Bundan sonra beraberiz” dediğimde başıyla beni onayladı. “Abin nasıl?” diye sorduğunda aklıma en son yaptığımız konuşma geldi. “Bu ara bazı sıkıntıları var ama çözeceğini söylüyor. Detay vermedi ama onun canını epey sıktığı belli. Yapabileceğim bir şey var mı diye sorduğumda şiddetle reddetti. Bu da şüphelenmeme yol açtı ama çözemezse ve biraz daha canının sıkkın olduğunu görürsem ilgileneceğim” dedim. “Abin sağlam adamdır. Ona kolay kolay bir şey olmaz. Eh ne de olsa Yıldız Dağhan’ın abisi” dediğinde eski zamanlardan kalma sosyetik Yıldız Dağhan edasını takındım. “Eh tabi sen de haklısın, bir Yıldız Dağhan’ın abisi kolay olunmuyor…” deyip kahkaha attım. Karargaha geldiğimizde toplantı başlamak üzereydi. Doğan herkese hitaben “1 saat sonra size katılacağım, Cihan size ön bilgilendirmeyi yapar” diyerek çıktı. Cihan bana ve ekibe katılmak için gelen adaylara yeni timin neden daha büyük olacağından, etki alanından ve görevlerinin zorluk seviyesinden bahsettiğinde aslında yıllardır böyle bir ekibin gerekliliğini düşündüğüm aklıma geldi. Bu timin şu anda kurulacak olması ve benim de bu time dahil olacak olmam düşüncesi beni heyecanlandırdı. Elbette şu an toplantıda bir adaydım ama elemeleri geçeceğimden emindim. Toplantı bittikten sonra Cihan, beni asıl timdekilerle tanıştırdı. Tufan, Toprak, Cihan ve Onur… Hepsi hem bana yakınlık göstermiş hem de diğer adaylar arasında yanlış anlaşılmalar olmasın diye mesafeyi ayarlamaya çalışmıştı. Saat ilerlediğinde Doğan da gelmişti ama toplantı çoktan bitmişti. Muhtemelen işi uzamıştı. Akşam yemeği için beni eve çağırdığında önce reddetmek istedim ama Doğan en azından bu akşamlık misafir olmamı isteyince itiraz edemedim. Sonraki günlerde karargahta kalırdım, tıpkı diğer adaylar gibi… Eve gittiğimizde keyifli bir akşam yemeği oluyordu. Geçmişten, MSÜ’deki anılarımızdan bahsediyorduk ama Deren bir anda kötüleşince Doğan’la birlikte yukarı çıktılar. Ne olduğunu anlamamıştım… “Ben yanlış bir şey mi söyledim?” diyerek Kumsal’a ve Serpil Teyze’ye baktım. “Yok, kızım… Deren çok ağır şeyler yaşadı… Kaçırıldı, çocuklarının ve ailesinin öldürüldüğüne inandırıldı, anılarıyla oynandı…” diye anlatmaya başladığında ağzım açık kalmıştı. Tüm bunları yaşamasının üzerinden 10 gün geçmiş olmasına rağmen o çok güçlü görünüyordu. Normal bir insanın şu an aklını kaçırmış olması gerekirdi. O adamların Deren’e yaptıklarını dinlerken sinirlenerek “şerefsiz, cibiliyetsiz, ciğersiz, dalaksızlar…” diye bir başlamış, oldukça orijinal küfürlerle devam etmiştim. Sonra gözlerim Serpil Teyze’yle buluştuğunda gözlerimi kapatıp bir soluk aldım ve “Kusura bakma Serpil Sultan” dediğimde Serpil Teyze de “ağzın bal yesin kızım” demişti. Bu kez hepimiz şaşkın şaşkın ona bakmıştık. “Bu adam hâlâ nefes alıyor mu?” diyerek Doğan’a baktığımda gözlerinden çıkan ateşten anlamıştım, pislik yaşıyordu. “Yarın bu adamla özel bir sohbet geçirmeme müsaade var mı?” dediğimde aslında izin vermese de o ziyareti bir şekilde yapacaktım ve Doğan da bunu biliyordu. “Çok da samimi bir sohbet olmasın” dediğinde tek kaşımı kaldırarak ona baktım, fazlasıyla samimi bir sohbet olacağından emin