"Dostunu kendine yakın tut,
düşmanını daha yakın."
Birol Tekiner, 27 - Onuralp Özbey, 20
🎶🎶🎶🎶🎶🎶🎶🎶🎶🎶🎶🎶🎶🎶🎶🎶
Yıllar önce...
Aşk, katilinin gözlerinden öpmektir...
Birol oturduğu masasında son kalan evrakları imzalamak, dosyaları bitirmek ve raporları tutmakla uğraşıyordu. Kışladaki son bir kaç günüydü, yakında yeni görevlendirdiği sınır karakoluna gitmek için yola çıkacaktı.
Odaya giren komutanla ayağa kalktı ama içeri giren adam eliyle oturmasını işaret etti. Aynı odayı paylaştığı komutan kendi masasına geçerken Birol tekrar koltuğuna oturdu.
Birol kolundaki saate bakarak "Saat o kadar oldu mu ya?" diye mırıldanırken Engin Üsteğmen gülerek masasındaki çantasını aldı.
"Olmaz mı Birol, geç bile kaldım. Hanım beni haşlayacak."
Birol anlayışlı bir tebessümle başını sallayarak kaldığı işe geri döndü.
Adam kapıya yönelirken "Sen de dinlen biraz üsteğmenim, acelesi yok evrakların, daha üç günün var" derken Birol oflayarak kalemi bıraktı.
"Bir an önce bitsin de kurtulayım şu işlerden."
Engin üsteğmen başını aşağı yukarı sallayarak "Gittiğin yerde daha azıyla uğraşırsın" diye gülerek "Şimdiden hakkında hayırlısı olsun üsteğmenim" deyip Birol'dan "Teşekkür ederim" cevabını alarak odadan çıktı.
O gittikten sonra Birol eline tekrar kalemi aldı fakat sıkkın bir nefes verip kalemi bırakarak masadan kalktı. Odanın penceresinin önünde durup askerlerin eğitim aldığı alanı izlemeye koyuldu kafasındaki binlerce düşünceyle. Burda geçirdiği üç yıl ona bir kez daha bu dört duvarlardan kurtulamayacağını bas bas bağırmıştı.
Birol Tekiner hiçbir zaman bir asker olmak istememişti. O, gittiği yerlerin ve gördüğü doğanın fotoğraflarını çekmek istemiş, hayatla iç içe yaşamak istemişti. Fakat kaderi doğduğu gün çoktan babası tarafından yazılmıştı. Daha altı yaşında babası tarafından bir kadavrayı paramparça edip o parçaları birer birer diken bir cerrahın önünde her kareyi saniye saniye izlemeye zorlanmıştı. Mide bulantısının ne olduğunu bile anlayamadığı yaşta onlarca kez kan ve ceset görmüştü.
Yedi yaşında gönderildiği Rusya'da soğuğun etleri liğme liğme ettiği o ülkede silahları ve dövüşmeyi öğrenmişti. Alfabeyi öğrenmesi gereken yaşta insanların yanında duygularını gizlemeyi öğrenmişti.
Yıllar sonra gönderildiği Japonya'da bir kasap gibi bıçakları, kılıçları ve bir insanı kaç parçaya bölebileceğini öğrenmişti. Sadece bir kere eğitim sırasında gördüğü sakura ağaçlarının fotoğraflarını çekmek isterken on yaşında, bir yaprak yere düşerken kaç saniyede adam öldürebileceğini öğrenmişti daha.
O, ne çocuk olabilmişti ne de genç. On altısında döndüğü Amerika'dan bir istihbarat nasıl gizlenir, bir insan hangi işkencelerle konuşturulur, bilginin güvenliği için gerekirse kendini öldürmesi gerektiğini öğrenerek Kara Harp Okulu'na başladı.
Birol Tekiner, babasının yarattığı bir silah, bir kobay ve başarılı bir askerdi. O, öz babasının eseriydi.
