karşılaşma
Köyün tozlu yolları sabah güneşine rağmen serinliğini koruyordu. Mardin’in dağ yamacına kurulmuş bu küçük yerleşim, yılların sessizliğini taş duvarlarına kazımıştı. Sakin görünüyordu; ama bazı yerlerin sakinliği, fırtınadan hemen önceki o uğursuz huzurdu.
Derya, omzuna taktığı postacı çantasıyla yavaş ama kararlı adımlarla ilerliyordu. Siyah uzun kabanı, hafif rüzgârda dalgalanıyor, saçlarının bir kısmını savuruyordu. Henüz köyde üçüncü günüydü. Yabancıydı ama korkmuyordu. Gözlerinde, alışılmamış bir kararlılık vardı.
İçinden geçtiği meydanda birkaç erkek kahvede okey oynuyor, kadınlar pencerelerden ona bakıyordu. Ama Derya bu bakışları tanıyordu. Yargılayan, ölçen, yoklayan bakışlardı. Kendini tanımayan her göz, insanı ya küçümserdi… ya da tehdit görürdü.
Karakolun önüne geldiğinde, başını kaldırdı. Taş binanın ön cephesinde, Türk bayrağı rüzgârla dalgalanıyordu. Girişte duran askerler, onun adımlarını izledi. Ama asıl dikkat çeken biri vardı.
Merdiven başında duruyordu. Siyah üniforması, kalçasına yaslanmış silahı ve hareketsiz duruşuyla adeta bir heykel gibi. Yüzbaşı Rauf Demirer.
Onun için burası bir sınır çizgisiydi. Karakol, halkla devlet arasında bir çizgi değildi yalnızca; geçmişiyle geleceği arasındaki uçurumun tam kenarıydı.
Derya, kararlı adımlarla yürürken birden durdu. Göz göze geldiler.
Rauf’un gözleri, açık griydi. Soğuk ama yakıcı. Birini baştan sona çözmek için değil, onu olduğu yere mıhlamak için bakıyordu.
“Günaydın,” dedi Derya, sesini yumuşatarak.
Rauf, onun adım atmasını bekledi. Kısa bir sessizlik oluştu. Sonra yavaşça konuştu:
“Kim olduğunuzu sormadım.”
Derya başını yana eğdi. Hafif bir tebessümle, meydan okur gibi baktı.
“Sizce her selam, kendini tanıtmak mıdır, Komutan?”
Rauf, bu cevaba hazırlıklı değildi ama bunu belli etmedi. Kadının gözlerinde bir şey vardı. Ne korku, ne minnet… Belki de kendini çoktan tanımış birinin sessiz meydan okumasıydı bu.
“Yabancı biri bu köyde dikkat çeker. Hele ki kadınsa,” dedi Rauf, adımlarını yavaşça yaklaştırarak.
Derya geri çekilmedi. “Psikoloğum. Köy okuluna geçici görevle geldim. Muhtar zaten bilgiyi iletmiştir.”
Rauf’un gözleri birkaç saniye yüzünde gezindi. Gözleri, dudakları, çenesindeki o inatçı çizgi… Sonra başını belli belirsiz salladı.
“Sizi burada uzun süre kalmaz sanmıştım.”
Derya içten bir gülüşle yanıtladı:
“Beni tanımadan varsayım yapıyorsunuz. Ne zamandan beri komutanlar önyargıyla hareket ediyor?”
Rauf bir an sustu. Bu kadının sertliği sessizlikte saklıydı. Sessizdi ama çekilmez değildi. Gözlerine bakınca insan ya kaçmak isterdi, ya da içine düşmek.
“Ben tanımadan sahiplenmem,” dedi Rauf. “Ama gözüm üzerinizde olacak, bunu bilin.”
Derya’nın gülümsemesi söndü. Birkaç saniye gözlerini ayırmadan baktı.
“Ne güzel. Güvende hissederim o zaman.”
Rauf bir şey demedi. Ama içindeki o soğuk kaya, küçük bir çizik almıştı. Adım adım çözülecek bir buzdağının ilk çatlağı belki de…
Derya arkasını dönüp yürümeye başladığında, Rauf onu izlemeye devam etti. Omuzlarının dikliği, adımlarının netliği, hiç korkmuyor oluşu... Bu kadın, kolay kırılacak biri değildi.
Ama Rauf da kolay vazgeçen biri değildi.
Bu karşılaşma, ikisinin de kaderine düşen ilk damlaydı.
Ve her damla, bir fırtınanın habercisiydi.