olabilirdi. Öyle iki tokatla kurtulamazdı… “Sağ kalsın” diyerek beni uyardıktan sonra “Kusura bakmazsan ben Deren’in yanına çıkayım. Tek kalmasın” dedi. “Tabi, git yanına… Ben nasılsa artık buradayım” dedim Serpil Teyze’ye dönüp “anne bu gece çocukları senin odana alalım da Deren rahat bir uyku geçirsin olur mu?” dediğinde Kumsal “ben de bakabilirim” dedi. “Sen uykudan gözünü açabiliyor musun ki?” diyen Serpil Teyze’ye alık alık baktım. Ben yokken Kumsal uykucu birine mi dönüşmüştü? Halbuki hiç uyumadan kamp yaptığımız günlerimiz olmuştu. “Neden açamıyorsun ki?” diye sorduğumda hepsi birden “hamile” dediklerinde çığlık çığlığa Kumsal’a sarılmak için ayaklandım. “Yavaş kızım yavaş, çocuk ters döndü karnında” dediğinde Demir’e “o daha minik bir bezelye” diyen Kumsal’dı. “Bezelye de olsa çocuk sonuçta” diye direten Demir’e gülümsedikten sonra “hadi ben kaçtım size iyi geceler” deyip Doğan yukarı çıktı. Arabada konuştuklarımız geldi aklıma. Karısını bu kadar seven arkadaşımın yaşadığı da kolay değildi. Düşünsenize karınız sizi hatırlamıyor ve hatta başkasını kocası sizi de düşmanı sanıyor. Sabah erkenden uyanmaya alışık olduğum için kimseyi rahatsız etmeden evden çıktım. Karargaha gidip sabah sporumu yapmak istedim. Sabah sporu dediysem aslında Deren’e yapılanlardan dolayı biraz ter atmak istemiştim. Hangi kadın olursa olsun aslında aynı şekilde hisseder öfkelenirdim. Erkek egemen bir dünyada büyüyünce kadınlara acı çektiren erkeklerden doğal olarak nefret edebiliyordunuz. Bunu erkek düşmanlığı ya da aşırı fenomenizm olarak görmemek gerek. Çünkü kadınlara hak ettiği değeri verenler de vardı: abim gibi, Doğan gibi, Cihan gibi… Ama ne zaman bir kadına yapılan duygusal ya da fiziksel şiddetle karşılaşsam deliriyordum. Elbette psikolojik şiddete de… Deren’e yapılanlar canımı çok sıkmakla birlikte bir süredir (son görevim 3 gün önceydi bu arada) enerjimi atamadığım için bu sabah sporu iyi gelecekti. Doğan’a da evden çıkarken haber verdiğim için rahat rahat karargaha gidip misafirhaneyi ziyaret edebilirdim. Karargaha geldiğimde önce Cihan’ın yanına gittim. Spor salonunda olacağını söylemişti. “İyi çalışmalar” diyerek yanına gittiğimde “gel birlikte çalışalım, özlemişsindir sen benim dayağımı” dediğinde yüksek sesli bir “hahh!” çıktı ağzımdan. “Seninle 10 kez dövüştüysek 1 tanesini kazanmışsındır ve hâlâ doymuyorsun. Dedikleri doğru, yenilen pehlivan…” diyerek damarına bastım. “O günlerin üzerinden çok zaman geçti” dediğinde haklıydı. “Oldu” dedim o zamanlarımızı hatırlayarak… Güzel zamanlardı… “Daldın…” dediğinde gözlerimi ona çevirdim. “Beni misafirhaneye götürür müsün? Sabah sporumu orada yapacağım da…” Gözlerini kısarak bana baktığında gözlerimi kırpıştırdım, masum masum… “Doğan’ın haberi var mı?” “Onun haberi olmasa misafirhaneyi bilmezdim herhalde değil mi?” “İyi bakalım… Gidelim… Eğlenceli olacak…” dediğinde sinsince gülümsedim. Hem de çok eğlenceli olacak. Cihan’la birlikte misafirhaneye geçtiğimizde kapıda timden olduğunu öğrendiğim iki kişi vardı. Onlara kısaca selam verip içeri geçtiğimde Cihan da benimle girdi. “Selam gençler” dediğimde karşımda enkaza dönmüş iki kişi vardı ama