Kafasını kaldırıp yıldızlı gökyüzünü izlerken duyduğu kapı sesiyle daldığı geçmişten sıyrılarak "Gir" derken masasına döndü.
Odasına giren askeriyle kaşları çatılırken saniyeler sonra dudakları kıvrıldı. Ah evet, Onuralp Özbey. Masmavi denizi.
Maviliklerini yere indiren asker ellerinin arasındaki şapkasını sıkarak başını yukarı kaldırdı, sonra birden bir şeyi hatırlamış gibi selam verdi.
"Onuralp Özbey, Muğla. Emret komutanım."
Birol sadece bir kaç saniye asker kimliğinden çıkıp karşısındaki askerinin utangaç selamına gülümsedi.
"Söyle Onuralp, ne oldu?"
Onuralp tekrar elindeki şapkasını sanki koparmak ister gibi sıkarken dudaklarını araladı.
"Komutanım.. Neden gideceğinizi bana- yani bize söylemediniz? Komutanlar konuşurken duydum sınır karakoluna gidecekmişsiniz. Ama neden? Yani şey işte.."
Birol oturduğu koltukta arkasına yaslanarak ellerini önünde kavuşturdu.
"Üzülmemen için.." durdu ve" Yani üzülmeyin diye. " şeklinde düzeltti.
Onuralp alt dudağını ısırarak başını eğdi. "Üzülmezdim ki, ben de peşinizden geleceğim."
Birol şaşırarak kaşlarını kaldırdı. Onun bu kadar ileri gitmesini beklememişti aslında. On iki ay boyunca gözünü sürekli üzerinde hissettiği, mavi harelerinin gerisindeki duygularını bildiği ama asla karşılık veremeyeceği askerinin kendisi için tehlikeli bir sınır karakoluna gelmek istemesini beklemiyordu.
Oturduğu koltukta öne doğru hareket ettiğinde Onuralp hızla başını yerden kaldırıp dudaklarını ıslattı. Bir önce bir şeyler söylemesi gerektiğini biliyordu, çünkü karşısındaki komutan cevap bekler gibi onu süzüyordu.
"Komando eğitimine katılacağım tabi önce.. Şey.. İşte eğitimden sonra sınır karakoluna görev almak için çabalayacağım. Sizin gibi başarılı bir asker olacağım."
Birol başını iki yana sallayarak koltuğundan kalkıp masasından uzaklaştı. Odanın loş ışığında bile mavilikleri heyecanla parlayan gence doğru yürüdü. Tam karşısında durdu ve kısacık boyuyla gözlerine dalıp giderek bakan Onuralp'in yüzüne doğru eğildi. Onuralp bu yakınlaşma yüzünden yüzü alev alırken nefesini tuttu.
Birol ise yüzüne daha da yaklaşarak kulağına uzandı.
"Benim gibi olmak için mi benimle olmak için mi?"
Onuralp kulağına bir fısıltı gibi sorulan bu soruyla yutkundu ve yanı başında hissettiği nefes alışverişiyle titreyen göz kapaklarını indirdi.
Birol onda yarattığı etkiyi bilerek dudakları kıvrılırken eğitim sırasında yakın mesafeye geldiği ve hayat dolu gençten aldığı bahar kokusunu içine çekerek geri çekildi. Ona karşı hissettiği çekim ondan gördüğü çekim kadar yoğun, onu kendisiyle beraber en büyük hataya sürükleyecek kadar derin ve yakıcıydı.
Birol kadar Onuralp de aralarındaki çekimin farkındaydı elbette. Soğuk ve duygusuz yüzündeki donuk mavi gözleri sürekli üzerine dönen ve eğitim sırasında da sık sık yakın temas sağlamaya çalışan komutanının gözlerindeki o tutkuyu yakalamıştı.
Onun beyaz tenindeki küçük dudaklar Birol'a en büyük kuralını çiğnetmek ister gibi aralandı.
