Beni ısıtan gece miydi?
Yoksa gecede duyduğum sesin sahibi miydi?
Bilmiyordum. Bildiğim tek şey; gece çıkan ayazda bile vücudumun titremediği, üşümediğiydi. Gece beni ısıtıyordu, içimi. Gündüz doğan güneşten nefret ederdim. Işınları bana sıcaklık vermezdi, buz kestirirdi. Her şeyi açıkça gösteren sinir bozucu bir zaman dilimiydi bana göre. Nitekim her şey görünmeyi hak etmezdi. Çoğu şey saklanmalıydı. Geceyi bu yüzden severdim. Karanlığını etrafa yayar, her şeyi gizlerdi. En çok da acılarımı...
Bugün yine rahat durmamıştım. Bahçedeki sürekli sinirimi bozan çiçekleri koparıp etrafa atmış, bahçeyi kirletmiştim.
Öyle ansızın bir öfke dolmuştu ki içime ne yapacağımı bilememiştim. Çiçeklerden zaten nefret ederdim, şimdi bir de o çiçeklere bakınca eski kocamın müstakbel yeni karısı geliyordu aklıma. Verdiği röportajın birinde Yakup'un kendisine sürekli çiçek alan centilmen bir erkek olduğundan bahsetmiş, kucağındaki buketlerle. Centilmen değil, düzenbazın tekiydi. Aynı jestleri biz evlenmeden önce de yapardı. Üstelik o jestlerin hepsini ben öğretmiştim ona. Bu, işte bu tam bir cinnet sebebiydi benim için. İçimdeki öfkeyi engellememiş, dilediğim gibi dışa vurmuştum. Burada sevdiğim tek şey buydu. İstediğini yapabiliyordun ve kimse ne yaptığını sorgulamıyordu. Deli işte deyip geçiyorlardı. Kalıplardan nefret ederdim ama deli kalıbının bana getirdiği özgürlüğü sevmeye başlamıştım. Çiçekleri koparırken sevinmem gibi... Her birini Yakup'un kafası diye düşünüp koparmıştım. Her bir koparışımda öldürmüştüm onu. Hissettin mi? Ölümünün benim elimden olacağını hissettin mi Yakup Saruhan?
Geber.
Üzerimde ince siyah bir sutyenle duruyordum odada. Altımda pijamam vardı ama üstündeki uzun kolluyu çıkarmıştım. Sırtımdaki acının hafiflemesi için kendimi soğuğa mahkum etmek istemiştim. Başarılı da olmuştum. Odadaki pencerenin diplerinden sızan soğuk direkt üst vücuduma çarpıyordu. Hafif bir ürperti yayıyordu içime fakat önemi yoktu. Sırtımdaki soyulma izlerinin acısını silikleştiriyordu. Bunu da dondurarak yapıyordu. Keşke beni bir bütün olarak dondursalar. Beni buraya düşüren herkesin her gün gözünün önünde olsam. Canlı olmasam, hissetmesem acılarımı. Sadece varlığımla onlara huzursuzluk versem. Cemil Alp'e söylesem bunu benim için yapar mı? Beni bir tabutun içine koyup dondurur mu?
Sanmam.
Çünkü şu an endişeyle sesleniyor bana. Benim için endişelenen biri bana zarar veremez. "Hafsa!" diyor. "Duymuyor musun beni? Kaçtır sesleniyorum, cevap ver ne olur. İyi olduğunu söyle bana, hadi duyur bana kendini. Lütfen konuş yine benimle. Biliyorum ısrar etmeyeceğim dedim ama bugünkü başka... Nasıl olduğunu bilmem gerek. Nasılsın? Canın çok yanıyor mu?"
Gözlerimi kısıp zemine baktım dikkatlice. "O yangın hiç sönmüyor ki..."
"Şükürler olsun!" Rahatlayarak nefesini dışarı üfledi. "Oradasın, şükürler olsun konuşacak kadar iyisin. Fiziksel olarak nasılsın?" diye düzeltti sorusunu. "Vücudunda ağrı sızı var mı? Olmasın. Dayanamam ki, olmasın. Sen oradasın ama ben burada duramıyorum Hafsa. Olanları duyar duymaz geldim. Duyduğum andan beri nefes alamıyorum sanki. Düşünmekten kafayı yiyeceğim. Nasıl seni sürüklerler? Nasıl lan nasıl?!"
Buz gibi bir sesle yanıtladım. "Bunu arkadaşlarına sormaya ne dersin?"
Belki soğuk sadece sırtıma vurmuyordu, dilime de vuruyordu.
Yoksa beni, benden çok düşünen adama bu soruyu sormamın başka bir izahı olamazdı.