hâlâ kum torbası olarak iş görürlerdi bence. Sonuçta hâlâ nefes alabiliyorlardı değil mi? Kendime has işkence yöntemlerim olduğundan bahsetmemiştim değil mi? Evet işkenceye karşıyız tabii ki asker olarak ama bazen maalesef o kadar ağzı sıkı kişilerle karşılaşıyorduk ki ağızlarından laf alabilmek çok zor olabiliyordu. Etrafımıza baktığımda kullanabileceğim bir şeyler aradım. Eski bir sandalyeyi gördüğümde onu elime alıp fırlattım. Yerinden çıkan bacaklarından birini duvarın dibine yerleştirip ayağımla kırdım. Cihan başını iki yana sallarken gözleri yarı açık, sandalyeye bağlanmış halde olan iki adam ne yaptığımı anlamaya çalışır gibi beni izliyordu. Kırılan bacağın iki parçasını alıp onlara doğru ilerlediğimde yüzüme tehditvari bir gülüş kondurmuştum. Derin bir nefes alıp bıraktım, aslında bu nefes alışveriş sakinleşmem için değil; bir işe başlarken alınan nefes gibiydi… “Eee… Nasılsınız? Bizimkilerin misafir ağırlamasından memnun kaldınız mı?” dediğimde yüzlerinde küçümseyici bir bakış vardı. Hayatım boyunca bu bakışı binlerce kez görmüştüm. “Bu kadın da kim? Bu kadın kendini ne sanıyor? Bu kadın bizim karşımızda ne yapabilir ki?” gibi pek çok anlamla bu bakışları binlerce kez görmüştüm. “Yoksa kalmadınız mı?” diyerek dudağımı bükerek Cihan’a döndüm. “Cık cık cık… Hiç size yakışıyor mu? Bir de Türk askeri olacaksınız… Misafirlerimizle neden güzelce ilgilenmediniz ki?” deyip onlara geri döndüm. “Merak etmeyin, artık beraberiz… Emin olun sizinle çok iyi ilgileneceğim” deyip iki elimdeki tahta kazıkları her ikisinin birer bacağına aynı anda sapladım. Acı içinde çığlık attıkları sırada bacaklarından oluk oluk kan akıyordu. “Bir kadına evlatlarının öldüğünü söylediğinizde kalbinin her bir santimine bıçak saplanıyormuş gibi acı çeker. Sizin şu an bu küçük tahta parçasındaki kıymıkların da etkisi ile çektiğiniz bu acı var ya… Heh işte o acının bin katını düşünün… Siz o acı içindeki kadının çökmüş psikolojisi üzerine bir de zihnini bulandırdınız… Bu çektiğiniz acı hiçbir şey” dediğim sırada telefonu çalan Cihan bana işaret verip dışarı çıktı. Adamlardan biri acı dolu inlemelerinin arasında bana gözlerini dikti. “Yıldız Dağhan…” dedi tıslayarak. Kaşlarım çatıldı. Bu adam beni nereden tanıyordu ki? “S-sen adımı nereden biliyorsun?” “Sadece seni değil, tüm aileni biliyorum” “Ne saçmalıyorsun sen?” “Beni buradan çıkaracaksın…” dediğinde yüksek sesli bir kahkaha attım. “Sen gerçekten delisin… Senin gibi bir mahluku neden buradan çıkarayım?” “Aileni, özellikle de abini düşünüyorsan çıkaracaksın” dediğinde sinirle az önce kahkaha atan dudaklarım gerildi ve düz bir çizgi halini aldı. Bacağına saplı halde duran tahtayı çevirerek bastırdım. Az önceki kadar olmasa da yine de inledi. Acıya dayanıklı olduğu belliydi… “Seni şuracıkta öldürmeme ne dersin?” “O zaman ailen hakkındaki gerçekleri asla öğrenemezsin” diye soluk soluğa konuştuğunda ne saçmaladığı hakkında bir fikrim yoktu. “Git abinle konuş. Sonra geri gel… İşte o zaman beni neden buradan çıkaracağını tekrar konuşuruz” dediğinde suratına bir yumruk atıp bayılmasını sağladım. Cihan yanında bir askerle geldiğinde dün tanıştığım tim