"İkisi de" diye bir cümle dudaklarından firar ederken ona tek kaşını kaldırarak bakan adamın gözlerinin içine baktı.
İki deniz birleşip kasırgalar yaratmak için birbirinin denizine karışmak ister gibi dalgalandığında Onuralp dudağının kenarını ısırırken Birol bir kez daha onun yüzüne doğru eğilerek dudaklarının kenarına dudaklarını yaklaştırdı. Karşısında nerdeyse bayılacak gibi duran gence fısıltılı boğuk sesiyle konuştu.
"O gün geldiğinde aynı cürekkarlığınla karşıma çık asker, o zaman seni kollarımın arasına alacağım."
Onuralp davet edilir gibi fısıltıyla aldığı cevaba sertçe yutkundu. Yüzünden uzaklaşan adamın kıvrılan dudaklarına baktı. İçindeki onu tam şu anda öpme isteğini bastırmak için derin bir nefes verdi ve hızla başını aşağı yukarı salladı.
Birol onda bıraktığı etkiden memnun bir gülüşle masasına dönerken ondan duyduğu cümleyle arkasını döndü.
"Geleceğim, bekle beni."
Birol onun bu cesaretine bir kez daha gülerek başını iki yana salladı. Koltuğuna oturarak arkasına yaslanıp üniformasını düzeltti. Başını anlaşıldı der gibi sallayarak dudaklarını büzdü.
"Bekleyeceğim."
Onuralp derin soluklarla sanki ciğerlerinde nefes kalmamış gibi soluklandı. Bedeninin kontrolünü sağlamak için daha dik durarak selam verdi.
"İyi istirahatler komutanım."
Birol masadaki kalemi alırken samimi bir gülümsemeyle "Sana da asker" dediğinde Onuralp geri geri adımlar atarak kapıya yürüdü ve tuttuğu nefesiyle beraber arkasını dönüp kapıyı açıp çıktı.
Kapattığı kapıyla sırtını kapıya yaslayıp birazdan göğüs kafesini delecek gibi atan kalbini tuttu. On iki ayın sonunda komutanı duygularının karşılıklı olduğunu belli etmiş ve onu bekleyeceğini söylemişti. Ruhunun ve kalbinin tüm zincirlerini koparabilirdi artık. Aşk ve kavuşma iki adım ötesindeydi.
Birol Tekiner oturduğu koltukta dirseklerini masanın üzerine koyup başını iki elinin arasına aldı ve koca bir "Siktir" çekti.
O, hayatındaki en büyük kuralı çiğnemişti. Birine, hatta kendi askerine aşık olmuştu. Ve yetmezmiş gibi o asker tanıdığı başka bir askerin ona emaneti olan kardeşiydi.
__________________________________________
Günler sonra babasının da katıldığı törende omzuna takılan apoletle yüzbaşı rütbesini alırken Birol Tekiner geri dönmeyeceği binlerce zincirle kaderine mahkum edildi.
Babasına karşı verdiği mücadeleyi bir kez daha kaybetmişti ve MİT'ten ayrılma dileği babasından yediği sert tokatla gökyüzüne ulaşamayan bir dilek fenerinin ucunda yanıp kül oldu. O asla sıradan bir genç, kutsal görevini yerine getiren bir asker, sevilip sevebileceği bir adam olamadı. Bu yaşına kadar belki de bir kaç kere görmesine izin verilen ikiz kardeşlerinin yerine kendi hayatını feda etti.
Babasının müdahale etmesiyle görevlendirildiği sınır karakoluna gelişinin asıl amacının ne olduğunu anlaması sadece bir kaç gününü aldı. Karakol güvenlik açıklarıyla tehlikelere karşı savunmaz bir yerdi. Binaların savunma olarak ciddi eksikliğinin yanı sıra disiplin açısından da büyük boşluklar vardı.