Bahçeyi dağıtmamı engellemeye önce birkaç hemşire gelmişti. Beni zapt edemeyeceklerini anladıklarında ise güvenlik görevlilerini çağırmışlardı. Onlara da direnmiştim. Uzun boylu, cılız bir kadındım aslında. Burada olduğum her gün biraz daha zayıflıyordum. Ancak hırsım ve öfkem dipdiriydi, sağlamdı, güçlüydü. Ayak diretmemi sağlayan da bana güç veren de buydu. Öfkeyle direnmiş, beni odaya sokmalarına izin vermemiştim. Gitmemek pahasına kendimi bahçedeki taşlı zeminlere atmıştım sırtüstü. Onlar ise çareyi beni sürükleyerek içeri sokmakta bulmuştu. Kendimi yüzüstü yere atmadığım iyi olmuştu ha? Yoksa şu an soyulan sırtım değil, yüzüm olurdu. Onlar da bezmişlerdi benden. Hemen her hafta bir vukuat çıkarmamdan usanmışlardı. Fakat bana bunu yaptıran kendileriydi. Beni buradan çıkarmadıkları her gün daha kötüsünü yapacaktım. Sonucunda şu anki gibi sırtımda sürtünme izlerini taşıyor olsam da durmayacaktım.
Durdurulamaz olacaktım ve önüme çıkan her engeli yıkacaktım.
"Onlar benim arkadaşlarım değil," diye keskin bir cevap geldi kapının ardından. "Sana, seni geç bir kadına, kadın olmasını da geç bir insana böyle davranan hiçbir mahlukat benim arkadaşım olamaz. Ancak düşmanım olur. Ve ben düşmanlarımla onların anladığı dille değil, adalet önünde savaşacağım. Sen hiç merak etme."
"Emin ol merak ettiğim son şey bile değil o güvenlikçilere ne olacağı. Bugün oradaki herkes kendine verilen görevi yerine getirdi. Direnen ben oldum, onlarsa bu direnişime kafa tutanlar. Tutmasaydılar, tutunacakları bir işleri olmayacaktı çünkü bunu biliyorlardı."
"Ne olursa olsun, birine haksız yere böyle davranmaya hakları yoktu."
"Mecburiyetler hakkında ne düşünüyorsun?" Cemil Alp... diye tamamladım sorumu içimden.
"Şu an tek düşündüğüm sensin Hafsa." Benim aksime onun dili adıma ne güzel dönüyor öyle.
Madem öyle biraz da benim istediğim şeyleri öğrenelim. "Neden beni düşünüyorsun? Beni neden umursuyorsun? Neden buradasın? Neden bana yardım ediyorsun? Kimsin sen?"
Belki de en başında sormam gereken sorulardı bunlar. Cevabını bilmeli, ona göre hareket etmeliydim. Fakat hiçbir zaman bunları sorgulayacak kadar zihnimi boşaltmamıştım. Orası hep gürültülüydü, hep bir şeyler dönüp duruyordu zihnimde. Ancak bu gece öyle değildi. Tüm ilgimi ona vereceğim kadar berraktı aklım. Vücudum gibi zihnimde çıplaktı bu gece. Zihnimdeki çıplaklığı anlattıklarıyla örtebilirdi.
Sorularımı beklemiyormuş gibi duraksadı önce, sonradan başladı konuşmaya. "Kim olduğumu biliyorsun ya, Cemil..."
"Adından bahsetmiyorum. Benim neyimsin? Neyimsin ki beni önemsiyorsun?"
Bazı yutkunuşlar vardır. Sesi etrafta yankı yapar. O da öyle bir yutkundu ki kalbimde yankı yaptı. "Hiç...Hiçbir şeyin değilim."
"Bundan söz ediyorum işte!" diye bağırdım istemsizce. Hayatımda hangi konumda olduğunu bilmemesine, bana bildirmemesine sinirleniyordum. "Hiçbir şeyim değilsen orada ne işin var?"
O benim aksime gayet sakindi. "Burada olmak istiyorum."
"Çıldıracağım!" Çıldırmak için çok nedenim vardı ama asıl nedenin o olacağını nereden bilebilirdim ki? Aslında o değildi, sadece ilk kez öfkemden o nasipleniyordu. "Neden?" diye sorguladım, geri adım atmaya niyetim yoktu şu saatten sonra. "Neden diyorum sana neden?!"
"Noluyor ya?" Yan odadan yükselen sesle gözlerimi yumup sakinleşmeye çalıştım. En son isteyeceğim şey değildi Cemil Alp'la aramızda geçen konuşmaları birinin duyması... Ki konuşan kadının şu an uyku sersemi olduğu aşikardı. Sabaha kalmaz unuturdu çıkan sesleri.