üyelerinden biri olduğunu hatırladığım. “Üsteğmen Onur Ulusoy” diyerek selam verdim, o da bana “Üsteğmenim” diyerek aynı şekilde selam verdikten sonra baygın olan adama baktı. “İtinalı bir çalışma olmuş” dediğinde yarım ağız gülümsedim “Misafir seviyorum” dedim ve kapıya doğru ilerledim. Adamın söylediklerinden sonra abimle konuşmam şarttı. Ne demek istediğini öğrenmeliydim. Özellikle de abimin son zamanlardaki sıkkın hallerini düşününce bilmediğim bir şeyler olabilirdi. Onur ve Cihan’la kahvaltı yaparken Onur’un garip bakışlarından rahatsız olmuştum. Neden bana bu şekilde bakıyordu ki? “Hayırdır Üsteğmenim birine mi benzettiniz?” dediğimde kaşlarını soru sorar gibi çattı. “Anlamadım?” “Garip garip bakıyorsunuz da… Birine benzettiniz herhalde diye düşündüm” dedim üstten üstten konuşarak. “Hayır, sadece yeni tanıdığım insanları incelerim, ondan size garip gelmiş olabilir bakışlarım” derken yüzünde poker suratı takılıydı ve ben çok oynamıştım bu oyunu. “Öyle olsun” deyip sustum. Doğan’ı beklerken bahçeye çıkıp abimi aradım. Sesi bu kez keyifli geldiği için rahatladım. Belki sadece işle ilgili bir meseleydi ve artık sorunu çözmüştü. “Keyiflisin bakıyorum” “Baba oluyorum” dediğinde yüzümdeki gerginlik hafiflemiş mutlu olmuştum. “Yes be…. Hala oluyorum tekrar” “Evet Yıldız, önemli olan zaten senin hala olman” diye takıldığında umursamadım. “Tabii ki… Senin tek işlevin zaten beni hala yapmak” dediğimde gülüyordum. Karargaha gelen Doğan’ın arabasını gördüğümde ona adamla konuştuklarımızı söyleyip söylememe konusunda kararsız kalmıştım. “Gelmeyi düşünüyor musun?” diyen abimin sesi ile tekrar konuşmamıza dikkat kesildim. “İzin alabilirsem yarın oradayım” dedim. “Sevindim… Seni özledim kardeşim” “Ben de seni özledim abim. Üstelik küçük prensesime söyle halası ona çok istediği barbi bebek evini de getirecek” dediğimde abim “hayır” dedi. Omuz silktim tabii ki… Benim prensesimin bir sürü barbi bebek evi vardı ama o her yeni model çıktığında istiyordu. Halası olarak benim de onu mutlu etmek gibi bir görevim vardı sonuçta… “Sana ne be karışma bize” dedim. Bir süre daha konuştuktan sonra bahçede bulduğum bir yere oturdum ve düşünmeye başladım. Ne kadar düşünürsem düşüneyim sonuç aynıydı. Adamın bana söylediklerini Doğan’a anlatmalıydım. Bilmesi gerekiyordu. Bana güvenip beni timine alan dostuma ihanet demekti ondan bunu saklamak. Bu yüzden kesinlikle söyleyecektim ama abimle konuşup bir şeyler öğrendikten sonra. Eğer gerçekten ailemin bu adamın dediği gibi kirli bağlantıları varsa da Doğan’a anlatacaktım. Çünkü bunları bile bile beni hâlâ timde isteyip istemediğine tekrar karar vermesi gerekiyordu. Ama dediğim gibi abimle konuştuktan sonra… Doğan’ın odasına geçtim ve ona abimle görüşmek için gitmem gerektiğini söylediğimde izin verdi. Telefonu çalınca alık alık gülen suratından karısıyla konuştuğunu anlamıştım. En azından o mutluluğu bulmuştu… Konuşması biterken akşam yemeği için benim de geleceğimi söylediğini duydum. O telefonu kapatınca “Ben hiç gelmeden direkt gitsem?” diye sorsam da bana ters ters baktı. “Yemeğini ye vedalaş gidersin” dediğinde ben de itiraz edemedim. Akşam yemeğimizi