Irak'a sınırı olan karakol, iki ülke arasındaki diplomatik ve askeri açıdan derin problemlere gebe, ülkeye giriş çıkışların ihlaline oldukça müsait konumdaydı. Tarık Tekiner'in aklındaki planı anlamak Birol için zor değildi. Sonuçta o da babasının oğluydu ve onun yetiştirdiği ajandı. Babası ülke probleminin sınır güvenliği alanında olduğunu bilerek oğlunu tehlikenin asıl yuvasına göndermişti.
Haftalar bir diğerini kovalarken Birol sadece kafasının içindeki o deniz gözlerin hayaline sığınabiliyordu. Kan ve terin içinde bir tek ciğerlerine doldurabildiği o bahar kokusuna sarılabiliyordu. Elbette deniz gözlüsünün onun peşinden ölümlerin bile dilendiği tehlikeli bu sınır karakoluna gelmeyeceğini biliyordu. Belki de çoktan Birol Tekiner adında bir adamın varlığını bile unutmuştu.
Ama sonuçta o da bir insandı, ne kadar duyguları yokmuşçasına kendiyle savaşsa da, buz gibi kalbinde küçücük bir umut kırıntısı vardı ve bu onu hayatta tutuyordu.
Haftalar sonra bir akşam vakti sınır karakoluna görevlendirilen askerlerin geldiği araçta bir çift mavilik aradı karakolun bahçesinde elleri arkasında birleşmiş donuk gözlerle askerlerin yüzlerine bakarken.
Araçtan inen her askerde umutları birer birer o deniz feneri gibi yanarken en son inen asker meraklı gözlerini çevresinde dolandırdı ve hedefini bulduğunda hayat dolu gözleriyle gülümsedi. Birol onunla göz göze geldiğinde kalbindeki binlerce buzul parçalanarak yanardağına döküldü ve denizler yarattı.
Gelmişti. Onuralp Özbey, abisiyle yaptığı en büyük kavgayla o sınır karakoluna adımını atmıştı.
Sıraya giren askerlerin arasına karışarak muhatabına baktı gururlu bir gülümsemeyle, başı dik selam verdi diğerlerine katılarak.
Yüzbaşı Birol Tekiner yeni gelen askerlerine gerekli konuşmayı yaptıktan sonra yerleşmeleri için serbest bırakarak odasına gitti. Dakikalar sonra da çalan kapısıyla sakin bir nefes verdi.
"Gir" dediğinde içeri sızar gibi giren denizlerle arkasını döndü.
Onuralp gururla tekmilini verdikten sonra ard arda aldığı heyecanlı soluklarla sesi bile titrerken "Geldim işte" dedi.
Birol önce kaşlarını çattı bir süre, denizlerde boğulmak isterken öyle değilmiş gibi oldukça ciddi duruyordu. Onuralp'in gözlerinde gördüğü anlık korkuyla ise dudaklarını kıvırdı her zaman ki gibi ve sadece ona gösterdiği samimiyetle.
Onuralp cevap vermesini beklerken yerinde duramıyor, içindeki huzursuzlukla ona ters bir tepki vermemesini dinliyordu.
Birol, hayatın tüm yükünü taşıyan omuzlarındaki kollarını birer kanat gibi açarak umut dolu bir gülüşle "Hoşgeldin küçük askerim" dedi. Onuralp onun için açılan kanatlara hayata koşar gibi koşarak sıkı sıkı sarıldı.
Birol onun bahar kokusunu içine çekerken göğsüne sardığı adamla ilk kez yaşadığını hissetti. Onuralp bir daha sarılamayacakmış gibi sarmaladığı adamı bir yandan da görmek istediği için biraz geri çekildiğinde gözleri dolu dolu ona bakan adamla şaşırdı.
Birol Tekiner'in hayatında ilk kez gözlerine dolan acının geride bıraktığı o rahatlamayla gözleri dolmuştu. Çocukluğundan bu yana bir kez bile ağlayamayan adam, ona sarılan küçük bir adamın kollarında ağlamak istedi. Onuralp'in başını göğsüne yasladı kaybetmekten korkar gibi. O an tam göğsünün ortasına düşen korku bir şehri yok edebilirdi.
