O gün kuyu başında söylenen sözler, sadece suya değil, köyün taşlarına, duvarlarına, dağın gölgesine de sinmişti. Akşama doğru hava serinledi, rüzgâr yön değiştirdi; ama konuşulanlar yerinden kıpırdamadı.
Demir, köyün dışındaki patikada, tek başına yürüyordu. Elinde, her zamanki gibi omzuna asılı tüfeği vardı. Av sezonu değildi ama Demir tüfeği yanında taşımaya alışkındı; silah, onun için sadece av aracı değil, kimliğinin bir parçasıydı. “Demir, tüfeğiyle anılır.” derlerdi; bundan hoşlanıyordu.
Ayaklarının altındaki taşlar, her adımda hafifçe hışırdıyordu. Uzakta keçi melemeleri, daha yukarıda bir çoban düdüğünün ince sesi… Ama Demir’in içinde, dışarıdaki bu sakinliğe inat, gürültülü bir uğultu vardı.
Elif…
Kuyu başında olanları duymuştu. Kadınların ne konuştuğunu, hangi kelimeleri suya karıştırdığını kimse ona tek tek anlatmamıştı ama bu köyde hiçbir söz uzun süre gizli kalmazdı. Ayşe’nin cesaretini, Elif’in “Ben de varım.” diyen cümlelerini, Hatice Ana’nın “Kalp”ten bahsedişini çoktan kulağına üflemişlerdi.
“Kalbin de hakkı varmış…” diye homurdandı kendi kendine. “Ne çok konuşur olmuş herkes kalp hakkında.”
Demir’in dünyasında “kalp”, bir duygudan çok, bir bahaneydi. İnsanlar kalplerine sığınarak hata eder, sonra da “Sevdim.” diyerek kendilerini temize çıkarırdı ona göre. Oysa töre, bu bahaneleri kaldırmazdı. Töre, insanın elini kolunu bağlar, “Buraya kadar.” derdi.
Demir, kendi içindeki sesi bastırmaya çalıştı ama başaramadı: Ya Elif’in kalbi, bir gün gerçekten Baran’a kayarsa? Ya köyün kızı, şehirli adama alışırsa? O zaman bunca yıl ben nerede duracağım?
Kendine bile itiraf etmekten kaçındığı bir duyguyu, rüzgârın uğultusuna emanet etti: “Elif’i… ben bırakmadım ki gözümden. Onun büyüdüğü her günü izledim. Bir yabancının gelip, iki bakışla ondan sorumlu olması, bize haksızlık değil mi?”
Tüfeğin kayışını omzunda düzeltti. Yürürken, dağın yamacındaki bir kayanın üstüne çıktı, oradan aşağı, köyün tamamını seyretti. Evler, bacalar, dumanlar, ceviz ağaçları, kuyu… Hepsi, avuç içine sığan küçük bir oyuncak köy gibi görünüyordu şimdi ona.
Baran da şu küçücük köye sığdırılmak istenen büyük bir gölge… diye düşündü. Şehirde geniş caddelere, büyük binalara alışmış adam, buraların darlığını kaldırabilecek mi?
İçinde, dile getiremediği bir kıskançlık dolanıyordu. Bu kıskançlık, sadece Elif’le ilgili değildi. Aynı zamanda, kendi “olamayacağı”na dair duyduğu öfkeydi. Baran okumuştu, şehir görmüştü, hukuk bilirdi, konuşurken kelimeleri seçerdi. Demir ise dağ görmüş, kavga öğrenmiş, tüfekle susmayı adet edinmişti. Birine köyde “ağa gibi” bakarlarken, diğerine şehirde “bey” diye hitap ediyorlardı.
Ben ne oluyorum? diye sordu kendine. İkisinin ortasında sıkışıp kalmış, adını koyamadıkları bir adam…
Patikanın bitip kayalıkların başladığı noktada durdu. Tüfeği omzundan indirdi, bir süre elinde ağırlığını yoklar gibi tuttu. Gözlerini kapattı, geçmişten bir sahne zihninde canlandı:
Elif çocuktu, dere kenarında koşarken ayağı kaymış, suya düşmüştü. Dizini yaralamış, ağlamaya başlamıştı. Demir, o zaman delikanlılığa yeni adım atmıştı. Koşup onu sudan çıkarmış, dizindeki kanı görünce içi sızlamıştı.