yedikten sonra Doğan, askerî helikopterle İstanbul’a gitmem için gerekli ayarlamaları yaptı. İstanbul’a indiğimde aslında önce eve gidip abime sürpriz yapmayı düşünüyordum ama annemle de karşılaşmak istemiyordum. Abimi arayıp dışarıda görüşmek o an için daha mantıklı geldi. İkinci çalışta açılan telefona cevap verirken sesi endişeliydi. “Bir günde iki kez aranıyorsam bir sıkıntı var demektir” dediğinde gözlerimi devirdim o görmese de. “İnsanın abisini araması için illa bir sıkıntısı mı olması gerek?” “Hayır, ama senin beni günde iki kez araman için özel bir durum olması gerek” dediğinde aslında haklıydı. Sık sık aramazdım, ama konuşmamız gerekenler vardı. “Ben de seni çok özledim hem de hala olmamı kutlarız diye buluşalım diyecektim ama… Madem bu kadar sık görüşmekten rahatsızsın-“ dediğimde hemen lafımı böldü. “Burada mısın?” sesindeki şaşkınlık telefondan belli oluyordu. “Evet, ama müsait değilsen geri dönebilirim” dediğimde “saçmalama” dedi. “Eve gel” dediğinde hiç eve gidesim yoktu. “Dışarıda buluşsak?” o beni anlar ve ısrar etmezdi. “Aç mısın? Yemeğe gidelim” dediğinde içim sıcacıktı. ‘Aç mısın?’ bu soru benim için çok değerliydi. Birinin sizi düşündüğünü hissettiriyordu bana. İlkokulda da lisede de eve döndüğümde hiç kimse bana bu soruyu sormamıştı. Normal ailelere baktığımda okuldan eve gelen çocuklarına arkadaşlarımın annesi babası ilk önce ‘aç mısın?’ diye sorardı. Ben eve döndüğümde ise ya evde olmazlardı ya da evde olduklarında ortalarda görünmemem için odama yollanırdım. Biraz daha aklım erdiğinde o sıcak aile karşılamalarının bizim evde asla yaşanmayacağını anlamıştım. Abim de aynı eksikliği yaşadığı için o beni anlıyordu. Şimdi birisine bunu anlatsanız o kadar zenginlik içinde bunun şımarıklık olduğunu söyler belki. Kim bilir belki de öyle, ama hani derler ya kimse sınanmadığı günahın masumu değildir diye bence kimse yokluğunu çekmediği şeyin kıymetini de bilmiyor… Parası olmayan para ister, sevgi görmeyen sevgi ister… Herkes kendisinde olmayanın peşinde bu hayatta… “Yıldız?” diyen abimin sesi ile kendime geldim. “Aç değilim” “O zaman arkadaşımın yerine gidelim, hem biraz içer benim tekrar baba olmamı kutlarız” dediğinde gülümseyerek. “Benim hala olmamı kutlarız demek istedin sanırım” dediğimde kahkaha attı. “Seni mi kırıcam? Onu da kutlarız” “Tamam, sen bana yeri at ben de geçiyorum oraya.” “Tamam, görüşürüz güzelim” “Görüşürüz abim” Taksiye abimin attığı mekânın adını söylediğimde, konum girmeden aracı sürmeye başladı. Meşhur bir yerdi demek ki. Uzun zamandır İstanbul’a gelip böyle mekânlara girmediğim için benim bilmemem normaldi. Taksi durduğunda mekânın önündeydik. Taksi ücretini ödeyip indiğimde elimdeki sırt çantama ve kıyafetlerime baktığımda bu lüks eğlence mekânı için pek de uygun giyindiğim söylenemezdi ama çok da umurumda değildi açıkçası. Telefonu elime aldığımda abimin isminin üzerine gelip arama tuşuna bastım. Birkaç çalıştan sonra açtı. “Ben geldim” “Tamam sen localara geç geliyorum ben de 15 dakikaya” dediğinde “tamam” deyip telefonu kapadım. İçeri girdiğimde giyiminden görevli olduğu belli olan birine “localar ne tarafta?” diye sordum. Üzerimi