Günler sonra Birol, bir gece vakti yatağına usulca akan denizlerle ikisi de çoktan yazılan kaderlerini kucakladılar.
Uzandığı yatağında altında onu bekleyen sabırsız mavilikleri bir kez daha uyarmak ister gibi dudakları aralandı yüzbaşının.
"Bedenini alevlendiren bu tutkun, sabah uyandığında kollarımın arasında olmanın pişmanlığını iliklerine kadar hissettirirse, kararını sorgulamak için artık çok geç olacak küçük askerim, emin misin?"
Onuralp cevabını kollarını onun boynuna dolayıp kendisine çekerek ve dudaklarını büyük bir arzuyla öperek verdi.
O gece, bir odada denizler birbirine karıştı ve fırtınalar koptu olacakları bilmeden.
__________________________________________
Bir ay sonra sınır karakolunun bahçesinde duran askeri araçtan inen üç asker karakol binasına girerek yüzbaşının odasına daldı.
Karşısındaki adama öfkeli gözlerini diken mavilikler dişlerini sıkarak konuştu.
"Sana kardeşimden uzak dur demiştim Birol Tekiner."
Bir gün bunun yaşanacağını bilen Birol oturduğu koltuktan kalkarak yumruklarını masanın üstüne koydu.
"Kelimelerine dikkat et Baturalp, şu anda ne biz harp okulundayız ne de senin karşında silah arkadaşın var."
Birol omuzlarını dikleştirip karşısındaki adamın öfkeli maviliklerine baktı. Kardeşine tek benzerliği olan bu gözlerdi zaten. Baturalp ise yumruklarını sıkarak aynı öfkeyle bakan adamın masasına doğru yürüdü.
"Onuralp'i peşinden en tehlikeli sınır karakoluna mı sürükledin?"
Bu bir sorudan daha çok dişleri arasından savrulan bir kızgınlıktı.
Birol karşısında öfkeden kuduran gözlere dik dik bakarak masasında ona doğru yaklaştı. Gözlerindeki o donukluk ve karanlık mavi ışıklar saçıyordu artık ve Baturalp bu deli gözleri nerede olsa tanırdı.
Bu gözler Kara Harp Okulu'nda herkesin bildiği en inatçı, en hırslı, acımasız ve karanlık gözlerdi. Ona yaklaşanın bir kaç saniye de olsa geri adım atmasına sebep olan; eğitimlerde, tatbikatlarda ve saha görevlerinde bir kez bile başarısızlık göstermeyen, neredeyse sayıca gördüğü gülüşü bile bir deliyi andıracak kadar karanlık ve gizemli adam kardeşinin sevgilisi miydi şimdi?
"Onu tehlikenin kucağına kendi istediğimle atar mıyım sanıyorsun?"
Birol Tekiner'in kardeşine olan bakışlarını kışlada onu ziyaret ettiği bir çok zamanda görmüştü. Kardeşinin askerlik görevinde tanıdığı en güvenilir ve disiplinli bir komutanın eli altında eğitim alacağına güvenirken onun kardeşine şimdiye kadar kimseye bakmayan gözlerle baktığını da biliyordu. Onda, kendisine dönen öldürücü mavileri görürken kardeşine buruk bir sevgiyle baktığına çok kez şahit olmuştu.
Ortamın gerginliğinin giderek yükseldiğini anlayan Arman onlara doğru bir kaç adım atarak "Beyler bi sakin olun" dedi ciddi sesiyle.
Baturalp dinmeyen öfkesiyle geriye doğru bir adım atarken "Onu sana emanet etmiştim Birol, tehlikenin kucağına at dememiştim" dediğinde Birol bunu bildiği için gözlerini kapatıp nefes vererek açtı.
