Sabah güneşi, dağın ardından temkinli bir utangaçlıkla yükselirken, köyün içindeki ilk hareket kuyu başında başlamıştı. Kuyu, sadece suyun alındığı bir yer değildi; haberlerin, dedikoduların, sırların ve yarım kalmış cümlelerin dolaştığı bir meydandı aynı zamanda.
Elif, elinde bakır testisiyle kuyuya doğru yürürken, daha uzaktan kadınların sesi kulağına gelmeye başladı. İnce kahkahalar, “Yok artık!” diye şaşıran ünlemler, fısıltıyla söylenen isimler… Bir isim, diğerlerinden daha çok tekrarlanıyordu:
“Baran…”
Elif’in ayakları, bu ismi duyunca bir an yavaşladı. Sonra kendini toparladı, başını dik tuttu, testiyi biraz daha sıkı kavrayıp adımlarını sürdürdü. Benim evleneceğim adam. diye geçti içinden. Şimdilik kağıt üstünde… Kalbimde henüz değil.
Kuyu başına yaklaştığında, orada toplanmış kadınları gördü: Hatice Ana, Demir’in annesi Şerife, komşu Ayşe’nin annesi Emine, bir de genç gelinlerden Fidan. Hepsi hem kovanlarını dolduruyor, hem de cümlelerini.
Elif’i görür görmez, cümleler yarım kaldı. Birkaç saniyelik o sessizlik, en gürültülü sözlerden daha yüksek konuştu. Sonra, sanki hiçbir şey olmamış gibi, sohbet kaldığı yerden devam etti; ama sesler bir ton incelmiş, kelimeler daha dikkatle seçilmişti.
“Gel kızım, gel.” dedi Hatice Ana, dudaklarının kenarında hafif bir gülümsemeyle. “Bak, su bugün çok serin. Yüzüne vur, kendine gel.”
Elif, başını hafifçe eğdi. “Günaydın.” dedi. “Kolay gelsin.”
Şerife, onu tepeden tırnağa süzdü. Şerife’nin bakışı hep biraz delici olurdu zaten; ama bugün özellikle, Elif’in yüzünde bir iz, bir işaret arıyor gibiydi.
“Günaydın Elif.” dedi. “Şimdi sana daha çok kolay gelsin demek lazım. Kolay olmayacak günler başlıyor.”
Bu cümle, kuyu başındaki diğer kadınların dudaklarında hafif bir tebessüm yarattı. Elif, bunu fark etti ama aldırmamış gibi yaptı. Testisini kuyuya doğru eğdi, yavaşça ipi saldı.
Kova aşağı inerken, Emine söze girdi: “Dün erkekler çok oturdular Yusuf Ağa’nın evinde. Bizim adam geldi, ‘Eski defterler açıldı.’ dedi. Sanki defter açmakla her şey temizlenecekmiş gibi…”
Fidan, yüzünde meraklı bir ifadeyle sordu: “Ee, ne demişler? Söz kesinleşmiş mi?”
Şerife, başını hafifçe salladı. “Bir hafta sonra, büyükler tekrar toplanacakmış. Söz, nikâh… derken olay bağlanır gider diyorlar. Ama…” Göz ucuyla Elif’e baktı. “Her bağlanan düğümün bir yerden çözülme ihtimali de vardır. Hele bu işte şehir karışmışsa.”
Elif, kovayı yukarı çekerken, suyun ağırlığı kadar kelimelerin ağırlığını da hissediyordu. Ama kuyunun başına gelen kızlar, gelenek gereği önce işini bitirir, sonra lafa karışırdı. O da sessizce kovayı yukarı çekti, testisine doldurmaya başladı.
Hatice Ana, her zamanki “her şeyi bilirim” hâliyle söze girdi: “Şehir demişken… dün akşam, bizim damat kahveden gelirken kulağıma eğildi. ‘Baran’ın adı şehirde de, köyde de çok geçiyormuş.’ dedi. Torbalı’dan gelen bir akrabaları varmış, o anlatmış. ‘Oğlan şehirde bir kızla birlikteymiş, herkes biliyormuş.’ diye.”
Emine hemen lafa atladı: “İyi de Hatice Abla, şehirde kız-erkek yan yana görünür, birlikte çalışır, okur, yürür… Bizim gibi değil ki orası. Hemen laf mı olur?”