"Hafsa lütfen sessiz ol," diye telaşlandı. "İnsanları uyandırıyorsun."
"Sen de sorduğum sorulara cevap ver o zaman," diye tısladım dişlerimin arasından.
"Tamam, tamam vereceğim." Konuşacak olmanın yükü mü bindi omuzlarına bilmiyorum. Durdu sadece, konuşacağını biliyordum. Ayağımdaki terlikleri çıkarıp ayaklandım. Odanın içinde yarı çıplak dolandım. Sonunda durduğumda yerim belliydi, kapının önü. Dizlerime yere yaslayıp ayaklarımı kalçamın altında topladım ve oturdum. Şimdi onu daha net duyacaktım. "Hafsa, ben seni tanıyorum."
"Nere..."
Sormama kalmadan cevapladı. "Buradan öncesinden. Seni tanıyorum, gördüm. Sosyal medyada, kitap fuarlarında, afişlerde... Hafsa sen ünlü bir yazardın, hala öylesin. Çoğu kişi gibi ben de seni tanıyordum. Kitaplarını okuyordum, imza günlerine gelmeye çalışıyordum işten vakit buldukça. Kısaca biliyordum seni. Burada göreve başladığımda ismini duyunca, senin burada kaldığını görünce çok şaşırdım. Sevdiğim bir yazara yardım etmek istedim sadece, hepsi bu."
Pekala, ihtimaller dahilinde olabilirdi bu anlattıkları. Küçüklüğümden beri yazıyordum. Anlatacak kimsem yoktu o zamanlarda bile, arkadaşlarım vardı ama hep yüzeyseldiler. İçimi tam anlamıyla dökemiyordum etrafa. Dökersem toparlayamam diye korkuyordum hep. Bundan dolayı anlatmak istediklerimi daima sayfalara dökmüştüm. Hep yazmıştım. Gördüğüm, duyduğum ne varsa o an neredeysem bir defter bulup yazmıştım köşesine. Bir süre sonra yazmayı çok sevdim, öyle çok sevdim ki yazarlıktan başka meslek yakıştıramadım kendime. Büyüdükçe okudukça gördükçe yazdıklarım hikayeleşti. Kitap olacak kadar sağlam yazmaya başladığımı fark ettim. Önce kendimce romanlar yazarak başladım, sonra kişisel gelişim kitapları... Hayatımın son 5 yılında da profesyonel anlamda yapıyordum yazarlığı. Üniversitedeyken bir yandan okuyor, bir yandan yazıyordum. Üniversiteden sonra iş arayışına bir müddet girişmemiştim, kendimi tamamen yazmaya vermiştim. İyi bir yayıneviyle anlaştığımda da kitaplarımı bastırmaya başlamıştım. Adım yeni yeni duyuluyordu. Anlattığı kadar ünlü bir yazar değildim yani.
"Bu dediğine inanayım mı?" diye sordum sakince. Öfkem bir toz bulutu gibi çabuk dağılmıştı.
"Neden inanmayasın ki?" Bu sorumun cevabı değil. "Nasıl olduğunu da söylemedin hala..."
"Ben kötüyüm, her zamankinden farklı değilim yani, beni düşünmene gerek yok." Gözlerimi karanlıkta varlığını seçtiğim tavana dikip soluklandım. "Şimdi sorduğum soruya cevap ver."
"Sen öyle diyorsan," diye kabullendi zoraki bir çabayla. "Mecburiyetlerle ilgili bir soru sormuştun değil mi? Tabii hemen cevap vereyim..."
O soruyu kast etmediğimi bal gibi biliyorsun ama çok güzel bilmezliğe veriyorsun Cemil Alp.
"Bence mecburiyet diye bir şey yok, insanların kaçışları var. İnsan önce kendisini o mecburiyetlik durumuna düşürüyor, kaçmak istediğinde ise mecburdum deyip işin içinden çıkmaya çalışıyor. Oysa Allah, yarattığı tüm kullarına akıl vermiş. Akıllarını kullanıp binlerce seçeneği düşünebilir, yüzbinlerce yola girebilirler. Bunu yapmayıp kendilerini mecbur konumuna düşürmeleri bana anlamsız geliyor."
Pekala, kaç bakalım. Daha nereye kadar kaçabileceksen...