Sakinleşebilmek için Arman'a ve onun bir adım arkasındaki Dinçer'e döndü. Gergin omzunu gevşeterek masasından ayrılıp onların karşısına geçti. Samimiyetle elini uzattı.
"Hoşgeldiniz teğmenim."
Arman, Birol'ün ne kadar kendilerinden daha rütbeli olsa da gösterdiği incelikle uzattığı eli sıktı.
"Hoş bulduk yüzbaşım. Kusura bakmayın gelişimiz pek hoş olmadı. Yeni göreviniz ve rütbeniz hayırlı olsun."
Birol başını ciddiyetle sallayıp "Teşekkür ederim teğmenim, darısı sizlere" diyerek elini bu kez kez Dinçer'e uzattı.
"Siz de hoş geldiniz teğmenim."
Dinçer, kumral tenindeki mavi gözleri ışık saçarak uzatılan eli sıktı ve "Hoş bulduk yüzbaşım, hayırlı olsun" diyerek hafifçe dudaklarını büzdü.
Birol, Arman ve Dinçer ikilisine bakarak gözlerini kısarak ve hafif haylazlıkla "Sizler hâlâ devam mı ya?" dedi.
Harp okulunda ilişkilerini büyük bir sır gibi saklayan ikiliyi Birol'ün anlaması bir kaç gününü almıştı sadece.
Dinçer bu soruyla utanarak başını yere eğerken Arman ona yandan bir bakış atarak "Biz de gittiği yere kadar yüzbaşım, ölmek var dönmek yok. Ne vatandan ne sevdadan" dedi.
Dinçer susturmak ister gibi Arman'ın kolunu dürttü. Ona bakan adamla kaş göz işareti yaparak birbirlerine inatla bakmayan ikiliyi gösterdi.
Arman ortamı yumuşatmak için gülerek "Sebebi ziyaretimiz belli efendim" diye başlasa da Baturalp'in sertçe "Arman" demesiyle surat astı.
"Kardeşim sende amma abarttın, sevmişler işte birbirlerini ne var bunda."
Baturalp hiddetle "Ne mi var? Ne mi var?" diye parladığı sırada odaya neşeyle konunun asıl sebebi girdi.
Abisini ve arkadaşlarını sevdiğinin odasında gördüğünde korkuyla yanlarına gidip tam abisinin önüne Birol'ü arkasına alarak geçti.
"Abi."
Baturalp önce öfkeyle baktığı maviliklere kıyamayarak yumuşayıp "Abi ya abi" dedi başını hafif kızgınlıkla sallayarak.
Onuralp abisinin yanındaki arkadaşına dönerek yardım dilenir gibi "Arman abi" dedi kısık sesiyle, sonra kaş göz yaparak abisini sakinleştirmesini işaret etti.
Arman küçük bir çocuğa kızar gibi gözlerini kısarak başını iki yana salladı, sonra Baturalp'in omuzlarından tutup "Kızma çocuğa" deyince Onuralp ona çocuk dediği için göz devirerek abisine döndü.
Dudaklarını büzerek ağladı ağlayacak yüzüyle "Abi, onu nasıl sevdiğimi biliyorsun" derken sesi titriyordu. "Ben sana dedim ama onun bir suçu yok diye, kendi istediğimle geldim buraya, o geleceğime bile güvenmiyordu" dedikten sonra arkasındaki adama dönüp kızar gibi kaşlarını çattı.
"Yalan mı ama?"
Birol, sevdiği içeriye adım attığı andan itibaren üçünün de kendi gözleriyle gördüğü büyük bir değişimle az önceki halinin tam zıttı sevgiyle Onuralp'in gözlerinin içine baktı. O ne derse doğru olmak zorundaydı zaten.
"Yalan değil bitanem" derken Baturalp onun sayıca görebildiği gerçek gülümsemesiyle karşılaştı.