Şerife, bu “normalleştirme” çabasından hoşlanmamıştı sanki. Dudakları küçümseyen bir ifadeyle büküldü. “Sen bilmezsin Emine.” dedi. “Şehir dediğin yer, kalbin yönünü şaşırttığı gibi töreyi de unutturur adama. Bir kızla yan yana gezen, onunla kahkaha atan, göz göze bakan bir adam… Sonra da gelir, barış nikâhıyla bizim kızımızı alırsa… O kızın yüreği ne olur?”
Elif’in eli, testiyi tutarken bir an kaydı. Su, testinin kenarından azıcık taştı, eline döküldü. Soğukluk, içindeki hararete değmiş gibi ürpertti onu.
Hatice Ana, bu küçük hareketi hemen fark etti. “Dikkat et kızım.” dedi. “Su, ne kadar serin olursa olsun, kalbin yangın yeriyse fayda etmez.”
Elif, derin bir nefes aldı. Ben burada yokmuşum gibi konuşuyorlar. diye düşündü. Oysa nasılsa her kelime bana değiyor.
Kuyunun başındaki fısıltılar, yavaş yavaş şekil değiştiriyordu. “Baran” ismi, “şehirli kız”, “Elif’in yazgısı” gibi kelimelerle birlikte dolaşıyor, suyun yüzünde bile yankı buluyor gibiydi.
Fidan, çekingen ama meraklı bir edayla sordu: “Şerife Abla, sen kızsan ne yapardın? Böyle bir şey duysan… evleneceğin adamın şehirde bir sevdiği olduğunu öğrensen yani…”
Şerife, soruyu duyunca bir süre sustu. Gözleri bir anlığına dalıp gitti, sanki geçmişten bir şey hatırladı. Sonra omuzlarını dikleştirip, “ben olsam” tavrını takındı:
“Ben olsam,” dedi, “kalbimi değil, töreyi dinlerdim. Çünkü kalp, bir gün ‘seviyorum’ der, ertesi gün ‘bıktım’ der. Ama töre, bir kere ‘evet’ dedin mi seni bağlar. Biz öyle büyüdük. Aşirette, kızın gönlü bir yere kayarsa ayıp sayılır. Adam isterse gönlünü on yere bölsün, yine de evde onu bekleyen kadından çekinmez. Kız kısmının kaderi bellidir. O yüzden çok heves etmeyin kalp işlerine.”
Bu sözler, kuyu başındaki havayı ağırlaştırdı. Emine, bir şey diyecek gibi oldu ama sonra vazgeçti. Fidan’ın yüzündeki hayal kırıklığı, hafifçe belirdi.
Elif, içinde bir şeylerin gerildiğini hissetti. Demek ki… benim kalbimin hükmü yok. Baştan kabul etmişler.
Ama tam o sırada, hiç beklemediği biri konuştu: Ayşe.
Ayşe, Elif’ten birkaç yaş küçük, her zaman utangaç, genellikle annesinin arkasına sığınan bir kızdı. Bugün, iki elini eteklerinde birleştirmiş, yere bakıyordu; ama birden başını kaldırdı ve şaşırtıcı bir cesaretle lafa karıştı:
“Ben,” dedi, sesi hafif titreyerek, “öyle düşünmüyorum Şerife Abla.”
Bir anda bütün bakışlar ona döndü. Zeytin çekirdeği kadar olan cesareti, bir anda herkesin önüne serilmişti. Emine, “Sus kız.” der gibi baksa da, Ayşe geri adım atmadı.
“Ne düşünüyorsun bakalım?” dedi Şerife, dudaklarının kenarına ince bir tebessüm yerleşirken. “Sen de mi şehir kızları gibi konuşacaksın?”
Ayşe, yutkundu. “Ben,” dedi, kelimeleri özenle seçerek. “Kalbin, sadece adama değil, kadına da ait bir şey olduğunu düşünüyorum. Erkek istediğini sevip, sonra töreye yaslanabiliyorsa, neden kız sevdiği için ayıplansın ki? Tamam, bizim burada hayat kolay değil biliyorum ama… Elif Abla…” Gözleri Elif’e kaydı. “Elif Abla’nın da sevme hakkı var. O adamın şehirde kimi sevdiğini konuşuyor herkes ama Elif Abla kimi sevecek, onu konuşan yok.”