“Sus.” demişti, dizinin üstünü yırtık bir beziyle sararken. “Ağlama. Ben varım.”
Elif, o an ona güvenle bakmıştı. Çocuk gözlerinde kocaman bir minnettarlık vardı.
“Beni hep böyle korur musun?” demişti o zamanki çocuk diliyle.
Demir gülmüştü: “Ben bu dağda olduğum sürece, kimse sana zarar veremez.”
Yıllar geçmişti. Elif büyümüş, Demir daha da sertleşmişti. Ama o çocukluk cümlesi, Demir’in zihninde hâlâ yankılanıyordu: “Beni hep böyle korur musun?”
Şimdi, o korumacılık duygusunun nereye evrildiğini kendisi bile tam anlayamıyordu. Koruma ile sahiplenme arasındaki ince çizgiyi çoktan geçmiş miydi, bilmiyordu. Bildiği tek şey, Elif’in hayatında “gölge” olarak kalmayı kabullenemediğiydi.
“Baran…” diye fısıldadı dağa karşı. “Seninle hesabım, sadece törenin hesabı değil. Benim içimde kalanların da hesabı var.”
Bu cümlede açık bir tehdit gizliydi; ama Demir henüz ne yapacağını bilmiyordu. Tüfeğin namlusuna baktı, içindekini yoklayacak gibi. Bu dağ çok şey gördü. diye düşündü. Ama bir gün, birinin ayağı kayarsa, kim neden düştü, herkes başka türlü anlatır.
O sırada, köyün içinde bambaşka bir hesaplaşma yaşanıyordu. Hacı Yusuf’un evinde, Baran yalnız başına odasında oturmuş, elindeki telefonu sıkıyordu. Ekranda, şehirdeki bir hayatın kapıları aralıktı:
Melis
“Hâlâ bekliyorum, Baran. Köyde neye karar verirsen ver, beni yok sayarak karar verme demiştim. Suskunluğun, en ağır cevap gibi geliyor.”
Baran, mesajı defalarca okumuş, defalarca yanıtlayıp silmişti. Yazdığı her cümle, ya yetersiz, ya fazla, ya da tamamen yanlış gelmişti ona.
Bu işin adı ne olacak? diye sordu kendine. Aldatma mı, ihanet mi, fedakârlık mı, mecburiyet mi? Birini seçmek, diğerini yaralamak… Hangisi daha masum?
Bir an, parmakları klavyenin üstünde durdu. Sonunda, içinden geçen en sade gerçeği yazmaya karar verdi:
“Melis, Burada, dağın gölgesinde, herkes benden tek bir kelime bekliyor: ‘Evet.’ Ama ben, ‘Evet’ ile ‘Hayır’ arasında sıkışmış durumdayım. Elif’le konuştum. Bana yalan söylemedin, deme hakkını daha çok hak ediyorsun. Sana yalan söylemediğim gibi, ona da söylemiyorum. Seninle yaşadıklarımızı, bir töre anlaşmasına kurban etmek istemiyorum. Ama burada bir hayat var, benim çocukluğum, ailem, yıllardır süren kan davasının ucu var. Eğer buradan bir ‘evet’ çıkarsa, bu, sadece töreye değil, bir kıza, bir aileye, belki iki aşirete verilmiş bir söz olacak. Eğer ‘hayır’ çıkarsa, bunun bedelini de sadece ben ödemeyeceğim. O yüzden senden tek bir şey isteyemem: ‘Beni bekle.’ diyemem. Ama bil: Seni unutmuş değilim. Sadece adil bir yol arıyorum. Belki bu adalet, ikimize de ağır gelecek.”
Yazdı, okudu, birkaç cümleyi sildi, yeniden yazdı. Sonunda, bir yerinden daha kısalttı. Fazla açıklama, kelimeleri ucuzlatır gibi geliyordu.