Baturalp, onların birbirine asla kendisinin anlayamacağı aşkla baktığını gördüğünde derin bir nefes verdi. Yıllar önce gördüğü koca bir buz dağı Birol Tekiner'in bir çift gözle nasıl çağlar gibi eridiğine şahit olduğunda bu aşkın karşısında diyebileceği hiçbir şeyin olmadığını anladı.
"Yüzbaşı Birol Tekiner" dedi sert ve ciddi sesiyle.
Birol bakışlarını aşkının tuzağına düşmüş gibi baktığı Onuralp'in denizlerinden çekip ciddileşen yüz ifadesiyle "Buyur Teğmen Baturalp Özbey" diyerek pes etmiş denizlere çevirdi.
Baturalp gözlerini kapatıp derin bir nefes vererek açtı. "Kardeşimin bu karakolda burnu bile kanarsa, yüzbaşı ya da devletin askeri falan demem senin canını alırım."
Birol bu uyarının aslında gerçekten yapabileceğinin teminatı olduğunu bilerek başını aşağı yukarı sallayarak kolunu Onuralp'in boynuna sardı.
"Ona bir şey olursa ben de ölmüşüm demektir Baturalp, emin ol."
Dinçer onları gülümseyerek izlerken Arman da kolunu ona sarıp dalgalı saçlarından öptü.
Onuralp heyecanla kolu arasındaki adama dönerek "Keşke fotoğraf çekilseydik, bir daha nasıl sizi bir arada" derken abisine dönüp "Hem de kavga etmeden görebileceğim ki" derken dudaklarını büzdü.
Dinçer hevesle kolu arasındaki Arman'dan ayrılıp "Arabada fotoğraf makinesi var, gelin bahçede çekilelim" diyerek Arman'ı kolundan tutup kapıya doğru çekti.
Hep beraber karakolun arka bahçesine çıktıklarında Birol her zamanki ciddiyetiyle "Askerlerden birini çağırayım, çeksin" dediğinde Dinçer heyecanla kameranın merceğinin kapağını açtı.
"Hayır, hayır. Ben çekeceğim."
Dördünü duvarın önündeki ağaçların önüne yerleştirip açıyı ayarladıktan sonra etrafına bakınan Arman'a seslendi.
"Hayatım kameraya bak, gülümse."
Arman ve Baturalp'in ortasında duran Onuralp arkasından boynuna sarılan sevgilisinin kollarına tutunarak hayatındaki en büyük en hayat dolu gülümsemesini sundu.
Dinçer "3, 2, 1" dediğinde kırmızı deklanşöre basıp bir daha asla bir araya gelmeyecek kaderi bir kadraja sığdırdı.
Bu sayede de Birol Tekiner'i sarıldığı adamla beraber, hatta onun gizli hayatındaki tek fotoğrafıyla ölümsüzleştirdi.
__________________________________________
Haftalar sonra duyulan bomba sesiyle yer gör inlerken sarsılan karakol binasıyla Birol, oturdukları koltukta sarıldığı kollarda hayatında son kez korkuyu göğsünün tam ortasında hissetti.
Askerlerin "Baskın yedik" bağırışları eşliğinde odadan fırlayan Birol ve Onuralp damarlarında kaynayan öfke kanıyla ölüme gidiyorlardı başları dik.
Onuralp diğerlerinin yanına koşarak uyurken bile yanlarından ayırmadığı tüfeğiyle mevzilere ulaştı ve göz gözü görmeyen barut, duman ve tozun arasına karışarak ard arda sıkmaya başladı.
Saniyeler içerisinde durumu kavrayarak savunmanın zayıf olduğu silah deposuna giderek telsizine sarıldı ve öfkeden taşan sesiyle "Mühimmatı koruyun" diye bağırdı.