Bu cümle, havayı bıçak gibi yardı. Bir anlığına kimse konuşmadı. Sanki kuyu bile Ayşe’nin ağzından çıkan kelimeleri dinlemek için dibindeki suyun hareketini durdurmuştu.
Elif, bu sözleri duyunca, sanki içinde birisi “İşte!” diye bağırdı. Ben bile bu kadar açık söyleyememiştim.
Hatice Ana, hafifçe başını salladı. “Cesur konuşuyorsun, kızım.” dedi. “Kalbin hakkından söz ediyorsun. İyi, güzel… Ama bu topraklarda kalbin hakkı, çoğu zaman kâğıtta yazmaz. Yine de…” Göz ucuyla Elif’e baktı. “Duyulmasında fayda var.”
Şerife, belli belirsiz rahatsız olmuştu. “Kalbin hakkıymış…” diye mırıldandı. “Kalbin hakkı aslında, derdi çıkmayacak adama verilendir. Töre boşuna çıkmadı. İnsanların kalbi yüzünden birbirini vurduğu çok hikâye duydum ben.”
“Belki de…” dedi Ayşe, cesaretini tamamen kaybetmeden. “Töre, insanların kalbini hiç dinlemediği için bu kadar kan dökülmüştür.”
Bu söz artık Şerife için fazla gelmişti. Kaşlarını çattı. “Sen fazla kitap okuyorsun galiba.” dedi. “Lafların kitabi olmuş. Bu köyde, kızın diline fazla özgürlük iyi gelmez. Yarın öbür gün başımız ağrımasın.”
Emine, araya girmek zorunda hissetti kendini: “Tamam kızım, yeter.” dedi Ayşe’ye. “Haklısın ya da haksızsın demiyorum ama herkesin içinde böyle konuşma. Elif’in hâli zaten ortada. Bizim görevimiz onun yükünü hafifletmek, ağırlaştırmak değil.”
Elif, bir anda sözlerin kendi üzerinden geçip gittiğini, herkesin onun adına konuştuğunu fark etti. Ben hâlâ yokum bu konuşmada. diye düşündü. Her cümlede varım ama hiçbir cümlenin sahibi ben değilim.
Testisini doldurmuştu. Yavaşça doğruldu, elleri ıslaktı. Parmaklarının ucundan yere birkaç damla su düştü. Kuyu başındaki bu an, onun için sadece su doldurduğu bir an değildi; aynı zamanda geleceğinin nasıl görüldüğünü izlediği bir aynaydı.
“İzin verirseniz…” dedi, sesi sakin ama içten. “Ben bir şey söylemek istiyorum.”
Kadınlar, ona döndü. Elif’in bu kadar direkt konuşmaya niyetlenmesi, Ayşe’ninkinden bile daha şaşırtıcıydı. Zeynep, uzaklardan gelirken bu manzarayı gördü, ama artık çok geçti; kızının gözlerinde bir karar vardı.
“De bakalım kızım.” dedi Hatice Ana, teşvik eder gibi. “Senin sözün en çok merak edilendir burada.”
Elif, gözlerini tek tek kadınların üzerinde gezdirdi.
“Şimdi herkes Baran’ı konuşuyor.” diye başladı. “Şehirde birini sevip sevmediğini, kalbinde kim olduğunu… Kimi diyor ki, ‘Gençtir, olur.’ Kimi diyor ki, ‘Gölgeler kalmasın.’ Haklısınız. Bir ömür aynı yastığa baş koyacağınız adamın kalbindeki gölge, sizin de içinize düşer. Ben bunu anlıyorum.”
Bir an durdu, derin bir nefes aldı.
“Ama,” dedi, sesi bu kez biraz daha netleşerek. “Benim kalbimden bahseden yok. Benim kalbim, kimseye sorulmadı. Belki ben korkuyorum. Belki ben, ne Baran’ı, ne geleceği, ne de bu evliliği hazır hissetmiyorum. Ama herkes, ‘Elif razı geldi.’ diyor. Ben babama ‘Sen nasıl uygun görürsen baba.’ dedim diye, bu işin içinden çıktığımı sanıyorlar. Oysa… o cümlenin içinde benim korkum da vardı, çaresizliğim de.”