inceledikten sonra “Rezervasyonunuz var mıydı?” diye sorduğunda şaşırmadım aslında. Mekanın her yerinden kalite akıyordu, her gece tıklım tıklım olmalıydı ve localara da öyle elini kolunu sallayan herkes giremiyor olmalıydı. “Şey hayır” dedim. Sonuçta daha 1 saat önce abime haber vermiştim. “Maalesef şu anda boş yerimiz yok” dediğinde “anladım” dedim. Bar kısmına geçip kendime bir kadeh içki ısmarladım ve içkimi yudumlamaya başladım. Telefonu cebimden çıkarıp bar masasına koydum. Etrafta dans eden insanlara bakıyordum ama aklımda bugün o adamın söyledikleri vardı. Çok düşünmüştüm, böyle bir durum doğruysa ne yapmam gerektiğine dair. Yapılacak şey belliydi, Doğan’a bu konuyu bildirip time girmek bir yana mesleğimden vazgeçmem gerekirdi. Ailemin kirli işleri ortaya çıkarsa ve elbet bir gün ortaya çıkardı, o zaman benim askerî kimliğim timi zor durumda bırakabilirdi. Sadece timi değil, şimdiden başlıkları görebiliyordum “Askeriyenin İllegal Bağlantıları”… Ne kadar mesleğimi seviyor olursam olayım, bağlı olduğum köklü kurumun böyle bir olayla anılmasına izin veremezdim. Bu durumda istifa etmekten başka çarem olmazdı. Sivil hayata dönmek zorunda kalırdım. “Size eşlik edebilir miyim?” diyen tanıdık sesi duyduğumda kasvetli düşüncelerden sıyrıldım ve arkamı dönüp karşımdaki yakışıklıya sarıldım. “Böyle yakışıklı bir adamın eşliğine hayır diyecek değilim” dediğimde o da aynı şekilde kahkahama karşılık verdi. “Hâlâ yaramaz kız çocukları gibisin” dediğinde tek kaşımı kaldırdım. “Senin karşında Üsteğmen Yıldız Dağhan var. Yaramaz mı diyorsun sen bana?” “Senin rütben bana sökmez güzelim” dediğinde haklıydı. “Niye buradasın sen?” dediğinde “konuşmamız gerek” dedim. “Onu anladım” dedikten sonra “gel benimle” dedi. Çantamı, ceketimi ve içkimi alıp peşine takıldım. Üst kata çıkıp dar bir koridordan geçtiğimizde bir odanın kapısında durduk. Ben buluşalım dediğimde rezervasyon yaptırmış olmalıydı. İçeri geçtiğimizde nispeten daha az gürültü vardı. “Nasılsın?” diye sordu önce. “İyiyim, sen?” dediğimde gözlerinin önündeki çöküklüğe rağmen “babayım” deyip gülümsedi. “İşte mutlu ve iyi olmak için güzel bir sebep” dedim. Ben kadehimi yudumlarken kapı açıldı ve içeri bir şişe viski, meze ve bardaklar gelmişti. Servis yapan garson çıktıktan sonra ikimize de yeni bardaklara içki doldururken “eee, söyle bakalım seni bu gece vakti buraya getiren sebep ne?” dedi. “Seni özlemiş olamaz mıyım?” “Yeme beni şimdi… Açıkça söyle bakalım” derin bir nefes alıp bıraktım. “Bugün bir suçluyla tanıştım. Bu suçlu bana ailemizle ilgili bazı şeyler anlattı” dediğimde kaşları havalandı. “Uzak dur” dedi direkt. “Nasıl uzak durayım pardon? Adam açık açık beni tehdit etti. Onu serbest bırakmazsam…” “Seni neyle tehdit ettiğinin önemi yok, o adamdan da bu konulardan da uzak dur. Yıllarca ailemizden uzakta kendine temiz bir hayat kurdun. Şimdi bir şeyleri deşip bu pisliğe gömülmeni istemiyorum.” “Abi, adam senin hayatınla tehdit etti beni, öylece geri mi çekileyim?” “Ben hallederim. Sen uzak dur!” “Doğru değil mi? Ailemizin bu insanlarla ilgisi var.” “Sadece şunu bil, ben temizliyorum. Çok az kaldı. Şirketi de ailemizi