Gönder tuşuna bastığında, sanki dağın yamacından bir taş yuvarlanmış gibi hissetti. Bu taş nereye kadar gider, kimi ezer, bilmiyordu.
Melis, şehirde, ofisteki masasında oturuyordu. Baran’dan gelen mesaj, ekranında belirdiğinde, içindeki bütün bekleyişler tek bir noktada toplandı. Mesajı baştan sona okuduğunda, gözlerinin kenarı yandı.
“Adil bir yol…” diye mırıldandı. “Adalet… Elbette sen böyle bir kelime seçerdin Baran.”
Gözlerinin önüne, birlikte yazdıkları dava dilekçeleri geldi. “Müvekkilim, adil yargılanma hakkının ihlal edildiğini düşünmektedir.” diye başlayan cümleler… Şimdi aynı adam, kendi hayatında “adil olmayı” deneyip, herkesi yaralamadan bu işin içinden çıkmaya çalışıyordu.
“Adalet,” dedi kendi kendine, “bazen herkese az, kimseye tam verilmeyen bir paydır. Sen, Elif’in payını, ailenin payını, köyün payını düşünüyorsun. Peki ya benim payım?”
Bir süre, telefonuna cevap yazmadı. Sonra, yalnızca tek bir cümle yazdı:
“Beni bekleme demene gerek yok. Bekleyip beklemeyeceğime ben karar veririm. Ama şunu bil: Adaletin de bir son kullanma tarihi vardır. Çok geç kalırsan, en doğru karar bile ardında kırıklar bırakır.”
Mesajı gönderdi, telefonu masaya bıraktı. Sonra derin bir nefes alıp aynadaki yüzüne baktı.
Sen, dedi kendi kendine, bu hikâyede sadece şehirde kalmış eski sevgili misin, yoksa hâlâ Baran’ın geleceğinde söz hakkı olan biri misin?
Cevabı bilmiyordu. Tek bildiği, içini acıtan bir gerçekti: Aşk, adaletle yan yana geldiğinde, her zaman en masum olan kaybediyordu.
Köyde ise gece çökmeye başlamış, gökyüzünde birkaç yıldız görünmüştü. Elif, avluda, ceviz ağacının gölgesine kısa bir an için yine yaklaşmıştı. Gündüz orada geçen konuşmayı hatırladı; Baran’ın “Birlikte karar verelim.” diyen cümlelerini, kendi korkularını…
Yerden küçük bir taş aldı, elinde çevirdi. Ben bu taş kadar bile ağırlığımla yer etmiş değilim bu evde. diye düşündü bir an. Sonra, kendi kendini düzeltti: Hayır, ben varım. Bugün kuyu başında bunu hatırlattım onlara.
Ceviz ağacının gövdesine yaslanmak üzereyken, arkasından bir ses duydu:
“Elif.”
Demir’di bu. Sesini tanımamak imkânsızdı. Dizlerinin hemen altına oturan, yılların tanıdıklığını taşıyan bir tınısı vardı.
Elif, arkasını dönmeden önce içinden bir hesap yaptı. *Baran’la konuştuğum yerde, şimdi Demir’le konuşmak…” Bu düşünce, içine tuhaf bir rahatsızlık ve suçluluk karışımı yaydı. Yine de adımlarını geri almadı.
Yavaşça döndü. “Ne var Demir?” dedi, mesafesini korumaya çalışarak.
Demir, bir iki adım yaklaşmış ama aralarına yine belli bir mesafe bırakmıştı. Ceviz ağacının gölgesi, ikisini de yarım yamalak içine alıyordu.
“Bugün kuyu başında konuştuklarını duydum.” dedi Demir. “Daha doğrusu, konuştuğunu değil de, adını duyduğumu söyleyeyim. ‘Elif şöyle demiş, böyle demiş.’ diye anlatıyorlardı. Cesur konuşmuşsun.”
Elif, bu “cesur” kelimesini duyunca hafifçe gülümsedi. “Ben sadece içimden geçeni söyledim.” dedi. “Cesaret sayılmaması gereken şeyler, burada büyük işmiş gibi görünüyor demek ki.”