Dağlardan inen yüzlerce teröristi gördüğünde dehşetle gözlerini açtı. Bir baskın istihbaratının ona haber verilmemesi imkansızdı, hem de böyle büyük ve ağır silahların olduğu bir baskın. Aklına gelen şeyle omzundaki tüfeğiyle bağıra bağıra yürüyerek sıkmaya başladı.
Birol Tekiner gönderildiği en tehlikeli sınır karakolunda hain bir pusuya düşmüştü ve onu savunmasız tek başına bırakan kanı kadar yakın biriydi.
Füzelerin birer havai fişek gibi karakolun etrafına düştüğü, havan toplarının düştüğü yeri inlettiği ve kalaşnikof mermilerinin birer ıslık gibi fırladığı dakikalarda Birol biten mermilerle tüfeğini fırlatıp M60'ın başındaki askerinin yanına gitti ve hedefini teröristlerin indiği dağlara çevirmesini emretti. Dağları yerinden sarsacak toplar ard arda ateşlenirken telsizine atıldı.
"Tankları karakolun etrafına sürün" diye bağırdı.
Ardından artan füze ve silah sesleriyle mühimmat deposuna doğru koştu ve deponun tepesinde savunma füzelerinin başındaki Onuralp'i görünce var gücüyle bağırdı.
"ONURRR, İN AŞŞA."
Öfkeden deliren Onuralp ise sevgilisine bile dönmeden füzeleri bir bir ateşledi.
Mevzilerden sızan teröristleri gören Birol dişlerini sıkarak telsizden bağırdı.
"DESTEK EKİP NERDE? TÜM KOMŞU BİRLİKLERİ ÇAĞIRIN."
Dakikalar sonra sonunda gökyüzünde süzülen F16'lardan ard arda yer yüzüne inen güdümlü füzeler dağları ve mevzilerin gerisini yerle bir ederken Birol beklemeden telsizden tüm askerlerine seslendi.
"HERKES MEVZİLERDEN GERİYE. MÜHİMMATI KORU."
Askerler komutanlarının emriyle atış kesmeden geri geri giderek mühimmat binasının etrafında konuşlandılar. Karakol köşelerini saran tanklar ise hâlâ dağlardan gelen füzelerin olduğu bölgeyi bombalıyordu. İki F16 ise mevzilere fırlatmaya devam ediyorlardı.
Sayıca yüzlerce olan teröristler azaldıkça Birol bir saniyeliğine nefes alıp hâlâ mühimmat binasının tepesinde olan Onuralp'e tüm gücüyle bağırdı.
"ONUUURRR."
Onuralp sonunda duyabildiği sesle soluna dönüp aşağıdan ona "İNNNN" diye bağıran sevdiğine gülümsedi.
Birol onun gözlerinde gördüğü hüzünde bedeni nefes almayı kesti.
"Onuralp" diye fısıldarken Onuralp'in üniformasında gördüğü kanlarla gözlerini kapattı. Yanaklarından göz yaşları süzülürken gözlerini açıp ona hâlâ gülümseyerek bakan sevdiğinin gözlerinin içine baktı.
Biliyordu. O gözler için doğmuş, o gözlerde boğulmuş, o gözlerde ölecekti.
Onuralp vücuduna aldığı kurşunlarla pes etmeden gücü yetene kadar füzelerin başını terk etmedi. Bedeni daha fazla dayanamayarak dizlerinin üstüne düşene kadar o korkusuz bir adam, güçlü bir aşık, sevdiği adamın askeriydi.
"ONURRRR" diye ona doğru koşan Birol Tekiner'in tam önüne düşen füzeyle geriye doğru savruldu.
Onuralp Özbey, gözlerini sonsuzluğa kapatmadan önce gördüğü son şey sevdiğinin parçalanan bedeniydi.
Denizler denizlere karışıp tüm kıtaları dolaştı ve iki aşığı bir Kadraj'a sığdırdı kader. Onuralp Özbey'in hayat dolu gözlerine, Birol Tekiner'in sevdiğini saran yorgun kollarındaki tek ve son gülüşüne.