de bu işlerden temize çıkaracağım. Çocuklarımın bu pisliğin içinde büyümesine izin vermeyeceğim” dediğinde yüz ifadesi aslında ne kadar zorlandığını gösteriyordu. O an aklıma koydum. Doğan’a her şeyi anlatıp istifa edecek ve abime destek olmak için buraya dönecektim. “Yalnız savaşmak zorunda değilsin” dediğimde kaşlarının arasındaki çizgi belirginleşerek bana baktı. “Bu da ne demek?” “Seninle konuşmadan önce kararımı vermiştim zaten ama artık her şey daha net. Askerlik görevime böyle bir leke sürülmesi, orduya mal edilecek. Buna izin veremem. İstifa edeceğim” dediğimde şaşırdı. “Senin tüm hayatın askerlik, ne yapacaksın sonra?” dediğinde gülümsedim. “Eh, şirkette bana bir sekreterlik falan ayarlarsın” dediğimde bana sarıldı. O an aslında omzundaki yükleri paylaşmaya ne kadar ihtiyacı olduğunu daha iyi anladım. Artık tek başına bu yükü sırtlanmak zorunda değildi. Biraz daha içip bana sıkıntılardan bahsettikten sonra kalktık. İstemesem de ‘annem uyumuştur’ diyerek beni zorla götüreceğini söyleyince bir şey diyemedim. Zaten prensesimi de özlemiştim. Locadan çıkıp dar koridorda ilerlerken kolunu omzuma attı. “Ben tekrar baba oluyorum!” dedi sanki hâlâ inanamıyormuş gibi. “O da bir şey mi ben tekrar hala oluyorum” dediğimde ikimiz de kahkahalarla gülüyorduk. Mekândan çıkıp arabaya bindik, şoför arabayı kullanırken içimde hem görevimden istifa edecek olmanın burukluğu hem de abime destek olacak olmanın gönül rahatlığı vardı. Araç aniden durunca ne olduğunu anlayamadım. “Efendim” diyen şoförün sesi bir anda tanıdık patlama sesi ile kesilirken başı yana düştüğünde damarlarımdaki kan daha hızlı akmaya başladı. Çantamdan silahımı aldım hemen. O ana kadar fark etmemiştim ama abim de belinden silah çıkardı. “Sen ne zamandır silah taşıyorsun?” “Gerektiğinden beri” dedikten sonra benim olduğum taraftan kapıyı açıp eğildim. Abim de peşimden inerken “dikkatli ol” dedi. “Ben de aynısını sana söyleyecektim” dedikten sonra bize doğru gelen adamlara ateş açmaya başladık. Ben arabanın ön tarafından gelenlere abim, arkadan gelenlere karşılık verirken “kim bunlar?” dedim. “Temizlikten hoşlanmayanlar” dediğinde anlamıştım. Birkaç saniye sonra kulağıma o tanıdık, keskin, ıslık gibi ses geldiğinde etrafta keskin nişancı aramaya başladım. “Yıldız” diyen abimin sesi ile ona baktığımda tam göğsünün ortasında beyaz gömleğinin kırmızıya döndüğünü gördüm. Etrafı kolaçan ederek silah tutmayan elimi yarasına bastırdım. Sanki bir anda bize ateş edenler uzaklaşmış gibi bir hareketsizlik oldu. “Abi dayan, şimdi ambulans çağıracağım” diyerek cebimdeki telefona uzandım. “Def-ne… Par-la, be-bek…” diye kesik kesik konuştuğunda “Yorma kendini” derken ambulansı aradım. Nerede olduğumuzu bile bilmiyordum ki şu an… “İyi bak” deyip güçlükle nefes aldıktan sonra kafası yana düştüğünde “hayır, hayır, hayır… Abi… Abi… Bana bak… Abi…” diye güçlükle konuşmaya başladım ama abimden hiçbir tepki gelmiyordu. “Alo…” diyen sesi duydum ama ağzımdan çıkan tek şey “Abim” oldu…
Yeni kullanıcılar için ücretsiz okuma
Uygulamayı indirmek için tara
Facebookexpand_more
  • author-avatar
    Yazar
  • chap_listİçindekiler
  • likeEKLE