Demir, gözlerini kısmış, onu dikkatle süzüyordu. “Sen,” dedi, “büyümüşsün. Farkında mısın? Eskiden dere kenarında düşüp dizini kanatan kızdın. Şimdi kuyu başında herkesin içinde ‘Kalbim var.’ diyen bir kadınsın.”
Elif’in içi ürperdi. “Ben ‘kalbim var.’ demek zorunda bırakıldım.” dedi. “Çünkü herkes içimden geçtiğini bilmeden benim adıma konuşuyor. Biri şehrin kızını anlatıyor, biri töreyi, biri barışı… Benim de cümlem olsun istedim.”
Demir, bir adım daha yaklaştı. Bu küçük adım bile, Elif’in içine alarm gibi düştü. Gözlerini kaçırmadı ama bedenini hafifçe geri çekti.
“Peki,” dedi Demir, sesi alçalmış, ağırlaşmış bir tondaydı. “Kalbin ne diyor? Baran için ne diyor? Şehirli adam için…”
Bu soru, direkt bir tokat gibi geldi Elif’e. Daha ben kendime soramamışken…
“Bilmiyorum.” dedi, dürüstçe. “Hem korkuyorum ondan, hem de… bazen, onun beni anlamasından korkuyorum. Şehir görmüş, kitap okumuş, sözlerini saklamayan biri. Bu iyi bir şey. Ama iyi olan her şey, her zaman rahatlatmıyor insanı.”
Demir’in dudaklarının kenarı ince bir çizgiye dönüştü. “Ben,” dedi, göğsüne hafifçe vurur gibi yaparak. “Bu dağda büyüdüm. Kitap okumadım belki senin şehirli adamın kadar. Ama seni gördüm, yıllarca. Her ağladığında, her güldüğünde, her susuşunda… Gözünden anlardım ne hissettiğini. O adam seni iki günde tanıdığını mı sanıyor? İki konuşmada, ceviz dibinde?”
Elif, bu sitemde başka bir şey daha olduğunu sezdi: “Benim hakkım yeniyor.” duygusu.
“Demir,” dedi, sesi yumuşayarak ama netliğini kaybetmeden. “Sen beni gördün, doğru. Çocukluğumdan beri yanımdaydın. Yardım ettin, korudun… Bunu inkâr etmiyorum. Ama görmek, anlamak demek değil her zaman. Beni hep, senin görmek istediğin yerden gördün. Bazen benim ne istediğimi sormadan…”
Demir’in yüzü kasıldı. Bu cümle, beklemediği kadar sert gelmişti ona.
“Sen ne istiyorsun peki?” diye sordu. “Baran’dan ne istiyorsun? Benden ne istiyorsun? Babandan, bu köyden, bu dağdan… Ne istiyorsun, açık söyle. Bir gün deseydin ki, ‘Ben bu dağda kalmak istemiyorum.’ Ben…” Nefesi bir an kesildi. “Belki o zaman başka türlü konuşurdum.”
Elif’in yüreği sızladı. Demir’in itiraf etmeye yanaşmadığı şeyi, kelimelerin arkasına sakladığını görüyordu.
“Sen…” dedi yavaşça. “Hiç bana, ‘Elif, ne istiyorsun?’ diye sordun mu Demir? Bana sorulan sorular hep, ‘Babana karşı gelmeyeceksin değil mi?’ oldu. ‘Töreye karşı çıkmayacaksın değil mi?’ oldu. Sen bile, beni savunmak istediğin zamanlarda, benim adıma konuştun. Hiç ‘Elif’in kalbi ne diyor?’ diye sormadın.”
Bir sessizlik oldu. Gece, ikisinin arasına, ceviz ağacının gölgesinden daha kalın bir perde çekti sanki. Demir, başını hafifçe eğdi, sonra yeniden kaldırdı.
“Peki şimdi soruyorum.” dedi, ilk kez bu kadar doğrudan. “Elif, ne istiyorsun?”
Elif, bu soru karşısında bir an nefes alamadı. Cevap vermek, ona bir kapı açacak ama aynı zamanda bazı köprüleri de yakacaktı.
Gözlerini yere indirdi, sonra tekrar kaldırdı.