Mecburiyet sorusunu bugün yaşanan olay yüzünden sormuştum. Çünkü o an orada olan herkesin kabullendiği tek bir gerçek vardı; mecburiyetin. Hepsi kendince mecburdu bunları yapmaya. Onun da böyle düşüneceğini sandığımdan sormuştum ancak Alp onun gibi birinden beklemediğim bir cevapla gelmişti bana. Çünkü o gözümde yerdeki ufacık karıncaya bile sırf canlı olduğu için hoşgörüyle yaklaşacak biriydi. Böyle birinin insanların mecburiyetleri hakkında böylesi peşin hüküm vermesi tuhafıma gitmişti. Her gün beni şaşırtmayı başarman da biraz şov bence Cemil Alp Sungur.
Cümlelerinin sonunu bana çıkarmayı da unutmadı. "Sence? Sen nasıl tanımlarsın mecburiyeti?"
"Senin aksine ben mecburiyetlerin var olduğunu düşünüyorum. İnsanı hiç ummadığı anda yakalayan lanet bir durum işte. Mesela burada olmak benim mecburiyetim. Ve senin düşündüğünün aksine kendimi bu konuma düşürecek hiçbir şey yapmadım."
"Yaptın," dedi beni bozguna uğratarak. Deminden beri soğuktan üşümeyen vücudumun sarsıldığını hissettim. "Öfkeni yanlış şekilde dışarı vurarak seni buradan çıkarmamalarını sağlıyorsun. Kendi mecburiyetini kendin inşa ediyorsun. Aslında sen kendi kendini yaptıklarınla cezalandırıyorsun Hafsa. Söylesene, bunu neden yapıyorsun?"
Suçluyorum, kendimi. Kesiyorum cezayı, kendime.
Benim kendime bile itiraf edemediğim şeyi onun aramızdaki yüzlerce mesafeye rağmen anlaması hayret uyandıracak bir olaydı. Şaşılacak, sarsılacak, anlamlandırılamayacak... Tek bir cümlemi okumuştu. Buradan çıkmak istediğime dair, deli olmadığıma dair tek bir cümlemi okumuştu. Öfkemi dışa vurduğumu söylediğim tek bir cümlemi işitmişti benden. Sadece bunları bilerek nasıl kendimi cezalandırdığımı düşünebilirdi? Dahası, beni nasıl anlayabilirdi?
Ona bir cümleden ya da bir nottan fazlasını verdiğimde ne olacaktı?
Kestiremiyordum.
Tek bildiğim başından beri varlığımı hissettirmediğim, hayatıma almak istemediğim adamın şu an küçük dünyamda fazlaca büyük yer kapladığıydı.
Hayatımda yer kapladığını kabullendiğim adam, benden ses çıkmayınca sözü devraldı bıraktığı yerden. "Cevap vermeyeceksin galiba?"
Galibası fazlaydı, vermeyecektim, bunu o da biliyordu. Bilmediği şey mecburiyetimdi. Mecburiyetimden veremem o cevabı. Kendimi neden cezalandırdığımı bilsen benden uzaklaşırsın. Hiç yakınlaşmadığın halde uzaklaşırsın Cemil Alp.
Ve ben, ben bunun olmasını istemiyorum.
"Neyse, bunun bir önemi yok şu saatten sonra. Artık kendine ceza vermek istediğinde sana yardım edecek insanlar olmayacak etrafında."
Kaşlarımı çatıp tavandaki bakışlarımı kapıya çevirdim, kapıya baktım ona bakar gibi. "Bu ne demek?"
"Bir daha sürüklenmeyeceksin demek."
"Sürüklenmek de sırtımda oluşacak izler de umurumda değil. Aklıma koyduğumu yapmaktan geri durmayacağım. Ben geri durmadıkça onlar da durmayacak bunu çok iyi biliyorsun."
"Biliyorum ve bildiklerimi değiştireceğimi söylüyorum sana." Ses etmedim. Bekleyip görecektim. Başarısız oluşunu. "Her neyse şu can sıkıcı konuları boş verelim artık, gece gece çok konuştum zaten. Başını ağrıttım. Bir kitap okuyarak kendimi affettirebilir miyim?"
Kalın dudaklarımı birbirine bastırdım. Ağzımdan kaçacak sözlere mani olmak istedim. Belki de istemedim. Çünkü soru çıktı ağzımdan. "Bir kitap okuyarak hayatıma girdin, şimdi bir kitap okuyarak kendini affettiremez misin sanıyorsun?"
Hayatıma girdin Cemil Alp Sungur.
Ve ben bunu kabullendim.
İkimiz de sustuk. İkimiz de sorularımızın cevaplarını bile bile sustuk. Bugün ağırdı. Söylediklerimizde, söyleyemediklerimizde, hissettiklerimizde, hissettirdiklerimizde. Bugün bizim için küçük bir milattı. Asıl büyük miladı ben ya da biz buradan çıktığımızda yaşayacaktık. Tabii yaşayabilirsek...