Şerife, dudaklarını büzdü. “Ne demek istiyorsun kızım? İstemiyor musun bu evliliği?”
Elif, bu doğrudan soruya doğrudan cevap vermedi. “Ben,” dedi, “ne istediğimi yeni yeni anlamaya başlıyorum. Baran’la konuştum. Bana yalan söylemedi. Şehirde birini sevdiğini saklamadı. Bunun bana ağır geldiğini biliyor ama saklamayı seçmedi. Bence bu, kötü bir başlangıç değil. Ama yetmez. Ben, bir barış anlaşmasının maddesi olmak istemiyorum. Ben, bir insan olmak istiyorum. Kalbi olan, fikri olan, defteri olan bir insan.”
Ayşe, bu sözleri hayranlıkla dinliyordu. Hatice Ana, başını hafifçe salladı, sanki “İşte bu!” der gibi. Şerife ise hâlâ ikna olmamıştı.
“Elif,” dedi. “Sen ince konuşuyorsun. Güzel konuşuyorsun. Ama bu kadar ince konuşursan, bu dağ seni ezer. Burada kalbin sesini fazla dinlersen, ya babanın gözyaşını görürsün ya da bir gün birinin kanını. Seçim zor.”
Elif, gözlerini yere indirdi. “Biliyorum.” dedi. “İşte bu yüzden kolay konuşmuyorum zaten. Sadece… bari kuyu başında, kendi kalbimin adını duymuş olayım istedim. Beni sadece ‘aşiretin kızı’ değil, ‘Elif’ olarak hatırlayın diye…”
Bu cümle, kadınların içinde bir yankı bıraktı. Çünkü her biri, gençliğinde bir anlığına da olsa, “Ben sadece birinin karısı, kızı, gelini değilim.” demek istemişti. Ama çoğu zaman, bu cümleyi sadece yastığına fısıldamış, unutturmuştu.
Hatice Ana, Elif’e yaklaşıp elini onun omzuna koydu. “Senin kalbinin adını duyduk kızım.” dedi. “Elif… Unutmayacağız. Ama şunu da bil: Bu köyde her isim, töreyle birlikte anılır. Ben sana sadece şunu söyleyebilirim: Kalbini tamamen öldürme ama onu öne de atma. Arada bir yerde dursun. Yoksa ya sen yanarsın, ya da başkası.”
Elif, bu nasihati yargılamadı. İçine aldı, kendi süzgecinden geçirdi. Belki de diye düşündü. Benim yapacağım şey, kalbimi öldürmeden, ama bağırttırmadan yaşatmak olmalı.
Testisini aldı, biraz geri çekildi. Ayşe’nin yanından geçerken, ona hafifçe gülümsedi. “Cesur konuştun.” dedi kısık bir sesle. “Sağ ol benim yerime bazı cümleleri söylediğin için.”
Ayşe, utangaçça gülümsedi. “Ben… sadece içimden geçeni söyledim.” dedi. “Keşke söylemenin bu kadar cesaret sayılmadığı bir yerde yaşasaydık.”
Elif, köyün içinden eve doğru yürürken, kuyunun başındaki fısıltılar arkasından onu takip eder gibiydi. Elif böyle dedi… Baran şöyleymiş… Töre ne olacak…
Ama en azından bugün, ilk kez, kendi cümlesini kendisi kurmuştu. Kuyu başında, suya karışan sesler arasında, “Ben” diyebilmişti.
Bu küçük “Ben”, ileride çok daha büyük bir hesaplaşmanın ilk harfiydi.
Kuyu başında fısıldaşan kadınlar, farkında olmadan büyük bir hikâyenin içindeki küçük tanıklardı. Onların her cümlesi, aşkın yasak sayıldığı, törenin hüküm sürdüğü, ihanetin gölgede beklediği bir dünyada, yeni bir dramın ipliklerini örüyordu.
Ve kuyunun dibindeki su, tüm bu sözleri sessizce içine çekip saklıyordu. Kim bilir, belki de bir gün, bu suyun başında çok başka cümleler kurulacaktı:
Aşkın adının korkmadan anıldığı, Elif’in adının sadece “aşiretin kızı” değil, Kendi kaderinin yazarı olarak söylendiği cümleler…
Ama oraya daha çok vardı. Şimdilik, kuyu başında fısıldaşmalar devam edecekti.