“Şu an,” dedi, kelimeleri tartarak. “Ne istediğimden çok, neyi istemediğimi biliyorum. Kendimi tamamen töreye bırakmak istemiyorum. Kimsenin gölgesinde yaşamak istemiyorum. Hayatım boyunca ‘Bir barışın bedeliydi.’ diye anılmak istemiyorum. Baran’ı da, seni de, sadece başkalarının bana gösterdiği yerden tanımak istemiyorum. Kendim görüp karar vermek istiyorum.”
Demir, bu kadar “kendilik” vurgusunu duymaya alışık değildi. Onun dünyasında “biz” vardı, “aşiret” vardı, “töre” vardı. “Ben” kelimesi hep geri planda kalırdı.
“Peki bu ‘kendi kararını verme’ dediğin şeyin bedelini biliyor musun?” diye sordu. “Bizim buralarda, kendi başına karar veren kadınların hikâyesi ya yarım anlatılır, ya hiç anlatılmaz. Çünkü çoğunun sonu iyi bitmez.”
Elif’in gözlerinde bir anlık korku gölgesi dolaştı. Cinayet kelimesi direkt söylenmemiş ama ima edilmişti. Bu topraklarda, “sonu iyi bitmeyen hikâye”, çoğu zaman kanla biten hikâyeydi.
“Biliyorum.” dedi kısık bir sesle. “O yüzden ne ‘kaçacağım.’ diyorum, ne ‘isyan edeceğim.’ Sadece…” Gözleri doldu ama ağlamadı. “Sadece, kimsenin benim adıma verdiği kararı, sorgusuz sualsiz kabul etmeyeceğim. Susarsam bile içimden ‘Ben de buradayım.’ diyeceğim.”
Demir, onun gözlerindeki kararlılığı gördü. O an, bir gerçeği kabul etmek zorunda kaldı: Bu kız artık çocuk değil. Tek başıma karar vereceğim dediği günler çoktan başlamış.
İçinde bir kırgınlık belirdi. Ama bu kırgınlık, sadece Elif’e değildi. Kendine, töreye, dağa, her şeyeydi.
“Ben,” dedi, sesini biraz daha yumuşatarak. “Sana zarar gelsin istemem Elif. Bunu bil. Baran’ın gözlerine bakıyorum… Bazen onda da senin kadar sıkışmış bir adam görüyorum. Ama…” Gözleri sertleşti. “Eğer bir gün, senin canını yaktığını görürsem, töre masalarını, şehir mahkemelerini falan beklemem. O zaman bu dağ konuşur.”
Bu cümledeki tehdit, bu kez açık seçikti. Elif’in içi ürperdi.
“Demir…” dedi, temkinle. “Bu dağın daha fazla kan görmesini istemiyorum. Ne benim yüzümden, ne Baran’ın, ne senin.”
Demir, başını eğdi. “İstesen de istemesen de…” dedi. “Bazen dağ kendi kararını veriyor. Ama şunu unutma: Her dağın bir gölgesi olur. O gölge, bazen sen fark etmesen de arkandan yürür.”
Bir adım geri çekildi, bir süre Elif’e bakmadan durdu. Sonra, bir daha konuşmadan, karanlığa karıştı. Ceviz ağacının gölgesinden çıkıp gitti.
Elif, yalnız kaldı. Gökyüzünde birkaç yıldız daha belirmişti. Derin bir nefes aldı, sırtını ağaca yasladı.
Demir’in gölgesi, Baran’ın ikilemi, babamın defteri… diye düşündü. Ben bu kadar gölgenin arasında kendi siluetimi seçmeye çalışıyorum.
Gözlerini kapattı, içinden şu cümle geçti:
“Bir gün biri vurulursa, kimse ‘Neden?’ diye sormayacak. Herkes bildiğini söyleyecek. Ama ben biliyorum; bu cinayetler, bir anda patlayan öfkeden değil, yıllarca biriken gölgelerden doğuyor.”
O gece, köyün üstüne bir gölge daha çöktü: Demir’in gölgesi.
Ve bu gölge, ileride yaşanacak her aşka, her ihanete, her dram ve cinayete, adını görünmeden yazacaktı.